3 Aralık 2013 Salı

İyi ki...

'' Mesela Tom Cruise' e mektup yazacaksınız. Kendinizi 13 yaşında olarak mı yazarsınız yoksa 18-19 yaşlarında çok güzel, üniversiteye giden bir kız olarak mı yazarsınız?''

''Lider misiniz ? Lider olmayı istermisiniz? Niye?''

''Bir arkadaşınızla kavga ederken inatçı mı olursunuz yoksa iyilik bende kalsın deyip kavgayı bitirmeye mi çalışırsınız?''

''Mesela saçınızı kestirdiniz. Gerçekten çirkin oldu. Bunun farkındasınız. Eğer bir arkadaşınız çıkıp ''Ooo nefis olmuş derse O'nun bu lafını beğenip onunla samimi mi olursunuz yoksa nefret mi edersiniz?''

''Pek hoşlanmadığınız kişilerinde içinde bulunduğu büyük bir grup içerisinde mi arkadaşlık etmeyi istersiniz yoksa bütün zevk ve özelliklerinizin aynısını taşıyan bir kişiyle mi arkadaşlık etmek istersiniz ? Niye?


Yıl 1987. Tam 13 yaşındayım. Anket defterinde sorduğum sorulardan bazıları yukarıdakiler. İzmir'de yaşıyorum o zaman. Hatta yarı zamanlı şehir yarı zamanlı lojman hayatı yaşıyorum. Aliağa'da ki Petkim lojmanlarında. Ama bizim için adeta Alis harikalar diyarında.

Anket defterini A-ha, Rob Lowe, Cyndi Loper, Tina Turner, Samantha Fox, Bruce Springsteen, Madonna, Peter Gabriel süslüyor. Blue Jean'den çıkmış stickerlar dolu heryerinde. Tam 80'ler.

Belli ki tam 80 kuşağı ergenim.

Belli ki kendimi güzel bulmuyorum.

Belli ki bugün nasılsa o gün de Tom Cruise'i beğeniyorum.

Belli ki liderlik kaygım kadar lider olma isteğim var.

Belli ki bugün nasıl arkadaşlarıma güvenmek ve duyacaklarıma üzülsem bile o zamanda da onların gerçek fikir ve duygularını öğrenmek için yüzleşmeye önem veriyorum.

Belli ki şimdi nasılsa o zamanda ateşliyim söz konusu fikirlerim olduğunda. Ama farkındalıkta var bugün nasıl varsa o yaştada . İyilik adına fikirlerimden vazgeçip vazgeçmemeyi tartıyorum kendimce.

Belli ki saçlarım o zamanda bir konu. Nasıl olmasın ki? Yaşadığım 38 sene boyunca hep kesildiler, her kısalıkta ve tarzda. Ancak şu son 2 senedir saldılar kendilerini de diğer herkese benzer oldular. Belli ki yaş 13 kendimi çok beğenmiyorum ama yine de bir tarzım olmasına uğraş veriyorum.

Aşk hep var. Belli bir  kişiye. Takma adı Şirine'ye. Pek tabii platonik. 1992 Kasım ayında olmayacak bir şekilde tanıştığım, duygularımı aktardığım, dostuğunu kazandığım, 1993 Eylül ayında da olmayacak bir kaza sonrasında toprağa verdiğim. Olmayacak ne denilirse olabildiğine art arda tanık olduğum ilk zamanlar...

2013 aylardan Ekim. Tam 26 sene sonra. İstanbul'da evimdeyiz. Bir grup dostum masanın etrafında. Hepsi 6 yaşından beri tanıdığım. Sadece tanımak değil birlikte hayatımızı paylaştığımız. Benim için hayat paylaşmak demek anne ve babalarımızı da yaşamış olmak demek. Uzaktan değil dibinden, taa içinden. Lojman hayatı sayesinde.

Anket defteri önümüzde, ellerimiz karnımızda gülmekten oturamıyoruz. 26 sene önce o defterdeki sorulara cevap yazanların çoğu yanıbaşımda.

Şans, şükür, iyi ki'ler havada uçuşmakta...İyi ki kayıt altına almışım, iyi ki saklamışım o defteri ve nicelerini.

Sonra bir arkadaşım çıkartıyor I-phone'unu. ''Bak ne göstereceğim'' diyor. Ekranda annemin el yazısı. Şok oluyorum ama hemen tanıyorum. Annemden el yazısı ile yazılmış Pan Cake tarifi ekranında. Kendi annesi göndermiş O'na da. Anlıyorum ki annem bana selamını gönderdi o sırada, öptü beni yanaklarımdan.

Tam 1 sene önce tekrar kayıt altına başladım dokunduklarımı, bana dokunanları, hissettiklerimi, hissettirdiklerimi bu blog sayesinde…Kayıtsız kalmamak adına…Kendim için...İyi ki...

Annemin Pan Cake tarifini sizinle de paylaşmak istedim. Şimdiden afiyet olsun..


18 Kasım 2013 Pazartesi

Yürek ve sevgi üzerine...



Herşey tam 1 sene önce başladı. Rastgele değildi belki ama şundan dolayı diyecebileceğim belirli sebepten ötürü de pek değildi. 


İçimdeki yönetim kurulunda bir devrim yaşanıyordu. Uzun yıllar yöneticilik koltuğuna sımsıkı sarılı ''aklım ve mantığım '' yardımcısı ''yüreğim ve iç sesim'' tarafından ciddi bir şekilde tehdit ediliyordu. Sonucunda devrim oldu. Beni yöneten yönetim kurulunun başına; yıllarca ikinci plana atılan, ''sen sus bilmezsin bu işleri '' diye bastırılan iç sesim- yüreğim geçti. Ben sadece izledim. Sınırlarımı kaldırdım.  Neden olmasın dedim. Zamanı gelmişti belki de dedim. İzin verdim. Kendimi sınırsızlığa bıraktım. Merakla yaşayacaklarımı izlemeye koyuldum…


Önce -Aralık ayında- karlı bir kış gününde taa Brezilya 'dan gelmiş bir astroloğa gittim. Hiç aklımda yokken. Bir arkadaşım vesile oldu. Aylar öncesinden dolan randevuları kar yüzünden boşalınca bana yer açıldı. Koştura koştura gittim. Sadece babamı aradım tam doğum tarihimi hatırlamasını istedim. Mütaala etmesi için zaman verdim şunla bunla. Sonra çıktım yakışıklı olan astroloğun karşısına…


Bir çok şeyin arasında tek bir şey söyledi;


'' Bugüne kadar aklınla buralara gelmişsin ama sendeki yetiler başka. Bundan sonra iç sesini dinlersen senin için çok daha hayırlı şeyler olacak.''

Tam da içimde devrim yaşanırken bunu duymak beni daha da yüreklendirdi. Yüreğim doldu taştı. Ne yapacağımı bilemedim. Sadece izin verdim. Beklemeye koyuldum.

Üzerinden 6 ay geçti. Yaz geldi. En yakın arkadaşımın ısrarı ile çok güzel olan bir yoga hocası ile sadece tanışmak için bir yoga dersine başladım. 1-2 ders derken önce bu konudaki  önyargılarımla yüzleştim sonrada sadece ''zihinsel'' değil ''bedenimin'' de  sınırlarını ortadan kaldırabilmek ve  ''yapabildiklerimi '' görebilmek için düzenli yoga yapmaya başladım. Bu kadar zamandır meğersem ne kadar da susuz ve açmışım fark ettim. Her şeyin bir sebebi ve zamanı varmış, yürekten inandım.


Sonra hayatıma çok farklı kişiler ve sohbetler girmeye başladı. Belki hep varlardı. Ama bu farkındalıkla çok daha özel ve kıymetli olduklarını anladım.

Bu kişilerden bir tanesi ile sizi tanıştırmak istedim. 

Afet  Erengezgin.http://www.erengezgin.net/aforum.htm

Geçen aylarda Bursa'nın Ürünlü köyüne Afet hanım ve kocası ile tanışmak üzere gitmiştik. Bir nevi iş seyahati idi. Hatta konu Afet hn bile değildi.Ama dedim ya herşeyin bir sebebi var.)) Bulunca birbirimizi  konu konuyu açtı. Enerjisel bir çekim oldu. Veya kimyamız tuttu. Neticede kendisine hayran bıraktı. 


30 sene önce İstanbul 'da genç bir seramik sanatçısı iken; AFS ile Amerika 'ya 1960 'larda gitmiş şanslı kişilerden biri iken; hayatta önünde pek çok seçenek varken; tam 30 sene önce ''doğada olmam lazım '' diyerek Bursa'nın Ürünlü köyüne kocası ile yerleşmiş; yerleşmekle kalmayıp 2 biolojik çocuğunun yanısıra kapılarını 3 evlatlığa açarak kocaman bir aile olabilmeyi başarmış. Çocuklarını köy ilkokuluna göndermiş. Köylüye yardım etmiş, kendi ekmiş, biçmiş, üretmiş. Daha sonra ''kendisini'' ve içindeki ''sevgiyi '' bulmuş. Bulmakla kalmayıp bu yetiyi  başkalarıyla meditasyon yoluyla paylaşmaya da kendisini adamış…

Çok kısa sürdü alışverişimiz…Ama biliyorum ki çıktığım yolda kendisi ile daha sık karşılaşacağım. Daha nice basiti yaşayan özel insanlar gibi.

Kendi özgeçmişinden bir alıntı çok hoşuma gitti.

Özgeçmisimi takdim ettim ve “özgelecegimi” olusturacak eylemlerde yeniden bulusmak üzere köyüme döndüm !. 

Her birimizin özgeleceğini oluşturacağı eylemlerde buluşması dileğiyle…


Aşağıdaki yazısı sadece bir örnek. İnternet sitesinden daha fazla bilgiyi bulabilirsiniz.




Sevgi ÜRETMEK !..
Insanoglu belki de varolusundan beri kendini evrenin efendisi, dünyayi da tek gerçeklik diye belledi.. Oysa bu yerküre dedigimiz gezegendeki üçüncü boyutun geregi, görme dedigi eylemin GÖZ denen mercegine tutsaktir insan..
Üçüncü boyut, bu merceklerden süzülen görüntülerle dualiteyi, yani ikilemi yasiyor..

Farkliliklarla dolu sonsuz sayida parçalarla tanimliyoruz yasami.
Baligin su ortamindan baska bir dünya tanimadigi gibi, iki boyutlu kagit düzleminde yasayan canlinin üçüncü boyutu algilayamadigi gibi, insanogluna da bu merceklerden bakis, tek gerçeklik gibi görünüyor..
Oysa bir de, sözgelimi elektron mikroskobunun mercekleri ile izleyelim dünyayi: Orada artik sen, ben, masa, tabure vesaire yok !.. Her sey birbirinin uzantisi, bir titresimler denizi..
Bu anlayisla baktigimda GERÇEK NE ? diyorum !..

Ben bir sanatçiyim. Bugüne dek sanati sadece yapitlarimda uygulamadim. Hayati bütünü ile sanat olarak yasamaya özen gösterdim.
VE SONRA uzun yillar Mevlana’yi arastirdim. Tasavvufun derinliklerine indikçe, uzakdogu felsefesinde buldum kendimi. Ve sonunda tüm bilginin özününün BIR oldugunu gördüm. “Ilim bir nokta idi, cahil onu çogaltti” deyisinin gerçekligini yasadim bir anlamda..
Ve bu “benim” anlayisim oldu !.. Bütünün hayrini düsünmek ve yasamimda bu ilkeye öncelik vermek, yasam tarzim oldu..

Bütününün hayrini düsünmek demenin, KOSULSUZ SEVGIYI hayatin içine çekmekle ayni oldugunu gördüm. Ve de evrende sevginin tek gerçeklik oldugunu !..
Bunun yolunun da içe dönmekten geçtigini anladim. Zihni durultmak ve sessizlige, dinginlige dogru yol almak... NASIL ?
Iste burada meditasyona, tefekküre gereksinim duyuyoruz. Bizim yaptigimiz bu... Dinginlige, öze ulasma çabalari.. Bu teknigi denerken yan ürünler çikiyor ortaya.. Sifa gibi, içe dogus gibi, duru görü gibi !.. Aslinda, yine üçüncü boyut anlayisi ile parçalara bölüverdik. Oysa bu saydiklarimin hepsi bir bütün !..

Dinginlik dedigimiz, ALFA dalgalarina ulasma teknigidir meditasyon.
O ulastigimiz yer, bizim daha yüksek frekansla titresen bir veçhemizdir. Orada biz, mükemmeliz. Daha düsük frekans olan fizik bedenimize, ALFA dalgalarindan sifa getirebiliriz.
Bu, ulastigimizi kabul ettigimiz yer, ki “O DA BIZIZ !” ve her meditasyonda, “O” ince titresimli yere, zihinsel olarak gide gele, “SIFA” yi da olusturabiliriz.
Hem kendimizde, hem de baskalarinda..

Birlikte yapilan meditasyonlarda, bu titresimsel güç artar. ALFA dalgalarina yükselen her kisi, bu dalgayi çevresine yaymaya baslar. Dolayisi ile, bulundugu mekan, ve etrafindaki kisileri pozitif yönde etkiler..
Bu bir anlamda saf, kosulsuz sevginin paylasimidir. Hatta, SEVGI ÜRETMENIN bir yoludur.

Biz, ÇARSAMBA GÜNLERI burada bunu yapiyoruz. SEVGI üretiyoruz.
SEVGI, “KOSULSUZ SEVGI” ; SIFADIR !..
Bu, anlatilabilecek bir sey degildir. Ancak deneyimlenir. Meditasyon da öyle !.. Bu bir gönül birligidir. Inanan kisilerin gönül birligi..
Hiçbir menfaat gütmeden, kosulsuz, salt deneyim..

Bu bir kurs veya tarikat veya din degildir. GÖNÜL GÖZÜNÜ açma deneyimidir.
Huzur bulma, sevgi üretme, dolayisi ile sifalanmadir.
Deneyimler, bir ders anlayisi ile yapilmaz. Yani bir mürit-mürsit iliskisi yoktur. Ilk katilan da, defalarca katilan da hem ögrenir hem de ögrenirken ögretir.
Paylasilan bilgilerin tek ve mutlak dogrular olmadiginin açiklanmasi esastir benim için. Her sey konusulur, paylasilir ama sonuçlar kisinin kendi zihinsel süzgecinden geçerek o kisinin arti hanesine kaydolur veya olmaz !..

Çok önemli bir zaman diliminde bulunuyoruz. Herkesin kendi açilimini dogrudan yasayabilecegi bir zaman dilimi !.. Herkesin bu konuda birbirine saygi ile izin vermesi gerekir.
Paylasilan bilgiyi veya deneyimi kabul etmeyen kisi, bir daha toplantiya gelmeyebilir. Bu onun tercihidir. Yine de o, kalbimizde sevgi ile yerini alir.
Iste sevgi böyle üretilir...
Benim gibi düsünmeyeni de severek, zor olani, aykiri olani da severek.. En kabul edilemeyeni bile severek. En azindan, gönülden sevgi göndererek...
Iste sevgi böyle üretilir...

Belki önceleri “MIS” gibi yaparak !.. Bu, “MIS” gibiler, yakin bir gelecekte gerçek olur.
Çünkü, insan beyni böyle isler. Beyin hücreleri DOGRU-YANLIS bilmez. Onlarin hedefi, düsündügümüz veya söyledigimiz gibi olmaktir.
Iste bunun için “POZITIF” düsünce bu kadar önemlidir. Olmakta ve yapmakta zorlaniyorsaniz “MIS” gibi yapin. Bir müddet sonra “MIS” lar “GERÇEK” olur !. “MIS” gibi yapamiyorsaniz ve bununla “DALGA !” geçiyorsaniz, biz bu yola inananlar, sizleri çok seviyoruz ve sevgimizi size de yürekten, bol bol gönderiyoruz.

Evren bir bumerang gibidir. Ne gönderirsen “O” sana geri döner. Hatta misli ile döner..
Bunu herkes hayatinda bir çok kez denemistir. Ama, görebilmis midir onu bilemem !.. Önemli olan, görmektir, görüp, bilis hanesine geçirebilmektir...

Iste, “ÇARSAMBA GÜNLERI” bu anlayisa gönül vermis kisilerin, diledikleri Çarsamba geldikleri bir “KOSULSUZ SEVGI” deneyim günüdür.
Sizde de böyle bir paylasim arzusu varsa, kapimiz ve gönlümüz sonuna kadar açiktir.
Her “ÇARSAMBA” 13.00 dan itibaren toplanmaya basliyoruz Ürünlü Köyünde..
Bizi bulmak için köye geldiginizde, Âfet ya da Mimar Çelik’in evini sormaniz yeterli..

Meditasyon öncesi kisa nefes ve beden çalismalari yapiyoruz. Saat 14.00 de meditasyona basliyoruz.
Meditasyonu bu seanslara özel müzikler ve tema esliginde yapiyoruz. Isteyenler, müzige sesleri ile eslik edebiliyorlar. Kullanilan isitsel düzenlemeler, bedendeki çakra denen enerji sistemlerine göre özel ve bilinçli olarak hazirlanmis çalismalar oldugundan, bedende ve sinir sisteminde rahatlama sagliyor..

Her seyden önemlisi;
sevgiyi yakalamak, üretmek ve de paylasmak.. Sonra da hep birlikte evrenin sonsuzlugunda, ihtiyaci olan her varliga zihinsel olarak göndermek !.. ULASIR MI ? INANIYORSANIZ ULASIR !..

Âfet ERENGEZGiN

4 Ekim 2013 Cuma

Dick Cavett

Havalar tam da sinema zamanı. Şu sıralar en popüler filmlerin başında Woody Allen'in '' Mavi Yasemin''  i var. Henüz izleyemedim. Ama en kısa zamanda gitmek istediklerimden kendisi.

Hani böyle ünlü insanlar ve yaşamları söz konusu olduğunda sanki en yakınlarıymışız gibi atıp tutmaya bayılırız ya haklarında. Woody Allen örneğindeki sansasyonel olayların neticesinde bir çoğumuzun kadın içgüdüleri ile;

-''Ama Mia Farrow'a da yazık oldu canım''

dediğimiz gibi.

Geçen akşamlardan bir tanesinde eşimin bir iş yemeğine katıldık. Amerikalı misafirleri vardı. Bir karı-koca. Kadın nispeten ünlü. Pazarlama gurusu. Kitapları var. Şirketi var. Danışmanlık yapıyor. Yaşı 60 'larında. Ama enerjisi adeta Ajda.

Yanında kocası. Kendisinden daha büyük. 70 'lerin ortalarında.Yaşına göre karizmatik.

Yemek öncesinde bana telefon ediyor ve diyor ki eşim;

-'' Adam büyücüymüş acaba kızımıza birkaç numara öğretsin istermisin ? ''

Şok olan ben cevap veremiyorum, ne büyücüsü derken sihirbaz !! olduğunu anlatmaya çalıştığını anlıyorum. Dolayısıyla adam hakkında tek bildiğim şey bu.

Neyse önce Boğaz'da bir gezinti sonrasında da yine Boğaz kenarında ki bir mekana geçiyoruz. Klasik bir iş yemeği görüntüsünde, sohbete koyuluyoruz.

Önce NYC' de yaşayan bu çiftin Manhattan'da nerede oturduğunu soruyoruz. Aldığımız cevaba hemen ukalalık yapıyor ve;

- ''Aaa John Lennon 'ın evinin orasına ne kadar da yakınsınız'' diyorum.

Şu kadar yakınız bu kadar yakınız diye devam ediyorlar. Siz de maşallah pek iyi biliyorsunuz bizim oraları tadında ilerliyor sohbetimiz.

Sonra filmlere geliyor konu.Woody Allen 'in filmlerine. İzlediniz mi yeni filmini diyorlar. Henüz değil diyoruz. Sadece o an, nispeten ünlü olan kadın konuğumuz diyor ki;

-'' Woody, eşimin yakın arkadaşıdır. Karısını da çok sever.''

40 senelik dost gibi bu samimiyeti öğrenince aynen şöyle bir cümle sarf ediyorum;

-'' Mia Farrow'a da yazık oldu canım''

Kadın da aynen katılıyor bana;

-''Bence de. Ama kocam hiç de öyle düşünmüyor, aksine Soon-Yi'yi daha çok seviyor...''

Sanırsınız Hollywood 'da bir yerlerde, cemiyet hayatı yaşıyoruz.

O zamana kadar az konuşan adamı başlıyorum sorularımla boğmaya.Madem Woody Allen yakın arkadaşı madem ben de o an O'nun yanındayım. Kaçırmıyorum bu fırsatı. O'da az ve de öz konuşarak başlıyor anlatmaya.

Meğersem kendisi eskinin ( 1968-75 arası) çok ünlü bir talkshow'cusu imiş...Yale üniversitesi drama 'dan mezunmuş. Hem de dönemin terk erkek öğrencisi olarak.

Marlon Brando, Woody Allen, Katherina Hepburn, Alfred Hicthcock, Fred Astaire şovunda ağırladığı bir grup insanmış. İnsan demek haksızlık olur efsane demek daha yerinde olur.

John Lennon 'a sadece ev olarak değil meğersem arkadaş olacak kadar yakınlarmış !!!

O an ben de kendime '' Zavallı İpek '' diyorum...Seninde sorduğun bir şeymiymiş gibilerinden.

Meğersem yanımdaki karısından çok daha ünlü bir adam varmış yanıbaşımızda. Dinleyecek çok şeyimiz olan.

Sohbetin tam ortasında bu sefer eşim dayanamıyor;

-'' Bize ne zaman numaralarınızı göstereceksiniz'' diyor. Sabırsız bir çocuktan farksız.

O da Kapalıçarşı'dan bizim için aldığı kart destelerini çıkartıyor ve başlıyor karıştırmaya. Sadece masaya servis yapılmasın istiyor o an...

Çok dikkatli başlıyor numaralarını sıralamaya. Boğaz kenarında. Bir yemek masasında. Kapanmayan ağızlar, alkışlar ,vay be 'ler eşliğinde bir bir sıralıyor hünerlerini. Bildiğiniz sihir gösterisi. Bayağı ve sıradan hiç değil. Para verip izlemek isteyeceğiniz kadar özel ve sıradışı.

Yine başlıyor sormaya eşim çocuk gibi ;

'' Nasıl yaptınız? Hadi gösterin bize nasıl yaptığınızı?''

Tabiki ser verip sır vermiyor.

İş yemeği hakikaten özel bir şova dönüşüyor. Garsonlar da bu işten sebepleniyor. Yan masalarda cabası.

Yemeğin sonunda ısrarlara dayanamayan ünlü adam eşimi alıp arka tarafta bulunan odalardan birine götürüyor.1-2 basit kart oyunu öğretebilmek için. Çocuklarımıza hava atabilmek için.

Eve dönünce başlıyorum bu ünlü adamı araştırmaya. Sağolsun Youtube. Buldum kıymetli görüntüleri.Tamam  eski meski. Ama keyifli.

Dedim ya kendisinin yanında birbirinden değerli efsaneler.

Meğersem o akşam O'da bizim için bir efsane imiş. Sonrasında fark ettiğimiz.

Hem ünlü hem sihirbaz hem de çok iyi yetişmiş bir tiyatrocu. Hatta 2014 Mart 'ın Broadway 'de tekrar sahne alacak olan.

Mucizeleri yaşamak an meselesi. Sadece istemek yeterli. O akşam gibi.

Dick Cavette Show 'dan sizin için seçtiklerime gelince aşağıda sadece birkaçı..Marlon Brando hep karizmatikmiş ama yaş almak O'na kesinlikle çok daha yakışmış, John Lennon ve Yoko 'nun başka önemli sıkıntıları varmış meğersem.Woody Allen ise hep sıradışı imiş.

Marlon Brando'nun gençliğine bakın...
http://www.youtube.com/watch?v=LAPDQ5MlLxE&list=PLABtHxs6gC4dookxE61rCL8ZTN4_aaFCS&index=1

Woody Allen...
http://www.youtube.com/watch?v=NW8Pu9s1QUM

Johnn Lennon ve Yoko Ono...
http://www.youtube.com/watch?v=oxoxMuca-2s




1 Ekim 2013 Salı

Batı yakası hikayesi-3-

Hepimiz yaş alıyoruz malum. Kimimiz farkında olarak, kimimiz hayıflanarak, kimimiz de üzülerek karşılıyoruz bu yaş alma hallerini.

Kendimi bir an röportaj veriyor hissettim. Bundan 10 veya 15 sene sonra. Hani çok ünlü olmuşum..Hani  yaşımı hiç göstermiyorum.Canım hayal işte..Bırakınız yapsınlar, bırakınız hayal kursunlar misali.

Soruyorlar bana;
- Nasıl bu kadar yaşsız olabiliyorsunuz diye ?
Cevaplıyorum hemen;
-Yaşsızlığımı uykuma ve sporuma borçluyum


Bu kadar önemli bir yer tutmakta her ikisi de hayatımda.. Hep böyle idiler belki ama artan farkındalıkla özellikle spor konusunda çok daha bilinçli bir spor alışkanlığı girdi hayatıma. Öyle ki gittiğim seyahatlerde bile spor yapmaya çalışıyorum. Uyku konusu ise başka bir yazımın konusu olsun. Sadece bana münhasır olmayan tüm ailemizin ilacı olan.

Bu yaz dedim ya aldık pılımızı pırtımızı uzandık büyük fırsatlar ülkesinin batısına...Çocuklar yaz okuluna biz de karı koca takılmaya...Biraz gezme dolaşmaca, biraz alışveriş, bolca spora. Aklımda Londra 'da iken bir kere deneyimlediğim barre corre dersi. En basit haliyle  bale disiplinin pilates ile birleşmesi sonucunda küçük kasları çalıştırtan bir ders. Sürekli esneme de cabası.

Hemen Internette araştırmaya başladım ve en çok vakit geçirdiğimiz bölge olan Santa Monica 'da bir studioda karar kıldım.

http://www.popphysique.com/home.html

Dersin kendisinin neye benzediğini de merak edersiniz ekte. Maalesef henüz İstanbul 'da olup olmadığını bilmiyorum. Sadece bu konuda öncü olduğunu iddia eden üye olduğum spor salonunda böyle bir ders yok.

http://www.youtube.com/watch?v=37xUSawPZ5s

2 hafta içerisinde haftada 3 kez gittiğim bu dersin bana bölgesel olarak faydası inanılmaz oldu.Şaka değil bacaklarımın üst kısmı eridi gitti, hatta basen masen kalmadı. Tabii yürüyüş de cabası. Ama maalesef  hemen dönüşte  yurdumun batı yakasının güzel mezeleri ve rakısı eklenince bizim geliştirdiğimiz bölgeler de meze oldu:))

Surf murf tamam da hiçbirisinin barre core gibi bir etkisi yok. Hayıflanırken bir gün, kaderim  en yakın arkadaşımının Alaçatı'da yeni açılmış bir otele gelen güzel mi güzel yoga hocası ile tanışması ile  aniden değişti. Bana da o kadar ısrar etti ki. Yoga yapmam için değil. Hocanın güzelliğini görmem için.

O güne kadar '' hayatta yoga yapmam, ne öyle sürekli aynı hareketleri statik bir şekilde yapıp duruyorsun, rekabet yok, heyecan yok '' diye atıp tutan ben sadece hocanın güzelliğini görmek için 1 derse gitmem ile kaderim değişti. Hatta değişmek ne kelime müridi oldum. O katıldığımız tek dersin sonucu olarak 5 arkadaş İstanbul 'da özel ders almaya başladık haftada 2 kez.

Sonrasında fark ettim ki yoganın kendisinin değil hocanın müridi oldum ben. Kendisi İstanbul 'da yaşayan bir yabancı. Amerikalı. Aslında sadece bize yabancı imiş. Meğersem yoga camiasınca oldukça biliniyormuş. En iyi bilindiği yönü ise eli maşalı olması imiş. Saolsun bize de aynı şekilde davranmaktan çekinmiyor. Ama bu duygu entresan bir şekilde beni kamçılıyor. Bir iki sebebi var kanımca;

-Hepimizi çok iyi bir şekilde gözlemliyor. Yanlışlarımızı hemen oracıkta düzeltiyor. Kabul bazen çok kişisel olabiliyor. Sınıfta azarlanmış çocuk gibi hissediyoruz bazen. Ama bu duygu  hem yaptığı işi çok önemsediğini hem de bizi önemsediğini hissettiriyor. Belki de klasik eğitim sistemizin bende ki etkisi. Hem bilgisi ile hem de sert duruşu ile saygı uyandırmaya çalışmak istenmeleri gibi. İtaatkar, kanaatkar olmamızı istemeleri gibi. Belli ki Yoga 'da bir disiplin işi. Kimbilir. Kıyaslayacak bilgeliğim olmadığı kesin bilgi.

-İlk defa bir sporu temelden iyi bir şekilde öğrenebileceğim kadar O'na ve bilgisine güvenebileceğimi hissettiriyor. Bu kadar spor yaptım ama maalesef hepsini el yordamıyla öğrenmek durumunda kaldım. Kısmı imkansızlık kısmi 'ne olacak ben de yaparım 'dürtüsü ile. Sonuç; Temelleri sağlam olmayan ama üstüne katlar çıkılan yapılar gibi. Çarpık çurpuk.Ama yapıyormusun yapıyorum dediğin. Uzaktan wow dedirten yakınlaştıkça arazların, pürüzlerin görülebildiği.Ama ilk defa bu defa Yoga 'ya karşı başka türlü hisler besliyorum.Nitekim hislerin de dikkate alındığı ender sporlardan.

Zamanla öğrendikçe, içine girdikçe, daha fazla parçası oldukça daha çok atıp tutacağım bir konu olmaya devam edecek belli ki bu konu.

Gelelim hocamızı tanıma konusuna.

http://mindbodyfestival.com/alexis-kiresepi/

Gelelim benim meraklarıma.

Acaba 10-15 sene sonra röportaj verecek kadar ünlü olacakmıyım?

Peki ya yaşsızlık halim?

Canım hayal işte...

Bırakınız yapsınlar, bırakınız hayal kursunlar misali.




30 Eylül 2013 Pazartesi

Batı yakası hikayesi - 2

Pazar gününü hiç sevmedim.

Ne çocukken ne büyüdüğümde ne de anne olduğumda...

Ya kendi ödev telaşımdan ya pazartesi iş sendromundan ya da çocuklarımın ödevleri yüzünden...

Sonra yüzleşmeye başladım pazar günleri ile. Bilinçli bir şekilde üstüne giderek, farklı, renkli programlar, rutini kıracak aktiviteler yaparak...Hiç unutmam AVM 'ye kıyafet alışverişine gittiğim bile olmuştur pazar akşamları rutini kırabileyim diye. Sonunda sevdim kendisini.

Aynı duyguları yaz sonunda da hissederim. Hissederdim. Bir alışkanlık olarak Eylül ile birlikte yazlık yerlerden şehirlere dönülmek durumundadır. Norm bunu gerektirir. Sürü psikolojisi de cabası. Yaz  resmi olarak bitmiştir. Okullar açılacaktır. Rehavetten çıkılacak ve işlere asılanacaktır. Cek 'ler ve de cak'lar sarar hayatımızı.

Hem zaten yalnızlık çöker böyle yazlık yerlere. Eylül'den itibaren. Hüzün kaplar her yeri. Cıvıltılar yok olur. Bizim gibilerin de gitmesiyle özlem duyulacak şeyler de azalır.

Diye teselli edermişim meğersem kendimi...Teselli etmem de yetmez savunurmuşum dönmemiz gerektiğini. Daha iyi bir yere...Şehire.

Ama dedim ya bu yaz; bir aydınl''an''ma oldu, Ege'ye döndüm yine yüzümü. Daha fazla bağ kurmak istedim bu topraklarla...Daha fazla vakit geçirmek isteğim gibi.

Yazın 1,5 ay geçirdiğim Alaçatı 'ya bu hislerle veda ettim. Nereden baksanız 1 ay önce Ağustos ayının son gününde. Sürünün bir parçası gibi. Hatta parçası değil sürünün lideri gibi.

Ama giderken de  biliyordum ki yakın bir zamanda geri dönecektim.Yüzleşmek için. Geride bırakılan şeyleri anlamak için.

Hüzün mü ? Yalnızlık mı? Yoksa başka bahaneler de mi varmış? diye.

Bir imkan yarattık bir iş gününden kaçtık Eylül ayının son haftasonunda...İstikametimiz Alaçatı'ya.

Haftasonundan gitmeye benzemez bir iş gününde böyle yazlık bölgelerde bulunmak. O zaman daha iyi gözlemlersin ortamdaki duyguları, duyuları, duyumsamaları... Ayırabilirsin o zaman  günübirlik gelenler gibi haftasonu fırsatçılarından kendini.

Alaçatı'da Eylül'ün son gününde hiç bir şey beklendiği gibi değildi. Hatta beklenmedik idi. Dümdüz bir deniz.Yaprak kımıldatmayan bir hava. Güzel yemek yemek için halen şart olan rezervasyon. Kısmi sakinlik. Duruluk. Az'ın bulunduğu ama hiç'liğin olmadığı. Hareketin yarattığı bereketin halen gözlemlendiği. Tüketilmemişlik.Tükenmemişlik.

İstisnalarla dolu istinai bir ortam.

Yüzleştim sonunda böyle bir sonbahar gününde geride bırakılmış bir yazlık bir belde ile. Hani pazar günleri ile yüzleştiğim gibi.

Ege'nin güzel bir beldesi olan Alaçatı 'da ne hüznü ne de yalnızlığı hissettim. Tek hissettiğim ayrıcalık oldu. Şans oldu. Şükür oldu. Böyle bir iş gününde, sürünün aksine, norm dışında ayrıcalıklı olduğumu hissettim. Enerji alışverişinde bulundum. İnsanlarla değil bu defa. Doğa ile. Sadece güneşten değil farklı   doğa enerjilerinden de beslendiğimi fark ettim.Taş ve toprak gibi.

Yüzleşmek iyi geldi.

Tüm istisnalarla...

Hem kalbime hem de bedenime hem de düşüncelerime iyi geldi.

Darısı diğer yüzleşmelerimin başına..

22 Eylül 2013 Pazar

Meğerse



Tam 10 sene önce bir Eylül sabahı uyandığımda yeni bir sabaha,  yepyeni bir hayata uyandığımın idrakındaydım...Sabah sancılarımının artması ile anlamıştım ki o gün kızımla buluşacaktım...

Hayatımda 3 sabah böyle sakin uyanmıştım her zamankinin aksine...İlki evlendiğim günün sabahı, diğerleri de çocuklarımı kucaklayacağım günlerin sabahları idi. Benden beklenenin aksine en az telaşe olduğum zamanlardı. Herşeyin fazlasıyla farkında olduğum sabahlardan...

Boğaz yolundan hastaneye giderken önce Arnavutköy'de Bahar pastanesinde durduk. Bir tost aldım ama yolda yemek istedim. Sakince yerken gökyüzüne baktım. Acaba gök bana nasıl bir yüzünü gösterecekti gün boyunca diye ?

Parçalı bulutlu tabirinin ne demek olduğunu ben böyle bir Eylül sabahı anladım.Yer yer bulutlar, ışık süzmeleri, arada güneşin parlak ışıkları...O zamana kadar yaz mevsimini  yücelten ben zannediyordum ki gökyüzünün parlak ışıkları daha çok kendini yazın gösterir.Yanılmışım.

Meğerse, güneşin gökyüzünün tek hakimiymişcesine parıl parıl parladığı zamandan çok daha farklı parıltıları olurmuş böyle parçalı bulutların arasındaki Eylül günlerinde.

Meğerse gökyüzü çok daha sürprizli, renkli olurmuş. Tam yağdı yağacak dediği bir anda güneş kendini gösterir, tam bulutlar dağıldı denildiğinde bulutlar grinin çeşitli tonlarında semalarda yerini alırmış. Mücadele yaşanırmış gökyüzünde meğerse de anlamazmışım.

Meğerse bir Eylül günü kucaklaştığım kızımda böyle bir Eylül günü gibi olacakmış da kendini bana daha önceden haber vermiş. Hazırlıklı olayım diye.

Meğerse.

29 yaşında olan ben hiçbir Eylül gününü yaşamamışım meğerse. Kafamı kaldırıp gökyüzüne bakmamışım. Farkına varmamışım. Kafamı eğip hep önüme bakmışım.Yitip giden şeylere hayıflanmışım.Yazın bitmesine mızmızlanmışım. Meğerse asıl sürprizleri kaçırmışım.

Meğerse doğum anına kadar sakin giden sürecin tam doğum esnasında kordon dolanması ile şaşırtıcı bir zorluğa bürünmesinden anlamalıymışım kızımın da tıpkı bir Eylül günü gibi olacağını.

Mücadeleci, şaşırtıcı, bir o kadar da renkli, yer yer gökgürültülü, yer yer parçalı bulutlu, kimi zaman göz kamaştırıcı, kimi zaman kısa süreli sağnak yağışlı ama hemen ardından açan gökkuşağının tüm renkleri gibi kendine hayran bıraktıran, sürprizlerle dolu, tahmin edilemeyen. Kızım. Aynısı. Tıpkısı. Benim değil. Bir Eylül gününün. Meğerse.

10 senedir farklı seviyorum Eylül günlerini. Ancak tadını çıkartıyorum sürprizlerinin. Tıpkı kızımın bana yaşattığı nice sürprizler gibi.

Meğerse işin özü sürprizlerindeymiş.Farkları farklı tonda oluşlarındanmış.

Meğerse Eylül günleri pek güzelmiş.

Nice güzel mutlu Eylül günlerine...Sağlıkla, ağız tadıyla, keyifle...

İyi ki doğdun güzel kızım. İyi ki seni doğurdum...Böyle bir Eylül gününde.





21 Eylül 2013 Cumartesi

Batı yakası hikayeleri-1

Hani çok yakın bir arkadaşınız vardır her gün görüşmediğiniz ama birbirinizden yine de haber aldığınız.Bir gün arkadaşınızın başına bir şey gelir ve siz O'nu arayıp hatrını çok sormak isteseniz de eliniz çeşitli sebeplerden dolayı gidemez telefona...

Arayıp soramadığınız günler uzadıkça içinizdeki yara da büyür. Nasıl kapatacağınızı bilemezsiniz arayı, arayıp da sormaktan hergün uzaklaştıkça.Belki günler belki aylar geçer böyle.

Sonra bir an gelir bulursunuz içinizde cüreti, yüreğiniz de hazırdır artık yüzleşmeye, alırsınız elinize telefonu, yetmez dayanırsınız kapısına söylersiniz kalbinizden geçenleri...

Kapatırsınız onca geçen zamanda oluşmuş arayı, eğer samimi iseniz tüm kalbinizle, vicdanızda yanınızda olur aklar sizi, karşınızdaki ise hisseder kalbinizi affeder sizi...

------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

22 Haziran 'da bir yolculuğa çıktım.Hep batıya gittim. Önce Amerika Birleşik Devletlerinin batısına, sonra da yurdumun batısına.
Gittim, gördüm, gezdim, havalandım, hayran kaldım, tecrübe ettim, denedim bir çok şeyi,tembellik ettim, düşüncelere daldım, dalmakla yetinmedim, aklıma yazdım herşeyi.
Ama buraya aktaramadıkça büyüdü içimdeki boşluk, yukarıda ki yazdığım durum gibi. Ha bugün ha yarın derken 3 ay geçti. Tak etti canıma. Yaz dedi gönlüm. Af diledi aklım. Akıt dedi yüreğim başladım yine yazmaya.

Bir oh çektim.
İhtiyacım buymuş dedim.
Buna susamışım dedim.

-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Gittiğim batı yakalarının  hepsi de- ister Alaçatı ister Los Angeles  ve/veya San Diego - birbirine benzemekteydi. Palmiyesi bol, begonvili çok, ister okyanus ister iç deniz olsun, deniz havasının etkisini herkese hissettirebilmiş, rahat ve güzel insanların, hayatı güzel yaşamak isteyen insanların buluştuğu yerlerdi. Güzel yaşamak oysa ki herkesin hakkı. Düşündürttü beni bu haksızlıklar ayrı.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yurdumun batı yakasında yetişmiş ama uzun süredir ayrı düşmüş bir kişi olarak hasret kaldığımı hissettim kendi toprağıma bu defa, her ne kadar  düzenli ziyaret ediyor olsamda.Yaşıma verdim, hayatı güzel yaşamak kadar basit yaşama isteğime verdim.

Ayak basınca kendi toprağıma;
Bir oh çektim.
İhtiyacım buymuş dedim.
Buna susamışım dedim.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Dedim ya güzel şeylere tanık oldum.Tıpkı Alaçatı'da gittiğim bir restorantta karşılaştığım bu yazı gibi. Adeta kendimi buldum. Mutlu oldum.

Yavaş yavaş ölürler,
Seyahat etmeyenler,
Yavaş yavaş ölürler,
Okumayanlar, müzik dinlemeyenler,
Vicdanlarında hoşgörüyü barındıramayanlar.

Yavaş yavaş ölürler,
Alışkanlıklarına esir olanlar,
Her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini bile değiştirme riskine bile girmeyenler,
Bir yabancı ile konuşmayanlar.

Yavaş yavaş ölürler,
Heyacanlardan kaçınanlar,
Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten kaçınanlar.

Yavaş yavaş ölürler,
Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler,
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,
Hayatlarında bir defa bile mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar

Martha Medeiros
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Kabaca  3 ayın özetiydi buydu. Detaylarda var elbette zamanla gündeme gelecek.Ara kapandı, yola çıkıldı. Gerisi teferruat.

Hoş geldim!

Yeni yılın ertesi, annemin başka diyarlara intikal edişinin tam göbeği, oğlumun yeni yaşının hemen öncesi bir zamanlardan merhaba! Uzun bir ...