16 Mart 2015 Pazartesi

Ankara

Hayatınızda sizin için değerli olan kişileri sorsam çok düşünmeden cevaplarsınız herhalde...

Peki ya sizin için önemli yerleri, şehirleri, mekanları?

Geçen gün yine, yeniden Ankara sokaklarında dolaşırken düşündürttü beni bu soru...

Kara, kuru, denizsiz, bozkır bir Ankara nasıl olur da benim için bu kadar anlamlı bir yer olmaktaydı ?

Hemen ağzımdan '' Ankara Ankara, güzel Ankara '' şarkısı dökülmeye başlamıştı.

Bu şehri benim için güzel yapan ne idi acaba  ?

Başladım tek tek düşünmeye.

Sıralamaya başladıkça  gerçekleri ben bile şaşırdım. Güzel miydi çirkin miydi önemini kaybetmişti. Benim için bir canı, anlamı vardı bu şehrin.

İzmir' de büyümüş, anne tarafı İzmirli olan ben; aslında Ankara doğumlu idim. Hatta Ankara yerine nüfus cüzdanıma doğduğum hastanenin adı yazıldığı için yıllar yılı Hacettepeli idim.

4 yaşına kadar Ankara'da bulunduktan sonra da her  fırsatta babaanne, hala bağlantıları sebebiyle çok sık gelip gidecektim bu şehre.

Lise'de iken Ankaralı bir erkek arkadaşım vardı. O zaman için çok çılgın bir fikir olan Ankara-İzmir arası birlikte otobüs yolculuğu yapmışlığım vardır kendisi ile. Bayan yanı bilet aldığımı söyleyip otobüs kalkınca yer değiştirdiğim.

Doğduğum hastane olan Hacettepe hastanesinde -doğumumdan tam 17 sene sonra - annemi kaybedince bile net olamadım bu şehrin bana kazandırdıği ve kaybettirdiği şeylerin muhasebesinde.

İlk büyük kaybımın ardından başka bir ilki yaşadım yine Ankara 'da ben. İlk aşkı. ODTÜ'ye geldiğim ilk sene. Giydiğim pantalon markasından neredeyse tüm İşletme fakültesinin adımı bilmeyip İzmirli olarak tanındığım yerde. Sarsıcı, güvensiz, çaresiz hissettiğim tüm zamanların hepsi.

Yine aklıma Ankara'da aynı zamanlarda ; İzmir'deki  ortaokul ve lise hayatımın tek  platonik aşkı  ile tesadüfen  İstanbul 'da ( halbuki tesadüf diye bir şey yok değil mi ? İlmek ilmek örülmüş planlar var, sadece zamanı gelince karşımıza çıkan ) tanıştıktan hemen sonra kendisi Ankara'ya beni ikna etmek için gelmiş ve Atakule'nin en tepesinde tüm şehri görebildiğimiz bir yer geliyor aklıma. O beni çıkmaya ikna ederken ben de O'na  olan gücümle anlatıyorum; neden O'nu yeni bulmuşken  kaybetmek istemediğimi. Ne de olsa o zaman ilişkiler zamanlı. Deneyeceğiz ve tüketeceğiz o yaşlarda birbirimizi. Nedenini bilmiyorum ama ben de ikna etmeye çalışıyorum O'nu. Benim için özel oluşunu ve bu şekilde özel kalması gerektiğini.
Ankara 'da. Bir tepede.

Nereden bileyim tanıştıktan tam 10 ay sonra -7 senelik platonik aşkımı- yine Ankara'da gelen bir telefon ile bir trafik kazasında kaybettiğimi öğreneceğimi?

ODTÜ'de 2.senem. Bayağı berbat dönemler. Hayatımın hem akademik olarak hem de hayat sınavlarına dair  en kötü zamanları. Kafam bayağı karışık, kendimi yönsüz ve amaçsız hissettiğim zamanlar. Alttan ders alıyorum. Aynı bölümden, benim gibi alttan ders alan birisi ile tanışıyorum. Çok sıradışı, çok renkli. Hayatıma gökkuşağı gibi giriyor. Bulutlu kafamın içine doğuyor adeta.  Pervasızlığı, vurdumduymazlığı ondan öğreniyorum. Candan arkadaş oluyoruz Enver ile. Bazen ortadan kayboluyor merak ediyorum. Ama sır verip ser vermiyor. Zamanla anlıyorum sıradışılığını, hasta oluşunu.

Haziran oluyor okul bitiyor, İzmir'e döneceğim, arıyorum evinin yakınlarındaki ankesörlü telefondan '' bak döneceğim İzmir'e , görüşelim son bir defa diyorum '' Neden son diyorum ben bile bilmiyorum. Hastaneden yeni geldiğini ve çok halsiz olduğunu söyleyip, kibarca red ediyor. Üzülüyorum bayağı. Mecbur peki diyorum. Ağustos ayında, alelade bir anda, bir gazetede gördüğüm  vefat ilanında donup kalıyorum. Çok kısa zamanda tanıyıp çok sevdiğim bir arkadaşımı  da böyle kaybediyorum.

Annem, platonik aşkım ve arkadaşım 2 sene içerisinde beni bırakıyorlar. Bozkırın ortasında. Yalnız.

Sonra parasız ama dibine kadar özgür öğrencilik günleri. İzmirli arkadaşlarımla bir kombinin yanıbaşında yapılan inanılmaz kıymetli sohbetler. Sırlar, boyumuzu aşan deneyimler, çaresizlik ama yine birlikten güç aldığımız zamanlar. Yine Ankara'da.

Zaman geçiyor. Üniversite son sınıf oluyor. Öylesine gittiğim bir iş mülakatında mezun olmadan daha ilk iş teklifimi alıyorum ve pek de arkama bakmadan ver elini İstanbul demeye hazırlanıyorum.

Ankara'nın ilk alışveriş merkezi Karum 'da bu defa karşıma İstanbul'daki ev arkadaşım çıkıyor. O 'da İstanbul 'da iş bulmuş ve ev arkadaşı arıyormuş. Onca dostumuz içerisinden en az tanıdığımız kişiyle, bir alışveriş merkezinde, yeni hayatımız için ev arkadaşı olmaya karar veriyoruz. 2 İzmir'li kız olarak Ankara 'dan İstanbul 'a uzanıyoruz.

Böylece İzmir, Ankara ve İstanbul üçlemesini tamamlıyorum.

Ama Ankara sihri benim için devam ediyor. İstanbul'da tanıştığım Ankaralı eşim  ile yine Ankara'da evleniyorum. Gelinliğim bile Ankara 'da dikiliyor. Çok sevdiğim bir ailem daha oluyor. Ankaralı.

Aldığını geri veriyor böylelikle bu şehir bana.  Bana en büyük acımı yaşatan bu şehir aynı zamanda da  en mutlu günümü sunarak af diliyor belli ki kendisi için benden.

Benim gibi bir deniz kızına, bozkırın da söyleyeceği, hissettireceği, deneyimleteceği şeyler varmış diyorum ve Ankara'yı affederek yoluma devam ediyorum.

Bunu yaptığım anda da ilk aklıma  düşen şarkı oluyor zaten '' Ankara, Ankara güzel Ankara ...''











7 Mart 2015 Cumartesi

İşte tüm mesele de bu bence...

Kızım Ela, 6 senedir tenis oynuyor. Nasıl başladığını çok net hatırlıyorum. Bir ara her kız çocuğu gibi baleyi denemişti ama ne Ela ne de bale bence birbirini sevmişti. 6 yaşında geriye kalan diğer seçenekler arasında jimnastik, yüzme ve tenis vardı. Takım sporları bu yaş grubu için daha erken idi. İyi bir jimnastik okulu yakınımızda olmadığı teniste karar verdik. Evimizin dibinde de teniste çok iyi olan Enka tenis klubü var idi. Oraya gidip gelmeye başladık. Ama bir haliyle içime sinmiyordu orası. Antrenörlerin kafası çok dağınıktı ve hissedililir derece de  bir sorunları vardı. Yaydıkları enerjiden yaptıkları işten hiç ama hiç mutlu olmadıkları anlaşılıyordu. Haftada sadece 1-2 saat gittiği bir yerde bile bunu anlamak çok mümkün idi.

Bir gün çok entresan bir şey oldu. Zihnimde bu konudaki endişeleri okumuş olduğunu düşündüğüm genç antrenör bana geldi ve dedi ki;
'' Biz burada çok mutsuzsuz. Başımıza bir Rus antrenör geldi ve yapımızı çok değiştirdi. Bizim çok kıymetli bir antrenörümüz var Serkan hoca; mili takım antrenörü idi. Çok yeni Levent Tenis Klubüne geçti ve orada alt yapı takımını kuracak. Siz oraya gidin bence '' dedi.

Ve genç antrenörün bizi yönlendirmesi ile -o zamanlar spordan çok briç vs gibi kağıt oynayanlarla dolu olan Levent Tenis klubünün - daha doğrusu Serkan Hoca 'nın- o klupteki ilk öğrencilerinden oldu Ela...

Serkan hoca, daha önceleri defaeten Milli Takım Kız takımının baş antrenörlüğünü yapmış, çok kıymetli bir antrenör. Bizim içinki kıymeti ise O'nun olgunluk dönemine denk gelmiş olmamız. Bütün deneme yanılmalarını, hırslarını, egosunu, erken yaşta gelen zorlama ve baskının nasıl geri teptiğini genç ergenlerde deneyimlemiş bir antrenör Serkan Hoca. Hayatın çok uzun bir zaman dilimine yayıldığını, hiç bir şeyin planlandığı ve umulduğu gibi gitmediğini, umulmadık taşların çok baş yardığını ise
( performans beklemedikleri sporcuların hiç beklenmedik bir zamanda onları nasıl olumlu anlamda şaşırttıklarını ) her daim anlatır.
Başarı için en temel koşulun sadece  '' yaptığı ve emek verdiği şeyi sevmesinin '' yeterli olduğunu ve bunu nasıl defaten yine genç ergenlerde  deneyimlediğini  paylaşır.
Zorla güzellik olmaz der.
Baskı ise bir başarının en büyük düşmanıdır der.
Antreman için zorlamaz, turnuva için şart koşmaz, sadece yönlendirir, tavsiye verir.
Maç sonucunda bağırmaz, kızmaz çok ama çok sakin konuşur.
Geribildirim vermek istediği zaman öğrencisini göz teması kurmaya zorlamaz, öğrenci o konuşurken sağa sola baktığında bile söylenenleri pek ala kayıt altına aldığını söyler bize.
Ela'nın şu an farkında olmadığı, ama bizim farkında olarak başımıza gelen en güzel şeydir Serkan Hoca ve O'nun kurmuş olduğu ekibi.
Hiç pedagoga gitmedim ama Ela'ya ve gelişimine dair çok kıymetli 2 kişiden şu ana kadar görüş aldım ve almaktayım; bir tanesi drama öğretmeninden öbürü de Serkan Hoca 'dan.

Haftada 5 gün gittiği, her fırsatta turnuvalara katılan Ela için bir tutku mudur  tenis ?
Doğrusu bilmiyorum. Ama şahsi fikrim zannetmiyorum!
Ama ciddiye aldığını ve emek vermekten keyif aldığını biliyorum.
Disiplinin hayatına olumlu katkısı olduğunu gördüğünü, tenisten çok farklı arkadaşlıklar kurduğunu, tenisin kendisine- kendisini sevmesi ve güvenmesi -konusunda çok olumlu katkısı olduğunun farkında olduğunu bildiğim gibi.
En yakın ama en yakın arkadaşının teniste O' ndan daha iyi olduğunun  kendisinin de farkında olduğu gibi.
Hatta bir turnuvada karşılıklı oynadıkları maçta; kendine güvenmeyip maçı hemen verdiği gerçeği gibi.
En yakın arkadaşına ''sen teniste benden daha iyisin ama ben de senden matematikte daha iyiyim'' diye  bir ödev icabı yazdığı mektuptaki  gibi.

Herşeyin ama herşeyin farkında aslında Ela. Diğer tüm çocuklar gibi. Sadece sormak lazım. Doğru soruları sormak lazım.
Geçen gün bir tenis turnuvasında Ela 2.sette 4-0 yenik.
İlk seti nasılsa almıştı! ( Genellikle Ela ilk seti verir, sonra tiebreak'e taşır maçı. Maçlara genellikle geç  ısınır ve asılır )
Rakibinin babası '' uzayacak maç '' dedi ve dışarı çıktı.
Tie break ' e gideceklerini kast etti.
Maçı uzaktan izleyen ben oyun sonuçlarına hakim değilim ama oyununu, kurgusunu ve mücadelesini uzaktan izliyorum.

Tam 1.5 saat sürdü maçı.

Düşündüm de bir tenisi maçı ama adeta hayatın kendisi sanki dedim. Kısa bir karesi ama kendisi. Aynen hayatta yaşadığımız tüm duyguları, heyecanları, hezeyanları, geriye düşsen de çaba göstermeye devam etme zorunluluğunu, yılmamayı, karar alma yetisini, herşeyden tek başına sorumlu olma duygusunu ve ne yaparsan yap herkesin ( seyircilerin ) gözünün üzerinde olma  stresini ve herşeyden öte tek başınalığı yaşıyorsun bir tenis maçında da...

12 yaşındaki bir çocuğun aslında hayatının mücadelesini, karakterini nasıl ortaya koyduğunu izliyorsun tenis maçında. Bir tenis maçı ama hayatını nasıl ele alacağının bir parçasını izliyorsun aslında.
Özellikle de Serkan hoca'nın belirttiği gibi;'' kolaysa çık da sen oyna '' dediği zorlukları tek tek göğüslüyorsun.

Maç bitti. Arabayla dönüyoruz. Sormak istedim maç esnasında neler hissettiğini, hangi anlarda nasıl düşündüğünü...

''Hani başkaları kendine çok kızar ya; ben öyle hissetmiyorum, yapamadığım zaman, alamadığım zaman sayıyı '' dedi. '' O kadar da önemli olmuyor benim için yenilmek'' dedi. Hep bildim ve söyledim ki Ela kendini çok sevdi. Ailede sevdiği kişileri sayarken hep kendisinden başlardı saymaya.

'' Yenmek ve yenilmekte değil ama; 4-0 'dan 4-4 yaptığım zaman maçı  çok ama çok mutlu oluyorum '' dedi.

Babanın dediği doğru çıktı. Maç uzadı. Ama tiebreak'e gidildiği için değil. Ela 4-0 yenik olduğu seti 7-5 kazandığı için:) Sonuçta 2-0 aldı Ela maçı.

Sadece ama sadece 1,5 saatlik bir tenis maçı mücadelesi bile Ela'nın hayattaki duruşuna dair birçok ipuçları vermekteydi.

Son olarak da dedi ki '' Sen de hiç oturmadın ''

Tribünler O'nun maç yaptığı korta uzaktı, ben de oturmadan ayakta izledim bir köşede.

Ben O'nu izlerken O'da beni izlemiş belli ki. Kimi zamanda belki güç almak için, kimi zaman izlenildiğinden emin olmak için. Kimbilir.

Profesyonel bir tenisçi olmayacağını düşünüyorum.
Ama hayat boyu tenisi amatörce de olsa çok iyi oynacağını biliyorum.
Spordan ve sporcu arkadaşlarından çok şey öğreneceğini bildiğim gibi.

Ergenlik arifesinde sporun hayatımızda çok önemli bir rolü olacağını bildiğim gibi.

Daha yaşayacağımız nice bilmediklerimin olduğu gibi.

Tek bildiğimin çocuklara ve çabalarına güvenmemiz gerçeği.

Onlar her daim hayatlarına dair ipucu veriyorlar bize.

Hangi kesitten baktığımız önemli hayat penceresine...

4-0'daki an'dan mı yoksa 4-4 'lük  an'dan mı yoksa 2-0 maç sonucundan mı bakıyor ve değerlendiriyoruz bu hayatı ?

İşte tüm mesele de bu bence !!!!!!

17 Şubat 2015 Salı

Ömrüme ömür katan ömür dostuma...

Canım Annem,

Bilmeni isterim sen gittikten sonra -senin yokluğun dışında- hiç eksilmedim ben. Aksine çoğaldım.
Halen yanımda senin çok iyi bildiğin, tanıdığın dostlarım var. Hepsi ile birlikte büyümenin, çoğalmanın keyfini çıkartmaktayım.

Tabii daha sonra edindiğim ve senin hiç tanışma fırsatını bulamadığın olağanüstü insanlarla da tanışarak çoğaldım ben. Çağlayan misali. Tamamlandım onlarla da adeta.

Bugün onlar içindeki en ömür ve benim içinde tesadüfi olamayacak kadar önemli rollere bürünerek bana ilham kaynağı olmuş bir dostum ile tanıştırmak istiyorum seni.

Bu satırları okurken bu ömür dostum; 44. yaşını kutluyor olacak. Ve 44. yaşında yakın dostlarından tek bir şey istedi. Kendi anne ve babalarımızın hoşuna gidecek bir hediye vermemizi istedi.
Ben de seninle O'nu tanıştırmak istedim. Biliyorum ki bu senin çok hoşuna giderdi. 

Bu ömür dostumun ismi Elif.
İçinde kadının her türlü hali kayıtlı.
Bir kere çok ama çok güzel.
Star ışığı var O'nda.  
Zaten bir dönem TV 'de star olmuş ama sonra kendine yakıştırmamış mesleğine yönelmiş. Düşün yani o denli doygun biri.
Meslek demişken mimar. Çok da zevkli. 
Hatta okulu 1. bitirmiş.
Hem akıllı hem zevkli hem de makul. 
Aslında bir o kadar da bohem.
Tutkulu bohem.
Ama aynı zamanda da çok anaç.
Aklın karıştı değil mi ?
Yani tutkulu, bohem ama makul; aynı zamanda da anaç.
İşte annecim Elif'in ömür olma sanatı burada gizli.
Dedim ya içinde kadın olmanın tüm renkleri gizli.
Hemen çözülecek bir kadın değil kendisi.
Gizemli. 
Gizemi eskilere dair. 
Ama aynı zamanda da oldukça saf.
Şuursuz bile denilebilir kimi zaman.
Ama şuurlu öfkeli olunca da kaçmayı bilmesin yanından.
Ben değil.
Ama mesela kocası ve çocukları.

Yollarımız daha evlenmeden kesişti.
O evlenmeye hevesli ben ise aldığım teklifi bile bekletecek kadar mesafeli.
Sonuç; Önce ben; 1 sene sonra da O evlendi.

Hemen çocuk dedi durdu. Ben daha dururken. İyi oldu. O deyip durdukça ben de çocuk sahibi oldum. Durduğum yerden adeta. 3 ay arayla. Yoksa ben durmaya devam ederdim. Allah razı olsun. Ela'yı Elif' e borçluyum annecim.

Sonrası da  çorap söküğü gibi geldi annecim. 
Elif'e borçlu olduğum konular da günler de arttı. 
Akıl vermeyi sevmez. 
Kendi haline bırakır sanırsın.
Ama adeta beyin yıkar. 
Takmıyor gözüksem de akıl yıkaması sayesinde; normal doğum, illaki emzirme, şimşir kaşık derken hayatımın çok büyük çoğunluğunda etkisi var desem az söylemiş bile olurum.
Çok pürüzsüz değil tabii her şey. Beni de tanırsın. Almayı da vermeyi de kendi kurallarımla yaşarım. 
Yaşardım.
Elif'e kadar.
Elif dünyamı alt üst etti.
Vericiliği ile önce çok kavga ettim. Bildiğin kavga.
2 defa çok büyük kavga ettik.
1 tanesi 10. evlilik günümüzde Çağlar'ın bana özel bir süpriz yapmadığını öğrendiğinde gitti dünyayı aldı hediye etti bana. Tabiiki kabul etmedim diye kavga ettik.
İkincisi ise evlerindeki yılbaşı gecesinin düzenine  karışıp ; hepimizin olan bitene yardım etme/paylaşma bölüşme teklifime çok sinirlendi. Nasıl olur da O'nun düzenine karışırmışım diye.
Anla annecim ikimizde hafif tutkulu ve asabi.

Ben vermeyi halen öğrenemedim belki ama almaya daha yatkın oldum annecim.
Elif sayesinde pek tabi.

En son geçen sene bildiğin üzere 40. yaşımı kutladım.
Senden bana miras yazılı şeyler dışındaki en kıymetli hediyelerimden bir tanesini hediye etti kendisi.
Kendimi.
Başkalarının gözünden kendimi.
Kimler yok ki.
Babam, Murat, halam, kayınpederim, kocam vs vs .
Ve pek tabii kocaman duygularımın, duyumsamalarımın kendisindeki yansımaları.
Bir döneme ait.
Önemli.
İnan bana annecim kapağını zar zor açabiliyorum.
Kapaktan dışarı taşan enerjiyle başedemiyorum.
Bilirsin bazı şeyleri zamanla içselleştirir, hazmederim.
Bu sefer oldukça uzun sürdü.
Eee kolay olmadı pek tabiiki.
40 seneyi kim bir çırpıda hazmetmiş ki ben edeyim.
1 sene sonra ancak teşekkür edebilecek duruma geldiysem,
Anla.
Şaşkınlığımı ve kocaman çalkantılarımı annecim.

İşte böyle annecim.
Elif bu.
Ömrüme ömür katan
Ömür dostum.
Hem biliyor musun?
Annesinin adı da Ömür!!!

İşte böyle annecim.
Hem seni tanıştırmak istediğim,
Hem O'nun istediğini yapmak istediğim,
Hem de senin huzurunda O'na şükranlarımı sunmak istediğim
Kişiydi.
Elif.


Aşağıda da kendisine ithaf ettiğim bir yazı var.
Tabiki Hz.Mevlana'dan.

Dört dörtlük bir yaşta,
Dört dörtlük bir hayatta,
Dört dörtlük dostluğu için az bile...


Öptüm seni hasretle,
Annecim.
Sevgiyle.
Kızın İpek.


Bilemezsin 
Sana verecek bir armağanı
Ne kadar çok aradığımı,
Hiçbir şey içime sinmedi
Altın madenine altın sunmanın ne anlamı var
Ya da okyanusa su...
Düşündüğüm her şey
Doğu'ya baharat götürmek gibiydi.
Kalbimi ve ruhumu vermemin bir yararı yok.
Çünkü Sen zaten bunlara sahipsin.
O yüzden Sana bir ayna getirdim.
Kendine bak ve beni hatırla!
Hz Mevlana



11 Şubat 2015 Çarşamba

Ton farkı

ton (II) 
isim, müzik  Fransızca ton
1. isim, müzik İnsan veya çalgı sesinin yükseklik, alçaklık derecesi
2. Konuşmada sesin duyguları belirtecek biçimde çıkması
"Bunun farkında olmadan, üstelik de hiç istemeden içli bir tonla söylemiş olacağım." - H. Taner
3. Bir rengin koyuluk veya açıklık derecesi
"Siyah ve beyazın tonlarını son derece hünerle kaynaştırır." - Y. Z. Ortaç
4. dil bilgisi Ses titreşimlerinin yükselip alçalması, titrem

Günlük hayatımızda çok kullandığımız kelime olan '' ton''u böyle tariflemiş Türk Dil Kurumu.

Doğanın yeşilinin, mavisinin, kahverengisinin tonu
Saçımızın, cildimizin tonu, 
Dinlediğimiz müziğin tonu, 
İletişimdeki ses tonu, 
Kitap ve sinemadaki  ''Grinin 50 tonu''
Duygularımızın tonu...

Ne kadar farklı anlamlarda yer bulmuş  ton kelimesi hayatımızda.
Bir de insanı insandan ayıran ton farkı var ki kişileri birbirinden benzersiz kılan.

Yukarıdaki ilk tanımda açıklandığı üzere;

İnsan veya çalgı sesinin yükseklik, alçaklık derecesi.

Cümledeki kelimeleri azaltarak şöyle devam ettiğimizde;

İnsanın yükseklik, alçaklık derecesi...

İşte benim için kişileri birbirinden ayıran ton aynen budur.

Neyi yaptığınız değil.
Neyi başardığınız hiç değil.
Neyi bildiğiniz hiç ama hiç değildir.
Neyi nasıl yaptığınızdır.
Hangi niyetle yaptığınızdır.

İletişimdeki nasıldır.
Bir şeyi nasıl ilettiğinizdir.
Hangi duygu ile taşıdığınızdır.

Her şeyin ötesinde hangi enerjiyi yaydığınızdır.

Tdk'nin dil bilgisine göre ''titreşim '' dediği ton; aslında ''enerji''dir.

İster şarkıdaki, ister sözdeki,  ister de davranıştaki tonlardan bahsedilsin, siz siz olsun sizi farklı kılacak tonunuza özen gösterin.

Zira yaydığınız enerji; kalplerde yol açtığınız titreşimlerdir sizi diğerlerinden farklı kılacak olan   ''ton '' farklarınız...

Zira insan dediğimiz,
Her türlü ton farklarını algılayan, 
Hisseden,
Duyumsayan 
Ve hatta kayıt altına alan 
Enerji varlıklarıdır.









2 Şubat 2015 Pazartesi

Canım oğluma mektup- 6.yaş

Canım oğlum,
Tarihler çok önemlidir derler. Hele de doğduğumuz saat ve tarih.
6.yaşını 9 Ocak'ta doldurduğun halde ben sana yeni yaş mektubunu neredeyse 1 ay gecikmeli olarak yazabiliyorum. Kusura bakma. Ama kayıt altına alınması gerek ki ben seni 09.01.2009 'da saat 11.35 de kollarıma aldım. Bu böyle biline.

Canım Emir'im,
Bu sene çok ama çok büyüdün. Geçen mektubumda; seni 5,5 yaşında ilkokul 1 'e göndereceğim için özür dilerken inanılmaz bir şey oldu.Yasa değişti ve sen gitmekten; ben de vicdan azabı çekmekten kurtuldum.Ne inanılmaz şey şu zaman değil mi? Halbuki tam 1 sene önce nelerden konuşuyorduk...

Seni halen yakın çevren, öğretmenlerin ve aile dostlarımız inanılmaz uyumlu, mülayım, ağzı var dili yok gibi görse de bu sene emin oldum ki aşağıdaki resmin gibi ve aslında tam da yine aşağıda resmini göreceğin annen gibi çift kişiliklisin. 


Hele bir damarına basılsın, sınır ihlali olsun, sana söylenen bir çift laf hasbelkader ikiletilsin; nedense herkesten hatta belki de benden bile fazla bulunan gururun hemen nişan alıp ateş etmeye başlıyor. O zaman yanından hızla uzaklaşmak lazım geliyor. Normal halinle kedi iken bu zamanlarda yırtıcı bir kaplana dönüşüyorsun.Tabii bunu en iyi anlayan ben hızla yanından uzaklaşıp,ufka bakar hale geliyorum ki; kazara gözlerinden çıkan alev ve burnundan çıkan dumandan nasibimi almayayım diye.

Öte yandan çok fazla sosyal olduğunu, arkadaşsız yapamadığın için her gün ya bizim evde ya da başka birisinin evinde arkadaşlarınla programlar yaptığını da belirtmem gerek.Ben sadece isteklerini organize ediyorum. Ama yine de kendi kendine güzel oyun oynadığını söylemeden geçemeyeceğim.Kıyaslama yapmayı sevmesem de; kendi kendine vakit geçirmede ve oyun kurmakta Ela'dan daha başarılısın. Daha az seçici olman da çok daha kolay arkadaş edinmene sebep oluyor. ( Yine bir kıyas geldi pardon :)

Memory card oyununda senden daha iyisi yok. Bu konuda inanılmazsın. Hepimizi yeniyorsun.

Spor en başarılı alanlarından. Şu zamanki en büyük isteğin Kick boks yapmak ve dövme yaptırmak.Şimdilik yüzme ve tenise gidiyorsun. O da haftada 1 defa. Fazlasına hiç gerek yok dedik. Biz demesek bile sen bize öyle sınırlar çiziyorsun ki ancak gak veya guk edebiliyoruz.

Ayakların inanılmaz hızlı; futbolda gelecek vaat etsende benim gönlüm ata sporumuz olan basketbolda. Gerçi bugün gittiğimiz çocuk Dr.'un %75 yüzdelik dilimde olduğunu, boyunun ortalama 1.80 olacağını söyleyip beni hayal kırıklığına uğratsa da yine de ''kimbilir'' demekten kendimi alamıyorum. Allah 'tan ümid kesilmez misali.

Bu sene paten yapmayı öğrendin, surfun üstünde kalmaya çabaladın, kayakta 3.seneyi tamamladın; çeşitlilik ve devamlılıkta sorun yok ama ileriki yıllarda daha odaklanman gerekecektir. İşte o zaman kimden etkileneceksin, nasıl karar vereceksin merak ediyorum.Zira biz istedik diye olmayacak hiçbir şey; şimdiden belli.

Spor dışında; aklı başında, az hovarda, ne istediğini her daim bilen, muhtar kadar meraklı, kararlı, uykuya düşkün, görev adamı olarak aile DNA'sına uygun ilerliyorsun. Şaşırtıcı bir taraf var mı yok mu diye düşünürken; utangaç olabildiğini anımsadım birden. İşte bu konuda beni inanılmaz şaşırtıyorsun. Ne ben ne de babanın utanıp sıkılacağı bir ortam ve/veya durum ol(a)mazken bu yönünle bizi çok fazla şaşırtıyorsun.Şimdilik tabiiki.

Müziğe de yatkınsın. Gitar ve bateri eline çok yakışıyor. Kendini rock starlardan en çok Queen'e benzetiyorsun.( Tabii ki sonun benzemesin!! )
Ben de senin hep olgun bir ruhun olduğunu düşündüğüm için  Justin Bieber'e benzemek istemenden daha anlamlı buluyorum Queen 'e benzemek istemeni:)

Hiçbir şeyi ama hiçbir şeyi unutmuyorsun. Gidilen yerleri,geçtiğimiz yolları, verilen sözleri, sana söylenenleri. Çok ama çok dikkatlisin.

Ailemizin en dokunmayı ve öpmeyi seveni sensin. En çok ablanı öpüyorsun. Hem de yerli yersiz. Seyahate çıkıp onunla aynı yatakta yatmaya bayılıyorsun. En çok O'nu geçmek istiyor, rekabet ediyorsun. En çok babanın sözünü dinliyor, O'nun gibi olmak istiyorsun. En çok da bana kızıyor veya naz yapıyorsun.

Duyarlılığın çok yüksek. ''İçime doğmuştu'' yu tariflemeye çalışıyorsun.

En çok kullandığın cümle '' Sabırsız mısın anne!! Biraz sabırlı ol'' 

En bayıldığın insan herkes gibi Orhan Deden. Ama Murat dayına ayrı bir sevgin var. Ela ise gerçekten ama gerçekten en sevdiğin. Zaten sorulduğunda da böyle cevap veriyorsun.

Kıyafetlerini kendin seçiyorsun, kendin giyiniyor ve yakıştırıyorun.Ayakkabılara ayrı bir düşkünlüğün var. En giyinmeyi sevdiğin şey '' gömlek ''.

Kısacası daha bu yaşında -hem de bir erkek olarak- bayağı seçici bir zevkin var. Bu konuda Bilim dedene ve Murat dayına çekmişsin.






Yorulduğum, yıldığım anlarda sana ardarda verdiğim komutlar içerisindeki tüm tutarsızlıkları bir çırpıda '' İyi de anlamadım.Az önce  böyle yap diyordun şimdi böyle diyorsun. Kafam karıştı'' diyecek kadar da analitik olabiliyorsun.Hem de sakin ve de tane tane konuşarak.

Canımın içi, yüreğimin prensi;

6 yıllık karnen aşağı yukarı böyle. Eskilerin deyimiyle hal, tavır ve gidişat pekiyi. Hatta olağanüstü.

Sen benim için çok özelsin. Nasıl olmayasın ki ? Seni,rahmime düştüğün an hissettim. Duyarlılığın o günlerden sana miras.

Ela; koşullarım gereği savaşçı olmak durumunda idi. O yüzden dirayetli ve savaşçı bir kişilikle  geldi bu dünyaya. Engel tanımayan, düştüğünde kalkmasını bilecek olan.

Senin zamanında ise evren doğman için tüm koşulları hazır etti. 2008 'de dünyada ekonomik  kriz çıktı, krizden şans eseri, 1 ay önce, 12 senelik kurumsal kariyerimden vazgeçtim; dünyada yer yerinden oynadı ama sen o denli içsel bir huzurun içinde  meydana geldin ki ; bugünkü senin yansıman o günlerden belli idi.

Biliyorum senin için her zaman sıradışı bir anne olacağım.
Sporundan hiç vazgeçmeyen, kendi zamanına önem veren, haftasonları sabah uykusunu çok seven, mutfağı ise pek de sevmeyen.
Ama herşeyi en alasıyla organize edebilen. Yorulmak pek bilmeyen.Yapılamayanı yapılabilir kılmaya çalışan.

Ne olursa olsun sen ve ben sadece bir şeyi çok iyi biliyor olacağız.

Gözlerimizle konuşmayı.
Gözlerimizle bakışarak hissettiklerimizi hissettirmeyi,
Az laf ile dünyaları duyumsamayı.
İç sesimizi dinlediğimizde '' doğrumuzu '' bulacağımızı.

Canımın içi; iyi ki doğdun, beni seçerek oğlum oldun.
Nice mutlu senelere,














7 Ocak 2015 Çarşamba

Etkileşim; kafayı taktığım, gözünü sevdiğim...


2 sene oldu yazmaya başladığım. Kendimi ve duygularımı  açığa çıkartarak kayıt altına aldığım. 

Hiçbir zaman saklamadım ne kendimi ne de duygularımı ama ; söz uçar yazı kalır misali kayıt altına alırken de hiç saklamadım kendimi.

Önce niyet ettim sonra da irade göstererek 2 seneyi tamamladım. Benim için önemli bir eşikti, atladım geçtim. Belli oldu ki artık yolum açık. Yazmak benim için önemli, önemliden de öte belki zaruri.

Bu sene kafayı takacağım şey ''etkileşim ''.  Zira benim besin kaynağım ''etkileşim'' ve yazmanın sonucunda fark ettiğim; etkileşimin beni asıl büyüttüğü, ilerlettiği ve kendimi bulmamı sağladığı.

Beni her daim gerek paylaştıkları gerek söyledikleri ile düşündürttükleri, hissettiğimi hissettirdikleri, kimi zaman  kalbimi titreştirdikleri; kimi zaman da sindirilmesi zaman alan olağanüstü kıymetli hediyeleri bana koşulsuz şartsız verdikleri  için teşekkür etmem gerekenler var önümüzdeki dönemde. Sadece teşekkür yetmez şükranlarımı sunmaya diyelim. 

Şükranın büyüğü ve küçüğü, sırası ve önemi olmaz. Olsa olsa doğru zamanda, doğru koşulda şükranını sunabilmek ve kimseye şükran borcunu unutmamaktır önemli olan diyelim. Bu denli geç kaldıysam affola; olsa olsa verdiklerinizi kabul etmem, sindirmem ve hazmetmem zaman almıştır. Yoksa kıymet biçmemem değil.

Bahar'cım, 
Kıymetli dostum ve ortağım, nazımı niyazımı, kaprisimi en çok çekenim, çoğu zaman en çok etkileştiğim, beni her daim ilerlettiğini hissettirdiğim, iş yapış biçimlerimizle
beni en çok tamamlayanım, sınır ihlali konusunda çok hassas ve duyarlı olan dostum , birlikte büyüdüğümüzü bildiğim, beni her zaman olduğum gibi kabul edenim,

Gerek bana geçen gün gönderdiğin aşağıdaki Ted talk videosu ile gerek de dün bu videoyaya dair konuşurken benimle ilgili son 17 senelik kıymetli görüş ve yakıştırmaların için sana teşekkürü borç bilirim. Kendi yolculuğumu bana bu kadar şeffaf, objektif ve çok yönlü anlatan olamazdı. Biz iş hayatından dost olmuştuk ama o iş hayatı da beni ben yapan en önemli dönüm noktalarındandı. Aşağıdaki videodaki duyguları ve yolculuğu bana yakıştırdığın için ayrıca müteşşekkirim. Söylemeye gerek yok ayna olduk bu dönemde birbirimize. İlerliyoruz birlikte...

Gerek aşağıdaki video gerek de yazı arka arkaya düştüler önüme. Ben de çok hoş izler bıraktılar. Şafak hn'ı şahsen de tanıdım. İnanılmaz güzel ve etkili bir '' hikaye anlatıcısı ''. 
Aşağıdaki yazısını facebook'ta  paylaştı. Kıymetli yazıları ve düşündürtücü tespitleri var. Takip etmenizi öneririm.

Yeni senede, kendi hayatında yeni sayfalar açmak isteyen herkesin, hikayeler yazmak isteyenlerin, etkileşerek büyümek isteyen herkesin okuması, izlemesi ve etkileşmesi dileğiyle,

İyi seneler dilerim,








ÖZ’ÜNÜZLE BAĞLARINIZ NASIL?
Doç. Dr. Şafak Nakajima
Kendinize olan inancınızla, kendinize duyduğunuz güven arasında çok yakın bir ilişki vardır!
‘’Kendine inanmak, ne demektir?’’ sorusu gelebilir aklınıza!
Bilginize, yeteneklerinize, doğru karar verebilme kapasitenize, zorluklar karşısında direnme gücünüze, sorumluluk üstlenebilme becerinize inanmak size, yeterli bir birey olduğunuz duygusunu kazandırabilir.
Bu yeterlilik duygusunun adı, özgüvendir.
Ailelerin, eğitim sisteminin ve çalışma yaşamının aşırı yarışmacı olması, yeterlilik duygusu geliştirmeyi çok zorlaştırır.
Böylesi sağlıksız yarışmacı yapılar, sürecin tadına vararak kendini geliştirme, derecesi ne olursa olsun başarının tadına varma imkânını elinizden alırlar.
Koşu bandında gibi hissettirirler insana kendisini; kulağına fısıldarlar: Durma! Durursan düşersin! Yarış!
Ya özsevgi?
Çoğu insan beyninde, kendisini ağır suçlarla itham eden acımasız bir savcı ve vicdanın sesine kulaklarını tıkamış merhametsiz bir hâkim taşır.
Onların görev yaptığı bu iç mahkemede durmadan suçlanan ve yargılanan insan, kendisini olduğu gibi kabul etmeyi ve sevmeyi öğrenemez.
Her şeyin iyi-kötü, doğru-yanlış, sevap-günah gibi siyah-beyaz keskinliğinde sınıflandırıldığı toplumlarda, bu iç mahkemenin gücü büyük olur.
Birey, taşıdığı farklı düşünce ve duygular nedeniyle kendisini yargılar, başkalarının yargılarından korkar, yabancılaşır. 
Kendisinden nefret dahi edebilir.
Oysa kendisini olduğu gibi kabul edebilse, hissedeceği duygu özsevgi olacaktır.
Özsevgi, burnu havada bir bencillik ve sorumsuzluk değildir. 
İnsanın kendisine sevgiyle yaklaşabilmesi, yanlış veya yetersiz bulduğu şeyleri acımasızca yargılamak yerine, şefkatle düzeltebilmesi demektir. 
Özsevgi, özgürlüğün çocuğudur; birey olmanın cesaretlendirildiği, farklılıkların yargılanmadığı ortamlarda boy atar.
Bir de, özdeğer vardır.
Özdeğer, kişinin bu dünyaya gelmiş bir birey olduğu için, salt varlığı nedeniyle kendisini değerli hissedebilmesidir. 
Özdeğer sahibi bireylerin yetişmesi, insana değer verilen toplumlarda daha kolay gerçekleşir.
Özdeğer sahibi insanlar kendilerini, başkalarının davranışlarına göre değerli ya da değersiz hissetmezler!
Onlar kendi değerlerinin farkındadırlar. 
Ve elbette, kendisine değer veren bireyler, başkalarına da değer vermeyi bilirler.
Özsaygı, Özsevgi ve Özdeğer, aslında birbiriyle iç içe geçen, birbirinden beslenen üç kavramdır.
Birinin eksikliği ya da yokluğu, benlik bütünlüğünü bozar.
Sağlıklı bir benlik sahibi olmanız ancak, yeteneklerinizi tanımanız, kendinizi olduğunuz gibi kabul ederek, yargılamadan anlamaya çalışıp geliştirmeniz, kendinize değer vermenizle mümkündür.
Bu nitelikleri kazanabilmek için, içinde yaşadığımız toplumun çok iyi bir ortam sunduğunu söylemek kolay değil!
Önyargıların, cehaletin, baskının, ağır sosyoekonomik eşitsizliklerin, insan haklarındaki yetersizliklerin kol gezdiği günümüzde, benliği hasta insanların sayısı hızla artmakta, maalesef.
Öfke, şiddet, kabalık, saldırganlık, samimiyetsizlik, sorumsuzluk, gösteriş budalalığı, şekilcilik her yerde karşımıza çıkmakta.
Özsevgi, narsisistik bencillikle; özdeğer, hak edilmemiş üstünlük duygusu ve kibirle; gerçek yeterlilik duygusu olan Özsaygı ise, haksız güç ve zorbalıkla karıştırılıyor.
Öz’üyle sağlıklı bağ kuran, sevgi ve saygı dilini konuşan, içten ve dürüst, sorumluluk ve adalet duygusuna sahip insanlara, giderek ne kadar da az rastlıyoruz!
Depresyon, panik atak, endişe bozukluğu adlarıyla etiketlenip ilaçlarla tedavi edilmeye kalkışılan çoğu ruhsal fırtınanın arkasında, öz ile sağlıklı bağlar kurmayı bilememenin yattığını göremiyoruz.
Ama artık, doğru çözümleri bulmak için fazla bekleyecek zamanımız yok! 
Hem bireysel hem de toplumsal sorunlarımızın çözümünde, ruhsal ve bireysel gelişimimizi öncelikli kılmak zorundayız.
Hepimizin Özsaygı, Özsevgi ve Özdeğer sahibi olmaya ihtiyacı var!
Kendimizi bilmek, acil amacımız olmalı!
Bunu başardığımızda ancak, sağlıklı toplumlar, uygar kentler kurabilecek; yaşamlarımızı kara kuyulardan çıkarıp, gökyüzünde yıldızlaştırabileceğiz!

3 Ocak 2015 Cumartesi

1.1.1992

Canım Annem,
Nerden başlasam bilmiyorum. Neden bu zamanı seçtik onu da bilmiyorum.

Aramızdaki sessiz ama çok özel olan ve halen sürdürdüğümüz ilişkimizi neden bu zamanda herkese açmaya karar verdik bilmiyorum.

Belki de sadece artık kızın olarak değil de 40 yaşını geçkin bir kadın olduğum için, senin gidişini bir kayıp olarak algılamaktan çok öteye; gidişinle birlikte  beni ben yapan herşeye ; başta dirayet ve farkındalık, kıymet ve şükür kavramlarını dibine vurduğum şu dönemi bilerek sen seçtin.

İçime girdin ve tarifi olmayacak bir şekilde yad edilmek istedin.

O kadar çok istedin ki; 23 senedir içimde sakladığım hazine sandığını herkese şu an açabildim.

Kendime, sadece kendime sakladığım seni ancak şu an herkesle paylaşabildim.

Seni o kadar iyi tanısınlar istedim ki geceler günler sana hazırlandım.

Aslında bir de fark ettim ki ; ben hiçbir şey yapmamışım bu hazırlık sürecinde bile.

Her şeyi ama her şeyi yaşadığın kısacık hayatta bile benim için bizim için sen en ince detayına kadar düşünmüşsün.

Kah yazılı kayıt altına alarak, kah 45 seneye sığdırdın hayatının izlerini fotoğraflar aracılığıyla bize ayna tutarak.

Yoksa nasıl anlatırdım başka türlü senin zerafetini, her daim iyimserliğini, üzerinden 40 sene geçse de fotoğraflardan çıkan ''halen ben aranızdayım dedirten '' enerjini, halen arkadaşların üzerindeki tesirini, arkadaşların için çok kıymetli oluşunu, babamla aranızdaki Hollywood starlarını andıran çekim gücünü, birbirinize yakışmanızı...

Bu sene idi sanırım Bahar'a alakasız bir günde alakasız bir an'da ''Ben annemin ardından hiç neden ben demedim; iyiki böyle acı yaşamaşım da erken yaşta; herşeye ama herşeye karşı dirayetli, ''derdimiz bu olsun '' bakış açısını öğrenebilmişim'' dedim. Bahar cevap vermekte zorlandı ama sadece şöyleyebildi '' Bunu da, bu farkındalıkla ancak sen söyleyebilirdin ''

Ben hep şanslı olduğumu bildim.Annemin de yanımda olamasa da hep şansım olmaya devam ettiğini bildiğim gibi.
Annemin sahip olmak istediği herşeye benim sahip olduğumu bildiğim gibi.
Ben çok şanslıyım.
Annem gitmeden önce herşeyi düşünmüş, çabalamış.İnanılmaz ağrıları varken bile dayanmış.
Sadece benim için .

Haber vermeden, benimle son bir kez görüşmeden, benden söz almadan gitmek istememiş.

31.12.1991.
Ankara Hacettepe Hastanesi.
Annemi tam 40 gün olmuş görmeyeli. Sağlığı hakkında bana bilerek  hiç bir şey söylenmemiş. Zira üniversite sınavlarına hazırlanıyorum. Ailenin tüm fertleri babam ve ağbim Ankara 'da O'nun yanında; benim yanımda ise babaaannem.
Dediler ki; gelin Ankara'ya.
Yılbaşını birlikte kutlayalım.
Gittim o gün hastaneye.

Annemi gördüm şok içerisindeyim. Aldığı kortizonlardan tanınmayacak kadar şiş her yeri.
Biliyorum ve hemen fark ediyorum ki bu bir veda.

Boğazımda bir yumru, yüreğimde ise daha önce hiç hissetmediğim kadar bir kuvvet.
Annem gideceği için mahcup ama beni görebildiğine dayanabildiği kadar da mutlu.

Hissediyorum bunu iliklerime kadar.

Söz veriyorum bende anneme.

O'nu hiç mahcup etmeyeceğime, çok çalışacağıma, başarılı olacağıma söz veriyorum. Gözü arkada kalmamasını söylüyorum****

Ağlayarak çıkıyorum odadan.
O'nu son görüşüm oluyor.
Beni beklemiş olan annem; hemen ertesi gün huzurla artık gideceği yere gidiyor.
1.1.1992 oluyor tarih.
Ben de İzmir 'i arıyorum. Lerzan'a haber veriyorum annemi kaybettiğimi. İlk anda aklıma gelen ve nedense hep anaç bulduğum arkadaşımı.

1.1.2015. Alaçatı'dayız. Emir hasta olduğu için akşam programımız değişiyor ve evde kalıyoruz.Lerzan ve Berke geliyor bize spontan bir şekilde. 2 hafta önce annem için ; annemin çok istediği, istemekten öte kıvrandığı yad edilmeyi;  ruhunu rahatlatmak için yaptığım mevlütü anlatıyorum.Anlatmaktan öte O'nun adına bastırdığım Yasin kitabını ve kendi el yazısı ile yazmış olduğu yemek tariflerini üzatıyorum O'na. Lerzan'a. Teşekkür ediyorum O'na. Ama biliyorum ki  o an teşekkür eden Lerzan 'a annem. Tam tamına 23 sene sonra.

17 yaşındaki kızının verdiği acı haberi sırtlanacak bir yükü kaldırabildiği, herkesin kabul edemeyeceği bir sorumluluğu alabildiği için.
Ben de şu an anlıyorum ki o teşekkürü annem yine düşünmüş nasıl edeceğini. O gece evde oturmamız gerekiyormuş  tıpkı onlarında spontan bir şekilde bize uğramaları gerektiği gibi.

Canım Annem;  aramızdaki sırrı artık herkes biliyor oldu...Ne mutlu bize.

Mevlüt için bir video hazırlarken müzik konusunda çok ama çok kararsız kalmıştım.Vardı kafamda birkaç alternatif; derken yine annem yaptı yapacağını. Hem yaşına; hem dönemine hem de tüm duygularıma tercüman olacak müthiş bir şarkı çıkartt karşıma. Şaşırmadım. Ama mevlütte sordular nasıl bulduğumu, yakıştırdığımı bu şarkıya; anlatamadım.Şimdi öğrenmiş oldunuz sizde bu işin sırrını...





Canım Annem,
Ayla Ertekin,
Mekanın cennet ruhun şad olsun...
















Hoş geldim!

Yeni yılın ertesi, annemin başka diyarlara intikal edişinin tam göbeği, oğlumun yeni yaşının hemen öncesi bir zamanlardan merhaba! Uzun bir ...