16 Ağustos 2015 Pazar

Ne mutlağım ne muğlak!

Tamtamına 3 ay olmuş yazmayalı.Yazamayalı değil ama.
Bekledim olan bitenin bitmesini, bitmedi. Bitemedi.
Seçimdi, ümittir, umuttur, dur şu da bitsin, öyle dökeyim hislerimi dedim ama olamadı. Tam 3 aydır bekledim. Sonra bir yerde gördüğüm şu söz hislerime tercüman oldu;

ne mutlağım ne muğlak...

İşte tam bu haldeyim.
Siyahları beyazları çoktan bıraktım grinin tonlarında gezinmekteyim.
Hem de çok uzun bir süredir.
Net değilim.
Kimi zaman asılıyım,
Havada.
Kimi zaman yüzer gezer bir haldeyim,
Karada.
Çok fazlaca, yaşamaya kafayı takmış bir haldeyim.
İnsanca yaşamayı unutmaya ramak kaldığı bir ortamda,
Savaşın kıyısında, insanlık dramının ortasında, pervasızlığın göbeğinde, bencilliğin dayanılmaz hafifliğinde,
Yaşamaya odaklanmış haldeyim.
Kendi adıma değil.
İnsanlık namına.
5duyumun da ötesindeki duyumsamalarımla kıvranmaktayım.
Yolumu bulma çabalarında, misyonumun  tam da bu noktada ne olması gerektiğini bulma yollarındayım.
Zira hani yabancı ülke metrolarında, sokaklarında denildiği sözleri;

''mind the gap '' ( Londra  metronun kapısı ile kaldırımın arasındaki boşluğa düşülmesini önlemek amacıyla '' boşluğa dikkat !'' uyarısı yapılır )

'' park at your own  risk'' ( ABD 'de arabanızı park etmeye çalıştığınız herhangi bir yerde hırsızlık ve diğer kazalara karşı riskin sürücüye dair olduğunu anlatan uyarılar görürsünüz )


bizim coğrafyamızda, kendi ülkemizin koşullarında, vatandaşların devlet karşısındaki acizliğine, olan biten tüm korkunç ve her geçen gün sıradanlaşan sıradışı olaylar için  bizler kendi kendimize söylediğimizde ise ortaya çok acı ve kinayeli bir durum çıkmakta...

'' mind the gap ''

''live at your own risk''  ( park yerine live dediğimizde !)

Ne kadar dayanabileceğiz bilmiyorum ama bizler aktif sorumluluk almadan, küçük büyük, az çok fark etmeksizin misyon edinmeden, destek olmadan, çaba göstermeden hiç bir şey DEĞİŞMEYECEK.

Bulmalıyız o her neyse. Önce kendimiz için. Kendimizi özgürleştirip tekrar hayal kurabilmeye başlayacak hale gelene kadar aramalı ve bulmalıyız misyonumuzu.

Karamsarlığın ve huzursuzluğun bulaşıcı halini başka türlü gidermeliyiz.

Yenmeliyiz demiyorum belki de bu huzursuzluk bizi ve koşullarımızı değiştirtecek.

Kendi adıma daha çekip gitme zamanı değil. Ama konfor alanından çıkma zamanı!

Para kazandığım işim, annelik ve eşlik görevlerinden çıkarak başka roller almaya hazır olduğum bir zaman...

Ben ancak o zaman ne mutlak ne de muğlak  bir ruh halinden çıkıp kendim olabileceğim.

2-3  ay içerisinde paylaşmak ümidiyle,
Net olmanız ve net kalabilmeniz dileğiyle,
Sevgiler


------------------------------------------------------------------------------------------------------
Diyorum ya bu 3 ay zarfında ne mutlağım ne muğlak.

Tahtarevellinin üstünde gibiyim.

Bazen aşağıda bazen yukarıda.

Neredeyse 2 sene önce tanışmış ve sadece 2 saat sohbet ettiğim ama kısa tanışıklığımıza rağmen gönül gözünü ve inandığı yolda yaydığı enerjiyi çoğu zaman anlattığım sıradışı kadın Afet Erengezgin'i yaklaşık 3 hafta önce kaybettik. Uykusunda, hiç bir sağlık sıkıntısı yokken. Nefesi buraya kadarmış.

Aşağıda 2 sene önce kendisine dair yazdığım yazıyı, aynı yazıda Afet hn 'ın kendi elinden yazmış olduğu yazıyı, en sonda ise kocası Çelik bey'in kaybı üzerine Afet hn 'a dair yayınladığı yazıyı GÖNÜL GÖZÜNÜZLE okumanızı isterim...

Bir defa daha tesadüflerin olmadığını, karşılaşmamız gereken kişilerle, 5duyumuzun ötesini kavrayabilmemiz, farkına varabilmemiz için tanışmamız gerektiğini kavradım.Bir sohbet, bir kelime, bir selam, bir gülümsemenin bile bizi başka bir farkındalık seviyesine taşıyabileceğini bir defa daha deneyimledim.

Bunun için müteşekkirim.

Size de Çelik bey ve Afet hn...

Gerçek sevgiyi bizzat görebilmemi sağladığınız ve buna izin verdiğiniz için...

Yolunuz ışık olsun, ruhunuz şad olsun.

Sevgiyle,
İpek

http://5duyum.blogspot.com.tr/2013/11/yurek-ve-sevgi-uzerine.html

Sevgili gönül dostlarımız,
“Anda” yaşamayı ve “iki beden, tek yürek” olmayı öğreten, yani; “bana beni !” anlatan, göğsündeki suretime, gönlündeki sevgime; elli yıldır yer açan, yaratılanı, yaratandan ötürü sevmeyi, sevgiyi ve bilgiyi karşılıksız vermeyi, hepimize belleten Âfet’imizi, 27 Temmuz Pazartesi günü, Tirilye’deki Fatih Camiinde, ikindi namazından sonra yaratana emanet edeceğiz.. Yani gönlünün seçtiği yerde, hakka yürüyecek !..
O güzel sesini artık; yüreğimizle dinleyeceğiz. O güzel yüzünü görmek için; gözlere gerek kalmayacak.. Ne mutlu, Afet’imin emanetine; yani bedelsiz bilgiye ve koşulsuz sevgiye sahip çıkacak değerli dostlarımıza !..
En büyük yanlışımız; “bir” olanda buluşmayı, “ayrılmak !” sanmak.. En zor işimiz ise, bu gerçeği gönlümüze anlatmak !.. Mutlaka bir gün ve dönmeyeceğini düşünerek, sevdiğimizi uğurlamak ise yazgımız, kavuşacağımızı “bilerek” o günü beklemek, mükâfatımız olacaktır !..
“Âfet’imle birlikte !”, sevgilerimizle...
Sonsuza kadar eşi,
Çelik Erengezgin

www.erengezgin.net


24 Mayıs 2015 Pazar

İtiraf ediyorum

İtiraf etmek ne güzel bir his. Dile getirmek. Yazmak da benim için  itiraf etmenin bir türü aslında.
Bu sefer lafı dolandırmadan itiraf etmek istediklerime ayırmak istedim;

İtiraf ediyorum, anne olmaktan her geçen gün çok ama çok daha keyif alıyorum. Ben doğum yapınca  anne olunmadığını, anneliğin her meslek her zanaat her sanat dalı gibi emek yoğun bir iş olduğunu, zamanla anneliği ve o dünyanın sonsuz boyutlarını daha iyi kavradığımı, keşfetmekten keyif aldığımı  12. sene sonunda da olsa  anladım ve tecrübe ettim. Geç oldu, güç oldu ama oldu...

İtiraf ediyorum, çocuklarımın kendi başlarına zaman geçirmelerinden olağanüstü mutlu oluyorum. Ela'nın kendi inisiyatifi ile odasında ders çalışmasını ve bundan memnun olma halini, Emir'in de kendi başına lego, suluboya veya futbol oynamasını ve bundan memnun olma haline bayılıyorum. Ben o zaman kendimi iyi bir anne hissediyorum.Yakın ama uzak, kendi ayaklarının üstünde, kendilerinden her türlü memnun olduklarında.


İtiraf ediyorum, 12 yaşında Ela 'nın herşeyini bu denli gözümün önünde, benim o yaştaki dönemime göre çok daha az yaramazlıkla geçirmesine çok ama çok üzülüyorum. Ben tam da O'nun yaşında iken Petkim 'de ki lojmanlarımızda bulunan devasa lokalimizde çalışan erkek garsonların soyunma odasını gözetleyen,( gözetlemek yetmez soyunma odasına saklanan) akşam olunca lojmanlarda  gözümüze kestirdiğimiz evlerin camlarına kozalak atıp kaçan, yasak olan birçok şeyi daha yapıp babalarımıza ihtar getirtmiş ama bütün bunlardan ötürü de hiçbir zaman bile laf işitmemiş olan bir çocukluk geçirdim. Geç kalmış bile olsam hemen bugünden itibaren görmedim/duymadım/bilmiyorum u çocuklarıma uygulamak istiyorum. Ela için tam zamanı. ( Petkim grubu bana unuttuklarımı da ltf hatırlatınız )

İtiraf ediyorum, akıldaşım, sırdaşım, yol dostum, sol beynim, manyağım ortağım Bahar'ı; çocuklarına elcağızıyla hazırladığı şekilli pastalardan sonra artık çok kıskanır oldum. Bu olaya kadar idare ediyordum ama bu olaydan bayağı bayağı kıskandım. Bir insan herşeye de yeter mi ?

İtiraf ediyorum, hayatımın hiçbir döneminde yurtdışında yaşamadığım için hayıflanıyorum. Bundan sonrası içinde kısmet.

İtiraf ediyorum, kendimi hep çok şanslı buluyorum.Yaşadığım tüm zorluklara bile şans gözlükleri ile bakıyorum. Seçme, tercih etme ve gerçekleştirme özgürlüğünü kendime vermiş olduğum en büyük hediye olarak görüyorum

İtiraf ediyorum, HDP yüzünden  arkadaşlarımın bile bölündüğünü, söylemlerinin birbirlerine karşı ne kadar sert, diğerini ötekileştirdiğini görüp Türkiye'nin genel durumunu çok daha rahat okuyabiliyorum. Ciddi sorunlarımız var, yüzleşeceğimiz zamanlar yakın hissediyorum. İyi kötü değil olması gereken olacak gibi.

İtiraf ediyorum, eskiden sıradışı insanlara öykünürdüm şimdi sıradan yaşayan kişilere hayranlık besliyorum.

İtiraf ediyorum, hayatı çok ama çok pahalı buluyorum. Her markete girdiğimde kasiyere '' sorarım size ne aldık ki bu kadar tuttu '' demekten alıkoyamıyorum. Çok daha dikkatli harcama yapmaya çalışıyorum. 20 senedir emekli hayatı yaşayan ve her daim ayaklarını yorganına göre uzatan, benim için Robert Redford karizmasında olan, kendisi içinde zor bir durum olan babama çok daha saygıyla yaklaşıyorum.

İtiraf ediyorum,  hayatında hiçbir fikrini , iş yapış şeklini, keşke'lerinin hiçbirini değiştirmemiş, empatiden uzak, sabit fikirli, esnemeyi döneklik zanneden kimselerin yakınımda olmasını istemiyorum.

İtiraf ediyorum, akademik başarıyı küçümsüyorum. Herkesin başarı tanımı ve reçetesi farklı olabilir ama sadece akademik başarıya tutunanlar benim için bir şey ifade etmiyor. Ela'nın derslerini metheden öğretmenlerine söylediğim gibi '' Söylediğiniz ve memnun olduğunuz ders notları  benim için bir şey ifade etmiyor. O'nun duygusal dünyasına olan yakınlığınız ve farkındalığız , sizin O'ndan her yönüyle memnun olduğunuzu O 'na hissettirmeniz ve  kendisinin de bunu  biliyor olması '' benim için en ama en önemli başarı. Kendini sevme hali. Ne olursa olsun. Benim başarı reçetem.

İtiraf ediyorum, önyargı ve varsayımların hayatımdaki en büyük tuzaklar olduğunu keşfettiğim günden beri herkesi ve herşeyi keşfetmeye çok daha fazla önem veriyorum. Önem vermekten öte önyargı ile yaklaştığım, kritik ettiğim her kişi /konu/ meselenin aynısının sınavını verdiğimi biliyorum. Renkler hepimizin üzerinde nasıl farklı duruyorsa seçim ve tercihler de herkesin üzerinde farklı duran kıyafet ve tasarımlar sanki. Sevmek ve saygı duymanın arasındaki tasarım hali. Sevmenize gerek yok ama saygı duyunca tüm dünya değişir. Denemek lazım. Daha sık

İtiraf ediyorum, kendimi de başkalarını da şaşırtmayı çok seviyorum. Ölene kadar muzip ve çocuk kalmak istiyorum.

İtiraf ediyorum, Bradley ( Cooper ) Suki Waterhouse'dan ayrılıp Irina Shayk ile birlikte olduğunda bir kere daha anladım ki; Ben ve Suki '' girly'' dediğimiz tiplerden. Her daim spor ve edasız, kadın olma halinden uzak. Halbuki İrina tam bir eda fırtınası. Sonradan edalı olunmuyor, öyle doğuluyor. Üzgünüm Leyla...


İtiraf ediyorum, ben iyi bir planlamacıyım. Seviyorum her türlü işi, yükümlülüğü aynı anda yapabilmeyi.

İtiraf ediyorum, yeni hayat mottom ;  40 yaşına kadar becerikli olmak 40 'ından sonra '' amaaa ben onu beceremem, bilmem ki , sen çok daha iyisini yaparsın nasılsa '' demek. Her şartta, her koşulda. Deneyin faydasını göreceksiniz.

İtiraf ediyorum,  sapına kadar beceriksiz insanlarla da  yapamıyorum maalesef. Hele bir de mızmız olurlarsa, hızla kaçmak istiyorum. Kural basit; 40 'ına kadar illaki becerikli olunacak. Sonrası size kalmış...

İtiraf ediyorum, içimde sonsuz bir enerji hissediyorum ama doğru insanlara kullandırtmak ve faydalandırtmak istiyorum. Enerjimi olumlu yönde tetikleyenler canım, istismar edenler ise yollarımı ayırdığım.

Peki siz neleri itiraf ediyorsunuz?

Deneyin, detox etkisi olur.
İnanılmaz hafiflersiniz.



11 Mayıs 2015 Pazartesi

Kaygı yönetimi

Değişik bir dönemdeyim farkındayım. Kontrol etmeye çalışsam da , farkında olsam da, her yerden işaretler alıp, işaretleri doğru okusam da yine kaygılıyım bu sıralar.

Bence ''kaygı '' tüm kötülüklerin anası. Zehir gibi. Başladınız mı bir kere endişelenmeye, karamsarlığa, kaygılanmaya gerisi çorap söküğü gibi geliyor. Panik atak gibi geldi mi de; ataklar halinde gelip, kalp atışınızı hızlandırmaya, başınızı döndürmeye , tansiyonunuzu düşürmeye kadar etkiliyor bünyeyi.

En azından beni.


Yine kaygılıyım zira çok uzun süredir, belki de 5 senedir filan bu denli kaygı duymamıştım.
Geçmişte -çok küçükken ben- derslerim için, notlarım için kaygılanırdım.
Sonra büyüdüm geleceğim için kaygılandım.
Sonra iş hayatına atıldım, en iyisini yapmak için çok çalışırken kaygılandım.
Sonra Ela'yı doğurdum, teşhisimi koyabildim.
Şiddetli kaygılıydım.

Ne olacak sorusundan çok nasıl olacağını hep düşünürdüm.

Nasıl yapacaktım?,
Nasıl edecektim?,
Nasıl olacaktı?
Nasıl gelişecekti işler ?
Nasıl halledilecekti?

Kim sorusu yoktu pek. Zira kim diye sorduğum herşeye cevabım basitti '' BEN ''.
O kadar paratoner gibi çekiyordum üstüme tüm sorumlulukları, yapılması gerekenleri, çözüm bulunması gereken şeyleri.
Kendimi mesul tutuyordum herşeyden. Mesuliyet müdürü diye bir iş olsa o ben olacaktım. Sadece kendi dünyamdan değil tüm dünyadan sorumlu mesuliyet müdürü hem de.

Neyse battım, çıktım, debelendim bir süre ama en önemlisi akışa bırakınca kendimi, sorduğum her sorunun cevabına   ''ben '' olarak yanıt vermemeyi seçince aktı gitti üstümden kaygıya dair  tüm duygular.
Mesuliyet müdürlüğünden istifa edebildim...

Kaygılar akıp gidince ise inanılmaz bir şey oldu;  ''duyumsamaya '' başladım ben.
Benim için evreka diyecebileceğim bir andı.
Herkesi, herşeyi, duyguları, kaygıları, niyetleri, sevinçleri, varolan ve aslolan herşeyi çok rahat hissetmeye, duyumsamaya ve anlamlandırmaya başladım.

Buradaki en kritik olan şey belki de '' anlamlandırma'' idi.

Zira hal böyle olunca sebep- sonuç ilişkisi de çok kolaylıkla kurulabildiği için; yaşamam gereken bir şeyi yaşadığım için ürkmez oldum. Bıraktım kendimi ve yaşar oldum.

Her an, her şeyden işaret alıyordum. İşaretlerin kaynağı; edilgen olabildiği kadar da etken de olabiliyordu. Yani kaynağın kendisi; ben ve iç sesim olabiliyordu. Ki çoğunlukla da öyle oldu. Kendimi bir süre sonra; iç sesime soru sorup bekler durumda buldum.

Veya bir sohbet sırasında hissettiğim yoğun bir duyguyu hop diye cımbızla çektim yerleştirmekteydim içimde bir yere.
Böyle böyle biriktirmeye başladım tüm gerekli olan cevapları kendi içimde.
Daha sonra soru sorduğum zaman '' kanıt '' olabilsin diye.
İç sesime.
Ama bunu öyle bir farkındalıkla yapıyordum ki ; hem iç sesim hem de mantığım tanık oluyordu bu kanıtlara. Dolayısıyla da müthiş bir uyum yakalanıyordu, ikilik çıkmıyordu.

Bu süreçte biliyordum ki iki çok önemli anahtar vardı.
'' Niyet '' ve '' sevgi '' .

Artık  yaşadığım ve tecrübe ettiğim, beni üzecek olan hiç bir durumda çok üzülmüyordum. Kaygılanmıyordum. Bundan bir şey öğrenmem gerekiyordu. O yüzden yaşıyordum bunları.

2 sorum oluyordum yaşanan olaylara;

1.Niyeti iyi mi kötü mü ? Farkında olarak mı yoksa farkında olmaksızın mı yapıldı beni üzen bu eylem?
2. Bu kişiye dair yüreğimde daha önce biriktirdiğim kırıntısı bile olsa sevgiye dair bir iz/ kanıt var mı?

Cevaplayıp ilerliyordum. Olması gereken oluyordu zaten. Bana sadece kabullenerek yaşaması kalıyordu. Sessiz ve derinde yaşıyordum ama çok da kolay ilerliyordum hayatımda.

Ta ki, şu sıralar, üstüste benzer sınavlara girene kadar. Sınavların birisinden geçsem bile huzurla, aynı vaka tekrar karşıma çıkınca afallar oldum bu defa.

Hiç bilmediğim duyguları duyumsattılar bana. Ben ki şüpheci olmayı hiç sevmem.

Yaşamayı, tecrübe etmeyi tercih ederim varsaymaya.

Hep de yaşadım, hep de tecrübe ettim iyisini kötüsünü ama şu son zamanlardaki kadar
''sevgisiz ve kötü niyetli insan'' az çıktı karşıma.

Demek ki dedim yine önemli bir sınav veriyorum.

Demek ki dedim içimde kanıt olsun diye biriktirmeye attıklarıma kimi zaman '' yok ya bu kadar kötü niyetli olamaz bekleyip göreyim '' dediğim herşeye kanıt olacak şekilde yağıyor  işaretler.

Fazlasıyla yoğun yağınca işaretler, sindirmesi de kabullenmesi de ilerlemesi de zor olmakta pek tabiiki..

Hatta yine unuttuğum bir duyguyu çıkartıyor içimden '' kaygıyı ''

Sorularım farklılaşıyor bu sefer...

''Nasıl bu denli sevgisiz olabilir bir insan? ''
''Nasıl bu kadar kötü niyetli olabilir bir insan ?''
''Nasıl bu kadar kompleksli olabilir bir insan ? ''
''Ben değil ama çocuklarım nasıl baş edebilecek bu denli kötü niyetle ? ''

Sonra fark ediyorum aslolanı.
Bu cevaplarda değil aslolan.
Hatta cevapların çoğu bende bile değil.
Aslolan kabullenmek .
Sorgulamamak.
Kenara çekilmek.
İşaret görmüş olduğuna çok sevinmek.
İşaretleri doğru okuduğuna, anlamlandırdığına çok mutlu olmak.
Şanslı olanlardan olduğunu bilmek.

Sonra kaygılarım azalmaya başlıyor.
Zira şanslı olduğumu yine, yeni, yeniden fark ediyorum.
Soruların kaynağının ben olmadığını, cevapların da bende olmadığını fark edince ohh be diyorum.
Varsın sevgisiz olsunlar,
Varsın kötü niyetli olsunlar.
O onların sınavı.
Benim değil.

Şaka değil bu yazıyı yazmaya başladığımda nasıl çözümleyeceğimi bilmediğim bir meselem idi.

Kaygımı geldiği yere göndermesini yine becerebildiğim için çok mutlu oldum şu an.

Tabii bu kendime dair kendi kendime baş edebildiğim bir kaygı mücadelesi idi. Kontrolün bende olduğu, dümenden de kendimin sorumlu olduğu.

Ama bir de çocuklarıma dair yaşadığım kaygılar baş göstermeye başladıki, o en zoru.
Ona dair de en kısa zamanda duygularımı paylaşacağım.

Ajda' nın da dediği, benim de biraz eklediğim gibi...
 '' Sardı korkular , gelecek yıllar, nasıl da geçecek bu ergen yıllar ? ''







8 Nisan 2015 Çarşamba

Bir Tedtalk konuşmasının ardından...


Son 5 senedir paramı sahnelerden kazanıyorum desem yalan olmaz değil mi ortağım Bahar'ım ?

Sahne küçük, kapalı grup, iş dünyası konuları, başrol değil belki yönetmenlik, kimi zaman senaristlik ama olsun. Bir sahnen varsa, açılışı ve kapanışı da sen yapıyorsan o sahne senindir.

Sahnedeki kişilerin performanslarına ister sanatçı ister konuşmacı her zaman çok dikkat etmiş, ilham almış ve kimi zaman da esinlenmişimdir.

Kendimi geliştirmek için farklı kişileri izlemek için epey zaman harcarım. Bu benim için öte yandan ciddi bir keyiftir.

Biraz önce aşağıdaki TEDtalk konuşmasını izlerken beni dürten ilham perilerinin peşine düştüm ve hemen harekete geçtim;



1. Konuşmasında geçen '' Seduction is the untapped potential that you have to unleash…'' cümlesini çok yakın bir dostuma göndererek ( hatta videoyu ) ona yıllarca verdiğimiz aklın yolunun bir olduğunu kanıtladım.

2.Cağlar'a da hemen videoyu göndererek acilen çocuksuz bir Küba seyahati planlamasını rica ettim. Zira beni bu depresif memleket meselelerinden, gelmek bilmeyen bahar havasından ve gri gökyüzünden ancak böyle bir seyahat kurtarırdı. Küba'da hem öğreneceğim hem de yerinde pratik yapma imkanı bulacağım yukarıdaki konuşmanın anafikri de cabasıydı.

3.Ayrıca bir  Küba seyahatini de kızım Ela ile yapmayı planladım. Ergenlik arifesinde hem vücudunu sevmesi, başka kültürleri görerek pervasızlığı yerinde deneyimleyerek kendisini daha da sevmesini istedim.

4.Tedtalk konuşmacısı olduğum gün anlatacaklarımın olası listesini yapmaya başladım.

Nasıl derler?
Bir konuşma izledim ve hayatım değişti:) 

23 Mart 2015 Pazartesi

Yine, yeni, yeniden kendim; Ben!

Pek Sevgili Kendim, Ben'cim,

Seviyorum seni.

Senin de bildiğin gibi.

İnsanın kendisini her haliyle sevmesi, kabullenmesi, farkında olması ne güzel bir şey.

İyi ki yaşıyorum!

İyi ki hissediyor ve duyumsuyorum!

İyi ki kayıt altına alıyorum!

İyi ki kendimden iz bırakıyorum!

Kendime ve çocuklarıma...! 

Kimi zaman; kendimi kendime anlatarak 

Kendimi anlamak,

Kimi zamanda anlaşılmak için yazıyorum.

Ne olursa olsun iyi yapıyorum.

Herşeye rağmen yaşamayı çok seviyorum.:)

İyi ki doğmuşum!




2 sene önce tam da bugün  yazdığım  yazıyı aynen yayınlamak istedim.Virgülüne, noktasına dokunmadan. 40 yaşına iyi hazırlanınca insan, kucaklaması da kolay oluyormuş.



Bugün yaşgünüm. Kendimi çok iyi hissettiğim bir yaşta olduğum bir gün.

İçimin dışımın çok daha bütünsel ve ahenk içerisinde hareket ettiği, kendimi her zamankinden daha fazla sevdiğim bir zam ''an '' da olduğum bir gün.

Etrafımda ki herkesi; her canlıyı, doğayı  daha fazla önemsediğim  bir gün.

Basiti yücelttiğim, abartıdan kaçındığım, yapmacık olamayacak kadar ustalaştığım bir yaşta olduğum bir gün.

Zamanla herkesi daha fazla severken; bazılarını kalbimde çok farklı yerlere koyduğumu açıkça söylemekten yüksünmediğim bir gün.

Daha fazla esnemeye; duvarlarımı yıkmaya çaba sarf ettiğim ; dogma düşüncelerden; önyargılardan çok daha fazla kaçındığım bir gün.

Kendimi sonuna kadar dişi hissettiğim, kadınlığımdan; akıllı olduğum kadar gurur duyduğum bir gün.

Keşke'lerimin sonuna geldiğim bir gün.

Sürprizlerin kendiliğinden gelmediğini, sürprizleri yaratabildiğimi idrak ettiğimi bir gün.

Hayatı iyisiyle kötüsüyle; getirisi götürüsüyle; hataları sevapları ile çok daha fazla sevdiğim; yaşama ve yaşamaya doyamadığım bir gün.

Dostlarıma, aileme, çocuklarıma; beni ben yapan herkese teşekkürü borç bildiğim bir gün.

Sahip olduğum herşeye  şükrettiğim bir gün.

Gelen yıllardan korkmadığım aksine adeta içime sokacakmışım gibi kucakladığım bir gün.

Varsın gelsin öyle ise yıllar; ardı ardına...Ümit ve umut oldukça... Böyle günler çoğaldıkça.

Bekliyorum seni 40))

16 Mart 2015 Pazartesi

Ankara

Hayatınızda sizin için değerli olan kişileri sorsam çok düşünmeden cevaplarsınız herhalde...

Peki ya sizin için önemli yerleri, şehirleri, mekanları?

Geçen gün yine, yeniden Ankara sokaklarında dolaşırken düşündürttü beni bu soru...

Kara, kuru, denizsiz, bozkır bir Ankara nasıl olur da benim için bu kadar anlamlı bir yer olmaktaydı ?

Hemen ağzımdan '' Ankara Ankara, güzel Ankara '' şarkısı dökülmeye başlamıştı.

Bu şehri benim için güzel yapan ne idi acaba  ?

Başladım tek tek düşünmeye.

Sıralamaya başladıkça  gerçekleri ben bile şaşırdım. Güzel miydi çirkin miydi önemini kaybetmişti. Benim için bir canı, anlamı vardı bu şehrin.

İzmir' de büyümüş, anne tarafı İzmirli olan ben; aslında Ankara doğumlu idim. Hatta Ankara yerine nüfus cüzdanıma doğduğum hastanenin adı yazıldığı için yıllar yılı Hacettepeli idim.

4 yaşına kadar Ankara'da bulunduktan sonra da her  fırsatta babaanne, hala bağlantıları sebebiyle çok sık gelip gidecektim bu şehre.

Lise'de iken Ankaralı bir erkek arkadaşım vardı. O zaman için çok çılgın bir fikir olan Ankara-İzmir arası birlikte otobüs yolculuğu yapmışlığım vardır kendisi ile. Bayan yanı bilet aldığımı söyleyip otobüs kalkınca yer değiştirdiğim.

Doğduğum hastane olan Hacettepe hastanesinde -doğumumdan tam 17 sene sonra - annemi kaybedince bile net olamadım bu şehrin bana kazandırdıği ve kaybettirdiği şeylerin muhasebesinde.

İlk büyük kaybımın ardından başka bir ilki yaşadım yine Ankara 'da ben. İlk aşkı. ODTÜ'ye geldiğim ilk sene. Giydiğim pantalon markasından neredeyse tüm İşletme fakültesinin adımı bilmeyip İzmirli olarak tanındığım yerde. Sarsıcı, güvensiz, çaresiz hissettiğim tüm zamanların hepsi.

Yine aklıma Ankara'da aynı zamanlarda ; İzmir'deki  ortaokul ve lise hayatımın tek  platonik aşkı  ile tesadüfen  İstanbul 'da ( halbuki tesadüf diye bir şey yok değil mi ? İlmek ilmek örülmüş planlar var, sadece zamanı gelince karşımıza çıkan ) tanıştıktan hemen sonra kendisi Ankara'ya beni ikna etmek için gelmiş ve Atakule'nin en tepesinde tüm şehri görebildiğimiz bir yer geliyor aklıma. O beni çıkmaya ikna ederken ben de O'na  olan gücümle anlatıyorum; neden O'nu yeni bulmuşken  kaybetmek istemediğimi. Ne de olsa o zaman ilişkiler zamanlı. Deneyeceğiz ve tüketeceğiz o yaşlarda birbirimizi. Nedenini bilmiyorum ama ben de ikna etmeye çalışıyorum O'nu. Benim için özel oluşunu ve bu şekilde özel kalması gerektiğini.
Ankara 'da. Bir tepede.

Nereden bileyim tanıştıktan tam 10 ay sonra -7 senelik platonik aşkımı- yine Ankara'da gelen bir telefon ile bir trafik kazasında kaybettiğimi öğreneceğimi?

ODTÜ'de 2.senem. Bayağı berbat dönemler. Hayatımın hem akademik olarak hem de hayat sınavlarına dair  en kötü zamanları. Kafam bayağı karışık, kendimi yönsüz ve amaçsız hissettiğim zamanlar. Alttan ders alıyorum. Aynı bölümden, benim gibi alttan ders alan birisi ile tanışıyorum. Çok sıradışı, çok renkli. Hayatıma gökkuşağı gibi giriyor. Bulutlu kafamın içine doğuyor adeta.  Pervasızlığı, vurdumduymazlığı ondan öğreniyorum. Candan arkadaş oluyoruz Enver ile. Bazen ortadan kayboluyor merak ediyorum. Ama sır verip ser vermiyor. Zamanla anlıyorum sıradışılığını, hasta oluşunu.

Haziran oluyor okul bitiyor, İzmir'e döneceğim, arıyorum evinin yakınlarındaki ankesörlü telefondan '' bak döneceğim İzmir'e , görüşelim son bir defa diyorum '' Neden son diyorum ben bile bilmiyorum. Hastaneden yeni geldiğini ve çok halsiz olduğunu söyleyip, kibarca red ediyor. Üzülüyorum bayağı. Mecbur peki diyorum. Ağustos ayında, alelade bir anda, bir gazetede gördüğüm  vefat ilanında donup kalıyorum. Çok kısa zamanda tanıyıp çok sevdiğim bir arkadaşımı  da böyle kaybediyorum.

Annem, platonik aşkım ve arkadaşım 2 sene içerisinde beni bırakıyorlar. Bozkırın ortasında. Yalnız.

Sonra parasız ama dibine kadar özgür öğrencilik günleri. İzmirli arkadaşlarımla bir kombinin yanıbaşında yapılan inanılmaz kıymetli sohbetler. Sırlar, boyumuzu aşan deneyimler, çaresizlik ama yine birlikten güç aldığımız zamanlar. Yine Ankara'da.

Zaman geçiyor. Üniversite son sınıf oluyor. Öylesine gittiğim bir iş mülakatında mezun olmadan daha ilk iş teklifimi alıyorum ve pek de arkama bakmadan ver elini İstanbul demeye hazırlanıyorum.

Ankara'nın ilk alışveriş merkezi Karum 'da bu defa karşıma İstanbul'daki ev arkadaşım çıkıyor. O 'da İstanbul 'da iş bulmuş ve ev arkadaşı arıyormuş. Onca dostumuz içerisinden en az tanıdığımız kişiyle, bir alışveriş merkezinde, yeni hayatımız için ev arkadaşı olmaya karar veriyoruz. 2 İzmir'li kız olarak Ankara 'dan İstanbul 'a uzanıyoruz.

Böylece İzmir, Ankara ve İstanbul üçlemesini tamamlıyorum.

Ama Ankara sihri benim için devam ediyor. İstanbul'da tanıştığım Ankaralı eşim  ile yine Ankara'da evleniyorum. Gelinliğim bile Ankara 'da dikiliyor. Çok sevdiğim bir ailem daha oluyor. Ankaralı.

Aldığını geri veriyor böylelikle bu şehir bana.  Bana en büyük acımı yaşatan bu şehir aynı zamanda da  en mutlu günümü sunarak af diliyor belli ki kendisi için benden.

Benim gibi bir deniz kızına, bozkırın da söyleyeceği, hissettireceği, deneyimleteceği şeyler varmış diyorum ve Ankara'yı affederek yoluma devam ediyorum.

Bunu yaptığım anda da ilk aklıma  düşen şarkı oluyor zaten '' Ankara, Ankara güzel Ankara ...''











7 Mart 2015 Cumartesi

İşte tüm mesele de bu bence...

Kızım Ela, 6 senedir tenis oynuyor. Nasıl başladığını çok net hatırlıyorum. Bir ara her kız çocuğu gibi baleyi denemişti ama ne Ela ne de bale bence birbirini sevmişti. 6 yaşında geriye kalan diğer seçenekler arasında jimnastik, yüzme ve tenis vardı. Takım sporları bu yaş grubu için daha erken idi. İyi bir jimnastik okulu yakınımızda olmadığı teniste karar verdik. Evimizin dibinde de teniste çok iyi olan Enka tenis klubü var idi. Oraya gidip gelmeye başladık. Ama bir haliyle içime sinmiyordu orası. Antrenörlerin kafası çok dağınıktı ve hissedililir derece de  bir sorunları vardı. Yaydıkları enerjiden yaptıkları işten hiç ama hiç mutlu olmadıkları anlaşılıyordu. Haftada sadece 1-2 saat gittiği bir yerde bile bunu anlamak çok mümkün idi.

Bir gün çok entresan bir şey oldu. Zihnimde bu konudaki endişeleri okumuş olduğunu düşündüğüm genç antrenör bana geldi ve dedi ki;
'' Biz burada çok mutsuzsuz. Başımıza bir Rus antrenör geldi ve yapımızı çok değiştirdi. Bizim çok kıymetli bir antrenörümüz var Serkan hoca; mili takım antrenörü idi. Çok yeni Levent Tenis Klubüne geçti ve orada alt yapı takımını kuracak. Siz oraya gidin bence '' dedi.

Ve genç antrenörün bizi yönlendirmesi ile -o zamanlar spordan çok briç vs gibi kağıt oynayanlarla dolu olan Levent Tenis klubünün - daha doğrusu Serkan Hoca 'nın- o klupteki ilk öğrencilerinden oldu Ela...

Serkan hoca, daha önceleri defaeten Milli Takım Kız takımının baş antrenörlüğünü yapmış, çok kıymetli bir antrenör. Bizim içinki kıymeti ise O'nun olgunluk dönemine denk gelmiş olmamız. Bütün deneme yanılmalarını, hırslarını, egosunu, erken yaşta gelen zorlama ve baskının nasıl geri teptiğini genç ergenlerde deneyimlemiş bir antrenör Serkan Hoca. Hayatın çok uzun bir zaman dilimine yayıldığını, hiç bir şeyin planlandığı ve umulduğu gibi gitmediğini, umulmadık taşların çok baş yardığını ise
( performans beklemedikleri sporcuların hiç beklenmedik bir zamanda onları nasıl olumlu anlamda şaşırttıklarını ) her daim anlatır.
Başarı için en temel koşulun sadece  '' yaptığı ve emek verdiği şeyi sevmesinin '' yeterli olduğunu ve bunu nasıl defaten yine genç ergenlerde  deneyimlediğini  paylaşır.
Zorla güzellik olmaz der.
Baskı ise bir başarının en büyük düşmanıdır der.
Antreman için zorlamaz, turnuva için şart koşmaz, sadece yönlendirir, tavsiye verir.
Maç sonucunda bağırmaz, kızmaz çok ama çok sakin konuşur.
Geribildirim vermek istediği zaman öğrencisini göz teması kurmaya zorlamaz, öğrenci o konuşurken sağa sola baktığında bile söylenenleri pek ala kayıt altına aldığını söyler bize.
Ela'nın şu an farkında olmadığı, ama bizim farkında olarak başımıza gelen en güzel şeydir Serkan Hoca ve O'nun kurmuş olduğu ekibi.
Hiç pedagoga gitmedim ama Ela'ya ve gelişimine dair çok kıymetli 2 kişiden şu ana kadar görüş aldım ve almaktayım; bir tanesi drama öğretmeninden öbürü de Serkan Hoca 'dan.

Haftada 5 gün gittiği, her fırsatta turnuvalara katılan Ela için bir tutku mudur  tenis ?
Doğrusu bilmiyorum. Ama şahsi fikrim zannetmiyorum!
Ama ciddiye aldığını ve emek vermekten keyif aldığını biliyorum.
Disiplinin hayatına olumlu katkısı olduğunu gördüğünü, tenisten çok farklı arkadaşlıklar kurduğunu, tenisin kendisine- kendisini sevmesi ve güvenmesi -konusunda çok olumlu katkısı olduğunun farkında olduğunu bildiğim gibi.
En yakın ama en yakın arkadaşının teniste O' ndan daha iyi olduğunun  kendisinin de farkında olduğu gibi.
Hatta bir turnuvada karşılıklı oynadıkları maçta; kendine güvenmeyip maçı hemen verdiği gerçeği gibi.
En yakın arkadaşına ''sen teniste benden daha iyisin ama ben de senden matematikte daha iyiyim'' diye  bir ödev icabı yazdığı mektuptaki  gibi.

Herşeyin ama herşeyin farkında aslında Ela. Diğer tüm çocuklar gibi. Sadece sormak lazım. Doğru soruları sormak lazım.
Geçen gün bir tenis turnuvasında Ela 2.sette 4-0 yenik.
İlk seti nasılsa almıştı! ( Genellikle Ela ilk seti verir, sonra tiebreak'e taşır maçı. Maçlara genellikle geç  ısınır ve asılır )
Rakibinin babası '' uzayacak maç '' dedi ve dışarı çıktı.
Tie break ' e gideceklerini kast etti.
Maçı uzaktan izleyen ben oyun sonuçlarına hakim değilim ama oyununu, kurgusunu ve mücadelesini uzaktan izliyorum.

Tam 1.5 saat sürdü maçı.

Düşündüm de bir tenisi maçı ama adeta hayatın kendisi sanki dedim. Kısa bir karesi ama kendisi. Aynen hayatta yaşadığımız tüm duyguları, heyecanları, hezeyanları, geriye düşsen de çaba göstermeye devam etme zorunluluğunu, yılmamayı, karar alma yetisini, herşeyden tek başına sorumlu olma duygusunu ve ne yaparsan yap herkesin ( seyircilerin ) gözünün üzerinde olma  stresini ve herşeyden öte tek başınalığı yaşıyorsun bir tenis maçında da...

12 yaşındaki bir çocuğun aslında hayatının mücadelesini, karakterini nasıl ortaya koyduğunu izliyorsun tenis maçında. Bir tenis maçı ama hayatını nasıl ele alacağının bir parçasını izliyorsun aslında.
Özellikle de Serkan hoca'nın belirttiği gibi;'' kolaysa çık da sen oyna '' dediği zorlukları tek tek göğüslüyorsun.

Maç bitti. Arabayla dönüyoruz. Sormak istedim maç esnasında neler hissettiğini, hangi anlarda nasıl düşündüğünü...

''Hani başkaları kendine çok kızar ya; ben öyle hissetmiyorum, yapamadığım zaman, alamadığım zaman sayıyı '' dedi. '' O kadar da önemli olmuyor benim için yenilmek'' dedi. Hep bildim ve söyledim ki Ela kendini çok sevdi. Ailede sevdiği kişileri sayarken hep kendisinden başlardı saymaya.

'' Yenmek ve yenilmekte değil ama; 4-0 'dan 4-4 yaptığım zaman maçı  çok ama çok mutlu oluyorum '' dedi.

Babanın dediği doğru çıktı. Maç uzadı. Ama tiebreak'e gidildiği için değil. Ela 4-0 yenik olduğu seti 7-5 kazandığı için:) Sonuçta 2-0 aldı Ela maçı.

Sadece ama sadece 1,5 saatlik bir tenis maçı mücadelesi bile Ela'nın hayattaki duruşuna dair birçok ipuçları vermekteydi.

Son olarak da dedi ki '' Sen de hiç oturmadın ''

Tribünler O'nun maç yaptığı korta uzaktı, ben de oturmadan ayakta izledim bir köşede.

Ben O'nu izlerken O'da beni izlemiş belli ki. Kimi zamanda belki güç almak için, kimi zaman izlenildiğinden emin olmak için. Kimbilir.

Profesyonel bir tenisçi olmayacağını düşünüyorum.
Ama hayat boyu tenisi amatörce de olsa çok iyi oynacağını biliyorum.
Spordan ve sporcu arkadaşlarından çok şey öğreneceğini bildiğim gibi.

Ergenlik arifesinde sporun hayatımızda çok önemli bir rolü olacağını bildiğim gibi.

Daha yaşayacağımız nice bilmediklerimin olduğu gibi.

Tek bildiğimin çocuklara ve çabalarına güvenmemiz gerçeği.

Onlar her daim hayatlarına dair ipucu veriyorlar bize.

Hangi kesitten baktığımız önemli hayat penceresine...

4-0'daki an'dan mı yoksa 4-4 'lük  an'dan mı yoksa 2-0 maç sonucundan mı bakıyor ve değerlendiriyoruz bu hayatı ?

İşte tüm mesele de bu bence !!!!!!

Hoş geldim!

Yeni yılın ertesi, annemin başka diyarlara intikal edişinin tam göbeği, oğlumun yeni yaşının hemen öncesi bir zamanlardan merhaba! Uzun bir ...