24 Nisan 2014 Perşembe

Zaman sizin ne için ne zamanı ?

Uzun süreden sonra ilk defa başıma geliyor...İtiraf ediyorum hoşuma gitti. Ne kadar sosyal olsam da, evde bütün gün kalamayıp her defasında kendimi sokağa atsam da aslında gerçek şudur ki ben yalnızlığı çok severim.

Alıp başımı gidesim olduğu kadar, başımı dinlemeyi ve kendi düzenimde olmayı bir o kadar severim.

Kendi kendime koyduğum teşhis şu oldu yıllar içinde; enerji dağıtmaya devam edebilmek için kendimi şarj etmek. Yani eşime, dostuma, yakın çevreme ilgi ve alaka düzeyimi devam ettirebilmem için bir o kadar da yalnız kalabilmem şart. Yoksa şaka değil hiç hastalanmayan ben; kendi kendime kalamadığım da ya hastalanıyorum ya da sinirli ve gergin oluyorum. 

Yaklaşık son 10 senede ise fark ettim ki, kendi evimde, kendi düzenimde yalnız kaldığım hiç olmamış meğersem. Geçen gün Çağlar, çocukları alıp Ankara'ya gideceğini söylediğinde çocuklar gibi şen oldum. Ev bana kalacaktı. Ben işlerim yüzünden gidemiyordum ama sorun değildi. 

2 günün şimdiye kadar özetini yapacak olursam; kimseye sürekli hadi demiyorum, kendi dışımda kimsenin sorumluluğunu düşünmüyorum. Ödev, yemek, banyo, arkadaş programı vs gibi halletmem gerek şeyler yok. Çocuklarıma örnek olacam diye metazorik dertler hiç yok. Odam darmadağın. Yemek yenilmiş tabaklar lavaboda. Bulaşık makinesine bile yerleştirmeye üşendim. Kıyafetler ortada. Sokak kapısından salona gelene kadar spor ayakkabasından topuklu ayakkabıya kadar 3 farklı çeşit ayakkabı sağa sola dağılmış durumda. Pervasızca kendi evimde dolanıyorum. Evime birisi gelecek diye ödüm kopuyor. Veya beni bir yerlere davet edecekler de gitmem gerekecek diye. 1,5 günüm daha var. Bu 1,5 günü bayağı iyi değerlendirmem gerek. Toplantılarım biter bitmez hemen eve gelmeyi planlıyorum. Müzik her an açık. İzlemediğim TV 'de ise sadece ekranda görüntüler var.

Akşamları salonda loş bir ışık. Ortam hafif karanlık. Ruhum öyle değil ama nedense ortamı kararttım. Az ile yetiniyorum sanki. Ne düşünüyorum, ne muhakeme yapıyorum  ne de düşlüyorum.

Zaman; dingin olma zamanı. Zaman; rutini biraz kırıp gevşeme zamanı. Zaman; zamanı yaşama zamanı. Zaman;zamanı yavaşlatma zamanı. Zaman; ne olursa olsun şükretme zamanı.

Zaman;hayatta biriktirebildiğim onca şey için, başka diyarlarda beni bekleyenler için, hayatımdan çıkmış olsalar bile bende bıraktıkları izler için, seçimlerim için, beni seçenler için, bana bahşedilenler için şükretme zamanı. 

Zaman;sessizlik içinde keşfetme zamanı. 

Zaman; zaman detoksu yapma zamanı.

Zaman;benim için tam zamanı.

Peki ya sizin için ne zamanı ?

11 Mart 2014 Salı

Yüreğimizde deprem

Yıl 1999. Sabahlardan 17 Ağustos sabaha karşı.

İstanbul'un göbeği.

Bildiğiniz üzere Gölcük depremi.

Bildiğiniz tüm şeylerden farklı olan hani.

Dünyanın sonunun geldiğini sanıp yataktan kalktığınız.

Acaip korktuğunuz; an itibariyle sağınıza solunuza bakıp yitirdiklerinize dair  ne  muhasebe ne muhakeme yapabildiğiniz.

Sabahı zor edip işe gittiğiniz.

Hani başka ne yapılacağını da bilmediğiniz.

Belli ki rutinden yaptığınız ama aslında içinizin almadığı bir durum olduğu apaçık hani.

Yüreğiniz burkuluyor, içiniz çığlık çığlığa.

Dışınız rutin ve umarsız.

Ne de olsa doğa olayı. Elimizden ne gelir ki ? zihinlerde.

Vicdanlar henüz rahat.

Sadece hiçbir şeyin bundan böyle  eskisi olmayacağından eminsiniz


20 Ağustos 1999.

İstanbul'un göbeğinde müstesna bir iş yeri.

Depremden 3 gün sonra.

Kimse birbirine bakmamaya çalışıyor.

Ayıp ortaya çıkmasın diye direniliyor.

Sonra bir an geliyor.

Herkes önce kendisi sonrası birbiri ile yüzleşiyor.

Belli ki çığlıklar artık dışarı taşmak istiyor.

Belli ki rutin filan değil ortalık bildiğin yangın yeri.

İnsanlar can pazarında halen çatıların  altında.

Biz klavye başında.

Vicdanlar perişan.

Depremden 3 gün sonra iş bölümü yapıyoruz.

Kimimiz yollara koyuluyor.

Deprem yerinde. Depremzedelerle birlikte oluyor.

İhtiyaç listesi oluşturuluyor.

Yetmez aileler İstanbul'a taşındırılıyor.

Evler dayatılıp döşeniyor.

Öğrenciler okutuluyor.

Hiç bir şey ama hiç bir şey eskisi gibi olmuyor.

Ama 50 kişinin yürekleri  bir olup yaklaşık 12 sene depremzedeler için çırpıyor.

Kimse ne unutuyor, ne de unutturuyor.

Yıllar geçse bile.

14 Haziran  2013

Gezi gösterileri olmakta.

Deprem gibi etkisi.

Doğa için.

İnsanlık için.

Özgürlük için.

Tek farkı  bu sefer olayın kaynağı doğa değil.

Başımızdakiler.

K.çımızda olamayacak kadar adiler  halbuki.

Adil demedim aman dikkat. Adi.

Bildiğin savaş ortamı.

Kasıtlı ve planlı.

Polisin bizi korumaktan vazgeçip karşımıza hatta ırzımıza geçmeye karar verdiği.

2013 senesinin tam ortasında.

Genç bir çocuk evden basit bir sebep yüzünden çıkıyor. Ekmek kadar.

Adı;Berkin.
Soyadı;Elvan.
Yaşı;14

Kayıtlara geçsin.

11 Mart 2014 

Tam 267 gün sonra gittikçe eriyen bedenden geriye ölü bir beden kalıyor.

Ruhu ise hepimizin yüreklerine kazınıyor. Ali İsmail Korkmaz ve nice diğerleri gibi.

Vicdanlarımız ağır darbe alıyor.

Geçen sefer 3 günde harekete geçmemizin yerini 267 gün sonra kocaman bir boşluk kaplıyor.

Bu sefer tek önemli farkımız; muhakeme ve muhasebe yapabilecek durumda olmamız.

Tek önemli aynı noktamız;

Vicdanlarımız da kocaman delik.

Ve hiçbir şeyin veya hiç birimizin bundan böyle eskisi gibi olmayacağının bilinci.

Daha farkındayız artık her şeyin.

Hayatımızda vermediğimiz tepkiyi  veriyoruz.

Hesap soruyoruz.

Protesto ediyoruz.

Her yerde.

Hayatımızdaki rutine devam etmiyoruz.

Aynı depremde olduğu gibi.

Unutmuyoruz.

3 ya da 267 gün de geçse.

Hesap sormaya ve farkında olarak yaşamaya devam edeceğimiz kesin.

İnsanca yaşamak için.

Berkin için.

Ali İsmail için

Er ya da geç.

İlahi adalet yerini bulacak.

Başımızdakiler k.çımızda bile yer bulamayacaklar.

Ancak öyle vicdanlar bir nebze soluk alacak.


Şairin de maalesef  dediği gibi.;

''Biz yitire yitire kazandık kendimizi.''
Nuri Pakdil










10 Mart 2014 Pazartesi

40'ında bir kadın

Şu sıralar inanılmaz farklı çalışmaya başladı zihnim.

Sürekli okumak, yeni bilgi peşinde koşmak, yazmak, yaratmak, daha farklı yerler görmek, yine yazmak, yine okumak, yine üretmek ve de illaki çalışmak istiyorum.

Şaka değil. Çalışasım çok şu sıralar.

Hem de kapanıp bir yerlerde.

Müzik sürekli fonda.

Kesintisiz.

Arada spor.

Sonra tekrar zihnimde dolaşıp duranları dökerek rahatlama isteğim çok.

Zaman baskısı ile birlikte.

Çok çalışasım var.

Hatta arada ihtiraslanıyorum bile. Daha fazla kişiye, kuruma erişme isteği, etkileşim isteği kaplıyor her yerimi.

Çoğunlukla iş açısından. Sanatsal açıdan arada sırada yani.

Orada burada ürettiklerimiz, tasarladıklarımız, deneyimlettiklerimiz hakkında laf kalabalıkları görüyorum.

Yine zihnimde pek tabii.

Ama gel gör ki uyumlu değil zihnim ile bedenim.

Bedenim belli saatten sonra pes ediyor, yatak onu çağırıyor.

Çocuklar desen bahanem.

Zihnim dolu uykuya dalıyorum.

Ama eksik hissediyorum.

Yapmam gerekenleri yapmıyormuşum gibi.

Yaratma sancısı çeken bir sanatçı gibi.

Bir aşamaya gelmişiz de bir sonraki aşamaya geçmemiz gerçeği gibi.

Belki de toplumsal sorunlarla kendi sorunlarımı özdeşleştiriyorum kimi zaman.

Daha içinde olmak istiyorum herşeyin.

Sorumluluk almak, sorumlu olmak istiyorum.

Birçok kişinin yapmaktan kaçtığının aksine.

Belki de yaş.

40 yaşında olmak .

Farkında olarak istemek hayattan isteyeceklerini.

Ama illaki çaba göstererek.

Ve pek tabi üreterek bazen bir işi, bazen bir çiziyi veya bir objeyi.

İstemek yolun yarısı.

Mızmızlanmak ruhuma aykırı.


Not: 8 Mart Dünya Kadınlar Gününde tesadüfen İz TV 'de izlediğim ''40 'ında 40 Kadın'' Projesinden çok etkilendim.

Meğersem 2010 senesinde yapılmış bu projenin resim sergisini gazetenin köşe kenarındaki bir haber bülteninde okuduğumu hayal meyal hatırladım. 


Kadın ve kadın hakları için çalışan  birçok kurum ve/veya organizasyon olduğunu bildiğim halde  bir şey yapmadığıma göre demekki aslında hiçbir şey bilmiyormuşum!!...( Lao TZU 'nun sevdiğimiz bir lafı buraya cuk oturuyor!)


Bilmek ve yapmamak aslında bilmemektir!


Birbirinden çok farklı kesimlere ait ama ortak noktalarının; Kadın ve 40.yaş dönüm noktalarında farklı duygu ve arzularını keşfetmiş, keşfetmekle kalmamış, yüzleşmiş ve bu uğurda emek harcamış kadınlardan çok etkilendim. 


Özellikle de imkansızlıklarla örülü iken yapmak istediklerini hayata geçirebilenlerden.
Tanıtım videosu az biraz fikir verse de belgesel çok daha tamamlayıcı ve fikir verici halde.
Elinize sağlık Tuluhan Tekelioğlu.


http://www.mynet.com/video/insanlar/40-inda-40-kadin-498959/

Ben de hem bilmek hem de yapmak istediğime göre bir şeyler hayırlısı diyelim. Bekleyelim.

19 Şubat 2014 Çarşamba

Hiç tanımadığınız birine en son ne zaman…….?

Bugün samimi bir şekilde cevaplamanızı istediğim kısa bir test ile başlamak istedim...
  1. Hayatınızda en son ne zaman tanımadığınız bir kimseye iltifat ettiniz?Veya hiç tanımadığınız bir kişiden iltifat aldınız?
  2. Hayatınızda ne kadar sık yakınlarınızı veya tanımadığınız kişileri yüceltiyor ve çabalarından ötürü takdir ediyorsunuz?
  3. Hayatınızda en son ne zaman kendinizi şaşırtarak yaşadığınızı gerçekten hissettiniz?
  4. Ne kadar sık komforlu, güvenlik çemberinizden çıkıp kendinizi gerçekleştiriyorsunuz?
  5. Öykündüğünüz kişilerin ortak özelliklerini tasvir edebilirmisiniz?
Geçen pazar günü evde miskin miskin oturup gazete okurken birden heyecanlandım. Kısa gözüken bir yazıya göz atıp keşke daha uzun olsaymış dedim. Belli ki daha ilk baştaki  başlığından etkilenmiştim. 



Okumaya devam ettikçe daha da şaşırmaya devam ettim. Ne de olsa röportajını okumakta olduğum kişi de ODTÜ İşletme mezunu idi. Bölümü tutturamasak da aynı fakülteden mezun olmuştuk;  kariyerinin ilk başlarında  ürün yöneticiliği ve pazarlama geçmişi vardı hem de hızlı tüketim ürünleri sektöründe; aynı benim sahip olduğum gibi ; sonra pazarlama sektöründe hizmet veren kendi işini kurmuştu; ne tesadüftür  ki halihazırda ortağım Bahar ile birlikte benzer bir alanda hizmet veren bir işimiz var.:)

Kişilerle benzerliklerimi değil farklılıklarımı yüceltmeyi seven benim için; işin rengi kariyerini birden bırakıp müzik tutkusunun peşinden Newyork'a gitmesini okuduğum an birdenbire değişti. Hele hele sadece müzik okuması değil; sahneye çıkıp başarılı bir şekilde opera yaptığını okuduğumda kıskançlık, takdir, ilhamlanma, yüceltme ve  kendisini tanıma isteğim kabardı. Bakınız bir önceki tiyatro ile ilgili yazım…

Ne yapıp ne edip kendisi ile tanışmak istedim.Tasarımcılığından ve bilge yönünden etkilendiğim Ümit Ünal geldi birden aklıma. Düşündüm her ikisi de gönüllerinin götürdüğü yere gitmiş, cüretkar ve yaratıcı kişilerdi.

Önce yazıyı Çağlar'a okuttum. Zira kocam diye söylememekle birlikte hem Çağlar'ın da sıradışı kalbi kadar sıradışı ve yaratıcı bir vizyonu olması, hem de başarılı bir girişimcilik hayatı sebebiyle O'ndan hem  çok şey öğrenirim hem de O'nun da başkalarından ilham almasını arzu ederim.

O'na da dedim ki; 

'' Ben kendisi ile tanışmak istiyorum ''.

Akşam saatlerinde LinkedIn 'den kendisini buldum. Ortak iş arkadaşlarımız da varmış meğersem dedim. Sonra davetiye gönderip beklemeye koyuldum.

Ertesi gün beni kendi network'üne kabul etmesiyle ''tamam  artık email gönderebilirim'' dedim.

Ve oturup kısa ama güzel bir email yazdım ve gönderdim.

Kendisinin farklılığından, cüretinden ve vizyonerliğinden çok etkilendiğimi ve kendisi ile bir fırsatta yüzyüze tanışıp sohbet etmek istediğimi söyleyip send tuşuna bastım. Hemen ardından da Çağlar'ı arayıp attığım mail'den bahsettim.

O an ''hayat'' bu işte dedim.Yaşamak da bu.Ve heyecan içinde cevabı beklemeye başladım.

Bugün samimi ve içten bir cevap aldım. Bir kahve teklifi ile birlikte.

Bir insanın yaşı, cinsiyeti, kimliği, geçmişi ne olursa olsun, tanıdık, tanımadık kalbine dokunmanın ne kadar keyifli ve özel bir şey olduğunu bir defa daha hissettim.

En son benim kalbime kim dokundu diye soracak olursanız; dün hiç tanımadığım bir hanımefendi; arkadaşlarımla bir cafede otururken yanımıza kibar bir şekilde gelip üzerimdeki ceket ve gömleği çok beğendiğini söyledi. Beni hem gelinine benzettiği için hem de kendisine de böyle bir hediye almak istediği için  nereden aldığımı sormasının bir mahsuru olup olmadığını sordu.

Hayat bu işte.

Alma verme.

Etme bulma.

Ama illaki sevgiyle yüceltme..

Peki ya siz hiç tanımadığınız birine en son ne zaman …………?




17 Şubat 2014 Pazartesi

İlham kaynağım


Endonezya, Sırbistan, Çin, Ukrayna, Polonya, Almanya, İngiltere, ABD, Fransa, Lüksemburg, İngiltere…

Halihazırda tatil planı yaptığım ülkeler değil yukarıda listelediklerim.

Rahmetli Adile Naşit gibi ''Uykudan önce '' isimlerini anmak istediklerimden de değiller.

Neden bahsettiğime biraz dolambaçlı olarak geleceğim bu defa. Sözü uzatıyorsam affola.

İlkokul sıralarında aldığım tüm başrollerdi sanırım   '' tiyatroda iyi bir oyuncu '' olabileceğimi  zannetmeme sebep olan.

Tabi ezber kuvvetli, kimi zaman ya eşek rolünde iken  üzerimdeki bir örtüden  ya da bir mikrop rolünde iken yüzümde taşıdığım bir maskeden; performansım hiçbir zaman tam  ölçülemedi ama  ben kendimi hep çok büyük bir oyuncu sandım;  taa ki ortaokul seçmelerinde red edilinceye kadar.

Ergenlik ve reddedilme  halleri örtüşmedi ve küstüm bu hayalime taa işe başladığım zamanlar olan 22 yaşıma kadar. Halbuki koskoca bir üniversite dönemi heba edilmiş bu arada ayrı.

Hayalim o yaşlarda tekrar hortladı. O zaman ki çalışma arkadaşlarım- halen yakın arkadaşlarımlardır -hatırlarlar mutlaka '' bir gün sahneye çıkacağım '' dediğimi. Demiştim demesine lafta kalmıştı bu isteğim yine.

Kimbilir belki de  genç bir ürün yöneticisi olarak bazen satış teşkilatına bazen şirket üst yönetimine bazen de halka sunumlar yaparken tiyatro yapar hissetmiştim kendimi belki de. ( şaka değil Türkiye 'de fazlasıyla seminer vs vermişliğimiz vardır ekipçe )

Ne zaman kurumsal çalışma hayatıma veda ettim o zaman dedim ki kendime; artık  ''sahnen de ''    kalmadı  ''çalışıyorum, vaktim  yok '' bahanen de ; o zaman doğru bir tiyatro atölyesine.

İkinci çocuğumu doğurmuşum, evde çocuklar vesaire dinlemedim önce haftada 2 akşam Taksim'deki bir yere sonra ise başka bir oyunculuk kursuna gittim 1 sene kadar. Tiyatro kursu adı altında  dizilere  figuran yetiştiren oyunculuk atölyelerine…

1 senenin sonunda hayal ile gerçek deneyim örtüşmedi; ne evdeki çocukların durumu ne de sarı lapiska saçlı benden 15-20 yaş küçük, tüm hayali ünlü olmak isteyen kızcağızların durumu örtüştü, ne de  kısa sarı saçlı, fazla Avrupai, oynasa oynasa Aşk-ı Memnu'da ki Bihter rolünü görüntüde oynamaya yatkın, içerikte ise çok fırın ekmek yemesi gereken performansımın yanısıra dizi değil tiyatro sahnesi tozu yutma isteğim de örtüşmediği  için bir daha düşünülmemek üzere bu kapı kapandı.

Böylelikle bir çok şeye ama en önemlisi bir türlü sahip olamadığım '' seyircilerime '' veda etmiştim. Erken ve hüzünlü bir veda idi.

Derken malumunuz eski usül bir günlüğü yeni usül bir platforma taşıdım, kendimi, hissettiklerimi yazmaya başladım.

Bir sanal sahne yarattım.

Ama tam da usülüne göre yapmadım. Etiketler koymadım. Kitleleri hedeflemedim.Blog gerçeklerine uygun davranmadım.

Önce kendimi tanımaya, sonra da hissettiklerimi anlamlandırmaya odaklandım. Belki 1 sene sonra belki de 5 sene sonra dönüp okuyunca ''iyiki yapmışım'' demek istedim.

Samimi olarak kendimi akıtmak, çocuklarıma kendimi anlatmak istedim. Şimdiyi yazarken aslında onların yarınlarında olabilmek istedim.

Tam bu arada bir de baktım ki sizler olmuşsunuz. Dünyanın pek çok yerinden. Yazımın ilk girişinde bahsettiğim diyarlardan. Endonezya, Sırbistan, Çin, Ukrayna, Polonya, Almanya, İngiltere, ABD, Fransa, Lüksemburg, İngiltere'den izleyicilerim, seyircilerim olmuşsunuz. Benim için çok özel olmuşsunuz.

İlham almak, ilhamlanmak şu dünyada peşinde olduğum belki de tek şey. Sizler de benim ilham kaynağımsınız.

Varlığınızı hissettikçe duyularımda, duyumsamalarımda bana ilham olmaya da devam edeceğiniz aşikar.

Hayalimi gerçek kıldığınız, yaratmış olduğum bu sahneden beni iyi kötü, az çok, şöyle böyle, arada sırada da olsa takip ediyor olduğunuz için hepinize çok  teşekkür ederim.

Kimbilir; belki bir gün, bu sanal sahneme yorum bile bırakır; duygu ve düşüncelerinizi paylaşırsınız.

Ahh işte o zaman ben var ya ben havalara uçar, mutluluktan ağlarım.

Her akşam hevesle '' İpek '' demesini beklediğim, uykum gelse bile onu izlemeden yatmadığım ama  ''İpek'' dediğini hiç duymadığım için çok üzüldüğüm ''Uykudan Önce'' programı gibi beni üzmeyeceğinizi zannediyorum !!! sevgili izleyecilerim:)

Bu arada çok ama çok sevdiğim bir sanatçı olan Adile Naşit'i de rahmetle anmak istedim.






9 Şubat 2014 Pazar

Top 10

Zihnimde; yapılan dialoglar, okuduğum kitaptan alıntılar, dostlarla yapılan sohbetlerden aklıma çalınanlar dolaşıp dursa da yazıya dönüşmesine var daha. Nedendir bilmiyorum ama akıtmakta, yazıya dönüştürmekte zorlandım bu ara.

Öte yandan bu sıralar  her duyduğumda yüreğimi hoplatan, beni gülümseten, yetmez nerede olursam olayım -ki çoğunlukla arabada- alelacele iphone'u bulup Shazam'ladığım Top 10  müzik listemi  kayıt altına almak istedim.

Eee ne de olsa müzik ruhun gıdasıdır derler. Belki ruhum doyar da akıtmak ister içindekilerini dışına tez zamanda.
Kalalım sağlıcakla.





http://www.youtube.com/watch?annotation_id=annotation_738294045&feature=iv&src_vid=2-UsWFGGNOk&v=x8taBOkFJcE#t=7s

21 Ocak 2014 Salı

Kaybedenler Kulübü

Farkındayım blogum bir süredir Pinterest'e dönüştü ama ne yapayım; gördüğüm, okuduğum, duyduğum veya yediğim içtiğimden ilham aldığım müddetçe bazen bir yazıyı bazen bir çiziyi bazen de bir tarifi buraya koymak isteyeceğim.Aynen bugün okuduğum bir köşe yazısından etkilenip, buraya taşımak istediğim gibi.

Bundan neredeyse 3 sene önce, kocamın bir iş seyahatinde olduğu bir akşam, bir arkadaşımla gittiğim ve bu yazıya da konu olan filmden çok etkilenmiştim. Filmin her anını karnıma yumruk yemiş edasıyla izlemiş, yaşanmış bir hikaye olmasından, filmin ana karakterleri ile İstanbul 'da her an tanışabilme  ihtimallerinden bayağı bir etkilenmiştim. Sert ama hayatla yüzleşmemizi sağladığı içinde bir o kadar gerçek ve samimi idi Kaybedenler kulübü.Belki de hepimizin kendini yer yer bulduğu bir kulüp olduğu için sevmiştik az ama öz sayıda insan olarak bu filmi.

Bildiğiniz gibi bir kaç gündür Nejat İşler 'le yatıp kalkıyoruz. Oyunculuğunu değerlendirecek kadar bilge olamasam da  karakteri ve duruşu hakkında bir fikrim olduğunu düşünüyorum. Belki okuduklarımdan, belki de izlediklerimden etkilenerek veya sadece vücut diline bile bakarak  '' yürekli '' bir adam olduğunu düşünüyorum aslında. Yüreksiz bir dolu adam ile doluyken ortalık. O yüzden de yürekten istiyorum yine asi duruşlu havasıyla ayağa dikilmesini.

Tam da bugün pek de sevmediğim bir köşe yazarı olan Ertuğrul Özkök kaleme almış aşağıdaki yazıyı. Nejat İşler 'e ve Kaybedenler Kulübüne dair.Senaryosundan kesitler aktarmış.Ben de kayıt altına almak istedim.

Filmdençok kısa bir repliği de kendime tekrar hatırlatmak için koyduğum bu filmi ilk fırsatta  kocamla tekrar izlemek istiyorum.



Kim bilir belki de orada burada teğet geçmiş, gitmişizdir.
O insanı, gıyaben tanımış, gıyaben sevmişizdir, varlığında değil, yokluğunda arkadaş olmuşuzdur...
Ne kadar sevdiğimizi de, acı bir haber geldiğinde, yine Allah’ın belası o gıyabi duyguyla hissederiz.
İçimizi ne kadar acıttığını, bizi ne kadar üzdüğünü...
İşte öyle bir anda ta şuramızda hissederiz.
Gıyabında kahroluruz...
Çaresizliğin en acı hallerinden biridir bu... Duygunuzu bir türlü vicahiye çevirememek...
 
* * *
Böyle anların bir iç sesi vardır... Zamanını bekleyen sessiz bir melek gibi gelir ve size seslenir.
Sadece kendimin duyabildiği küçücük ses, “Senaryoya bak” diyordu... “O bölümü bul, her şey orada yazıyor...” 
Tolga Örnek’i aradım.
“Bana, ‘Kaybedenler Kulübü’nün senaryosunu gönderebilir misin” dedim.
Beş dakika sonra, Nejat’ın oynadığı harika filmin senaryosundan o satırları okuyordum.
Şimdi hayat mücadelesi veren Kaan’ın, yani Nejat İşler’in ve kaybeden yoldaşıMete’nin o Şekspiryen tiradını...
Senaryo, Altıkırkbeş Yayınları’nın baş eseri gibi akıp gidiyordu.
 
* * *
-Mete: “Bazen gitmek ister insan...”
Kaan:
 “Bazen gider...”
-Mete: “Bazen gidemez.”
Kaan:
 “Bazen hiç gidememekten korkar...”
Kaan: “Bazıları sonsuz neşeye doğar.”
-Mete: “Bazıları sonsuz geceye.”
Kaan:
 “Bazen ölüyorsun.”
-Mete: “Bazen ölmüyorsun. Bazen bütün koşullar uygunken bile ölmüyorsun.”
Kaan: 
“Bazen kendinden uzaklaşmak istiyorsun.”
-Mete: “Bazen gidiyorsun ama hep dönüyorsun.”
Kaan:
 “Bazen ağlıyorsun bayağı.”
-Mete: “Bazen ağlayamıyorsun bayağı bayağı. Bazen Acıbadem’den bir taksiye biniyorsun. Kadıköy diyorsun. ‘Taksiyi çekip içsem mi’ diyor taksi şoförü sana, engel olamıyorum kendime, o kadar kötü ki. Bazen yüzüne bile bakamıyor. Bazen sen zaten içmeye gidiyorsun. Bazen çok ama çok içmek istiyorsun da içemiyorsun.”
Kaan:
 “Bazen bir kadın geliyor, oturuyor karşına ve ağlıyor.”
-Mete: “Kadınlar hep ağlıyor.”
Kaan:
 “Bazen bir kadın sana en çok korktuğun şey bir kadının gözyaşıdır diyor kendi adına. Sen dönüp bakıyorsun geriye doğru, vay canına diyorsun... Bazen birisi geliyor karşına oturuyor, ‘Eğer çok sevdiysen’ diyor, oysa ki bilmiyor çok sevmek de bir ana ait...”
 
* * *
Bir İkinci Yeni şiiri tadındaki o harika diyalog:
Kaan: “Işığı yanan pencerelere bak. Kime konuşuyoruz ki?”
Mete: “Yanlış pencerelere bakıyorsun. Karanlık olanlara bakman lazım.”
İkinci gece
Arkadaş, Allah hiçbirimizi standarttan ayırmasın
TESADÜFEN açık kalmış bir radyodan, tesadüfen bir şarkı çalıyor.
Cat Stevens “Oh very young”ı söylüyor.
Senaryonun en harika bölümlerinden birini okuyorum.
Bir dinleyici radyoya bağlanmış:
-Dinleyen: “Alo, iyi geceler.”
Mete:
 “İyi geceler sayın dinleyen. Sizinle yatmış mıydık”
-Dinleyen: “Hayır.”
Kaan: 
“Bu gece ne yapıyorsunuz?”
-Dinleyen: “Sizi dinliyorum. Nasılsınız?”
Mete: 
“Standart.”
-Dinleyen: “Ben de standart.”
Kaan: 
“Allah standarttan ayırmasın. Evet bu gece ne yapıyorsunuz?”
 
* * *
Cevabı ben veriyorum.
Ne yapacağız Nejat?Yine uyuyamıyoruz işte, bir gece daha uyuyamıyoruz...
Yine açıp bir Ece Ayhan dizesi, iki Cemal Süreya, üç Küçük İskender derken sabahı ediyoruz.
Yine memleketin hali geliyor aklımıza, bu baskı, bu ceberut hava durumu...
Yine lanet okuyoruz vasatlığa, faşizmin sıradan ahlakına, üzerimize abanan ahlakçılarına..
Bir gece daha ölemiyoruz anlayacağın...
Standart yani...
Sonra “Allah standarttan ayırmasın” deyip üç-beş dakika uyumaya çalışıyoruz,
Bu ülkenin karartılmış, iğfal edilmiş, sıradanlaştırılmış gündemi bize üç-beş santimetrekare standart dışı arazi mi bıraktı ki, uzun eşek ve körebeden başka bir oyun oynayalım.
İki eli her saniye iki yakamızda, iki dudağı her saniye suratımızda, iki ayağı her salise evimizde, iki kulağı, iki gözü her gün yatak odamızda..
Yine de inadına mı yaşayalım...
  

Hoş geldim!

Yeni yılın ertesi, annemin başka diyarlara intikal edişinin tam göbeği, oğlumun yeni yaşının hemen öncesi bir zamanlardan merhaba! Uzun bir ...