19 Şubat 2017 Pazar

Boyutsuz olan tek şey zaman...

Yıl 1987-1988 Eğitim öğretim Yılı... 13-14 yaş arasındayım. O yaşlara ait günlüğümü aldım geçen akşam elime. Daha çok blue jean dergisi gibi. Oradan kestiğim şarkıcı resimleri, görsellerle dolu.

Şarkı sözleri, kendi yazdığım ve/veya alıntıladığım şiirler. İlk platonik aşk itirafları, karışık duygular, kendini yoğun ifade etme isteği.Ama ortak özellik ortaya karışık olması herşeyin.

Müzik zevki bile karışık...Pet shop boys'lar, Madonna, illaki Sting ve George Michael, Rick Astley, Debbie Gibson,Mel & Kim ( kim olduklarını hiç hatırlamıyorum ), Genesis, Scorpions en sevdiğim grup veya şarkıcılar.

Aynı günlükte 1988-1989 okul yılına dair de yoğun duygular kayıt altına alınmış. Bu devire ait duygular ise çok daha keskin, çok daha yakıcı. Demek ki 14 yaş hazırlık  ise 15 yaş ise her türlü duyguyu dibine kadar yoğun hissetme yaşı.

Sayfaları karıştırdıkça bir mektup çıkıyor karşıma ve donup kalıyorum. Daha dün gibi hatırlıyorum o mektubu yazdığımı ...

Bana ait değil ama o denli beğenmişim ki günlüğüme hislerime tercüman olsun diye kayıt altına almışım. Mektup bana ait değil ama hisler, duygu ve düşünceler bana ait ...

Hayat o kadar tuhaf o kadar tuhaf ki, an itibariyle 13.5 yaşında olan kızım  Ela ile her  gün yeni bir deneyim yaşadığımız bugünlerde tekrar karşıma çıktı bu mektup.
30 sene sonra. Kendi el yazımla, kızım ile tıpatıp aynı yaş dönemlerine denk gelen bir zamandan...

Zaman o kadar tuhaf işleyen bir mekanizma ki, dün izlediğim film Arrival 'daki gibi her zaman ileriye doğru işlemiyor aslında. Geriye doğruda işletebilsek eğer bizler, ileriye dair çok daha fazla ipucu, içgörü bulup daha rahat bir nefes alabileceğiz. Zorlukları aşmaya dair işaretler ve doğru okumalar aslında elimizde ama görmeyi bilmiyoruz işaretleri hep ileriki zamanda aradığımız için..

Tıpkı aşağıdaki mektubu, kendi ellerimle, 30 sene önce kendi duygularımı ifade etmek için yazmış olsam da, aslında anne baba olduğum dönemler için  farklı bir rol ve bakış açısıyla tekrar okumam gerektiği için yazmış olduğuma  inandığım gibi...
Kendime bir işaret yaratabilmek için, işaretler sayesinde doğru tahliller yapabilmek için.

Hayat,
Tuhaf
Ama 
Esas
İşaretler 
Daha da 
Tuhaf
Tabi
Görebilene...


O zaman işaretler benim için kıymetliyse, durmak yok yazmaya ve kayıt altına almaya devam. Kaldığımız yerin zaman boyutuna bakmaksızın...Geçmiş ve gelecek kaygısı olmadan. Bu zaman  için, bu zamana dair. 

Yazılarımın ve duygularımın içindeki  işaretler acaba hangi zaman boyutunda tekrar karşıma kim için çıkacaklar?  

Geri döndüm yazmaya.Sadece işaret oluşturabilmek için.
Siz fark etmemiş olabilirsiniz ama benim için önemli bir adım. İleriye doğru mu geriye mi bilinmez :)




Sevgili Anneciğim ve Babacığım,

Bütün duygu ve düşüncelerimi dile getirebilseydim, size şunları söylemek isterdim;

''Sürekli bir büyüme ve değişim içerisindeyim.Sizin çocuğunuz olsam da sizden ayrı bir kişilik geliştiriyorum. Beni tanımaya ve anlamaya çalışın.

Deneme ile öğrenirim. Bana ayak uydurmakta güçlük çekebilirsiniz. Bana oyunda, arkadaşlıkta ve uğraşlarımda özgürlük tanıyın. Beni her yerde her işimde koruyup kollamaya çalışmayın. Davranışlarımın sonuçlarını kendim görürsem daha iyi öğrenirim. 

Bana yanılma oayı bırakın. Kendi işimi kendim görmeye alıştım. Büyüdüğümü başka nasıl anlarım ?

Büyümeyi çok istiyorsam da ara sıra yaşımdan küçük davranmaktan kendimi alamıyorum. Bunu önemsemeyin. Ama siz beni şımartmayın, hep çocuk kalmak isterim sonra. 

Her istediğimi elde edemeyeceğimi biliyorum. Ancak siz verdikçe almadan edemiyorum. Bana yerli yersiz söz de vermeyin. Sözünüzü tutmadıkça sizlere güvenim azalıyor. Bana kesin ve kararlı davranmaktan çekinmeyin. Sözünüzü tutmadıkça sizlere güvenim azalıyor.
Bana kesin ve kararlı davranmaktan çekinmeyin.Yoldan saptığımı görünce beni sınırlayın. 

Koyduğunuz kurallar ve yasakların hepsini beğendiğimiz söyleyemem. Ancak hiç kısıtlanmayınca ne yapacağımı şaşırıyorum. Tutarsız davrandığımı görünce hem bocalıyor, hem de bundan yararlanmadan edemiyorum.

Beni dinleyin. Öğrenmeye en yakın olduğum anlar soru sorduğum anlardır. Açıklamalarınız kısa ve açık olsun.

Öğütlerinizden çok davranışlarınızdan etkilendiğimi unutmayın. Beni eğitirken ara sıra yanlışlar yapabilirsiniz. Bunları çabuk unuturum. Ancak birbirinize saygı ve sevginizin azaldığını görmek beni yaralar ve tedirgin eder.

Çok konuşup çok bağırmayın. Yüksek sesle söylenenleri pek duymam. Yumuşak ve kesin sözler ben de daha çok iz bırakır.'' Ben sizin yaşında iken ... diye başlayan sözleri hep kulak arkası yaparım...

Küçük yanılgılarımı büyük suçmuş gibi başıma kakmayın. Beni korkutup sindirerek suçluluk duygusu aşılayarak uslandırmaya çalışmayın.Yaramazlıklarım için beni küçük çocukmuşum gibi yargılamayın.Yanlış davranışım üzerinde durup düzeltin. Ceza vermeden önce beni dinleyin.Suçumu aşmadığı sürece cezama da katlanabilirim.

Beni yeteneklerimin üstünde işlere zorlamayın. Ama başarabileceğim işleri yapmamı bekleyin.Başarmam için beni destekleyin. Hiç değilse çabamı övün.Bana güvendiğinizi belli edin.Beni başkalarıyla karşılaştırmayın, umutsuzluğa kapılırım.

Benden yaşımın üstünde olgunluk beklemeyin. Bütün kuralları birden öğretmeye kalkmayın. Bana süre tanıyın, yüzdeyüz dürüst davranmadığımı görünce ürkmeyin. Beni köşeye sıkıştırmayın, yalana sığınmak zorunda kalırım. Sizi çok bunalttığım sırada bile soğukkanlığınızı yitirmeyin. Kızgınlığınızı haklı görebilirim ama beni aşağılamayın.Hele başkalarının yanında onurumu kırmayın. Unutmayın ki ben de sizin gibi yabancıların yanında güç duruma düşebilirim.

Bana haksızlık ettiğinizi anlayınca açıklamadan çekinmeyin. Özür dileyişiniz size olan sevgimi azaltmaz, aksine beni size daha çok yansıtır.

Aslında ben sizleri olduğunuzdan daha iyi görüyorum. Bana kendinizi yanılmaz ve erişilmez göstermeye çabalamayın.Yanıldığınızı görünce üzüntüm büyük olur.
Biliyorum ki ara sıra sizi üzüyor, belki de düş kırıklığına uğratıyorum. Bana verdikleriniz dışında benden istediklerinizin çok olmadığını biliyorum.Yukarıda sıraladığım istekler size çok geldiyse bir çoğundan vazgeçebilirim; yeter ki beni ben olarak seveceğinize olan inancım sarsılmasın.

Benden ''örnek çocuk '' olmamı beklemezseniz ben de sizden kusursuz anababa olmanızı beklemem. Sevecen ve anlayışlı olmanız bana yeter.

Sizin çocuğunuz olarak doğmak elimde değildi. Ama seçme hakkım olsaydı, sizden başka kimsenin çocuğu olmak istemezdim.
Sevgiler çocuğunuz...


7 Kasım 2016 Pazartesi

Nobel ödüllü bilim adamı ile ortak yönüm :)

       Nobel ödülü kazanan bilim adamı Vernon Mountcastle hikayesi

Bu kadar bilim adamının arasında bu ödüle niçin siz layık görüldünüz? Sizi diğer bilim adamlarından ayıran özellik ne?"

"Profesör yüzünde bir gülümsemeyle şu cevabı vermiş: "Hepsini anneme borçluyum. Diğer çocukların anneleri, onlar okuldan dönünce, "Söyle bakalım, öğretmenin sorularına iyi cevap verebildin mi?" derken, annem, "Vernon, bugün öğretmene iyi bir soru sordun mu?" diye araştırırdı. Ben niçin Nobel ödülü aldım? Beni diğerlerinden ayıran özellik ne? Bunu soruyorsunuz, değil mi? Beni diğerlerinden ayıran özellik, benim diğerlerinin sormadığı soruları sormam ve sormaya devam etmemdir!"

Harika bir hikaye, harika bir cevap, harika bir tespit. Bu hikayeyi kızımın katıldığı YGA ( Young Guru Academy ) 'deki bir ödevde okuduğum an aklıma tek bir kişi geldi. 
Gülümsedim. 
Ne kadar çok özlediğimi hatırladım.
Son 6 senemizde iş ortağı olarak irili ufaklı bir sürü çalıştayı birlikte geçirdiğim ortağım Bahar geldi aklıma. 
Kendimizi gerçekleştirme yolunda yaşadıklarımıza, kendimizi şaşırtma kapasitemize ve pek tabii bunları yaparken birbirimizi ölesiye çıldırtma kapasitemize tanık olmaktan gurur duyduğum dostum Bahar geldi aklıma. 
En çok soru sorduğum, en zor soruları bana soran, soruları soranın cevaplardan kaçamadığını tekrar tekrar kafama vuran biricik dostum Bahar. 

Bu soruları başta birbirimize sorduk sonra da iş ortaklarımıza, müşterilerimize uyarladık.
Bütün iş modelimizin  soru sormak üzerine kurulu olduğu bir modelde, aldığımız cevaplardan kimi zaman  ilham aldık, kimi zaman gözlerimiz yaşardı, kimi zamanda kendimizden farklı düşünen kişilerden aldığımız tokat gibi cevaplardan başımızı öne eğdik, mahcup hissettik kendimizi.

Sorular sonrasında hoşgörü kapasitemiz arttı, önyargılarımız ve varsayımlarımız kabak gibi sırıttı, kimi zaman dediklerimiz ve yaptıklarımız arasında boşluklar oldu ama hep öğrendik , hep farkında olarak devindik, hep geliştik. Kesinlikle daha iyiye.

Sorularımız içerisinde kişisel sorularımız da vardı. Çalıştay açılışında bunları sormak bir nevi adetten idi, hem kişilerin birbirine açılmasına, hem de başta kendilerini sonra da başkalarını şaşırtmalarına olanak  sağlamaktaydı.
Ama bir süre sonra adet gitti yerini ciddi merak, heves, şaşırmaya ve de şaşırtmaya olan artan ilgim aldı. 
İş olarak yaptığım ve her çalıştayın girişinde yaptığımız 1 saatlik seanslar benim son 6 senedir büyümeme, aydınlanmama, düşüncelerimin güzelleşmesine, kişilerin benden farklı olan yönlerinden esinlenerek önce düşüncelerimi sonra da davranışlarımı esnetmeme olanak sağladı. 
Daha gidilecek çok yolum olsa da niyet ve farkındalığım ile güzel bir 3 'lüyüz biz. Umut var yani.


Tespitlerimizden bazıları ;
  • İş hayatında insanların, 10 senedir yanyana çalıştıkları halde, birbirlerine dair halen ne kadar az şeyi bildiklerine ,
  • İnsanların genellikle en sevdiği soruların Neden? / Ne için? olmasına, 
  • Müşterilerle ( iç /dış ) birebir çalışan bir departmanda çalışanların genelde en çok Nasılsın ? sorusunu sevdiklerine, ( yaptıkları işlerin kişilerin sorularına bile etki etmesi ) 
  • Kişilerin uzun zamandır kendilerine, iç dünyalarına dair pek soru sormadıklarına,
  • Günlük hayatta soru sorduklarını zannettiklerini o soruların bile aslında ; '' Ne zaman yemek yiyeceğiz ? '' Nerede buluşalım ? '' Ne yapalım ? '' gibi yeniliklere ve yeni bilgiye erişmek için soru sorulmadığına,
  • Kimsenin başta kendisi olmak üzere bir başkasını şaşırtmaya dönük olarak zihinsel egzersiz yapmadığına, 
  • Çocukluk anılarının iş ortamını güzelleştiren en güzel kişisel hazineler olduğuna,
  • Kendinizle ilgili gurur duyduğunuz şey ? sorusunun cevaplarının aslında  hepimizin ne kadar kırılgan olduğunu hatırlattığına,
  • Kendimize ait rollerimizden, birbirimiz hakkında varsayımlardan sıyrılmanın sadece ama sadece 1 farklı soru ile ne kadar mümkün olduğuna,
tanık olduk.

İnsanı hayvanlardan ayıran en önemli özelliğinin, düşünmesi ve muhakeme yeteneği kadar, kendisini bilinçli bir şekilde ŞAŞIRTMA kapasitesi olduğunu bunca çalıştay sonrasında deneyimledim diyebilirim. Benim için o kadar kıymetli bir yetkinliğimiz yani.

Şaşırmak ve şaşırtmak üzerine  çokça düşüncelerim olsa da, şu an sadece şunu söyleyebilirim:
Yeni bilgiyi arayanlar,  yenilenmeyi arzu edenler, dönüşmek isteyenler, yeni ve yaratıcı fikrin peşinde koşanlar şaşırmaktan , şaşırtılmaktan hoşlanmakta...

Siz de onlara el verin. Siz hazır olmasanız bile, onlarla karşılaştığınızda en zor sorularınızı sormaktan çekinmeyin. Onlar bitkiler gibi su vererek büyümüyorlar, soru sorduğunuz zaman büyüyorlar...Tıpkı çocuklarımızın büyürken , gelişirken sordukları binlerce soru  gibi.

Aşağıda hem kendinize hem de varsa çocuğunuza sorduğunuzda alacağınız cevaplardan şaşıracağınız birkaç soru örneği bulunmakta. Hem kendinizin hem de çocuğunuzun sizleri şaşırtmasına olanak sağlamak isterseniz eğer bu soruları sorun derim. Alacağınız cevaplardan şaşıracağınız kesin... 


Öte yandan bilinmesini isterim ki ;

Ortağım Bahar'ı her açıdan çok arıyor ve özlüyorum. 

Cevaplamaktan en çok mutlu olduğum soru : Nasılsın ? 


Kendimiz için 

  • Sormayı en çok sevdiğiniz soru ?
  • Cevaplamaktan en hoşlandığınız soru ?
  • Çocukluğunuza dair en sevdiğiniz anı nedir ?
  • Yetişkin biri olduğunuzu ne zaman anladınız?
  • Kimsenin hiç bilmediği, ama sizin iyi bildiğiniz / yaptığınız ve arkadaşlarınızla paylaştığınız zaman onları şaşırtacak beceriniz nelerdir ?
  • Eğer para kazanmak gibi bir derdiniz olmasaydı ne yapıyor olurdunuz?
  • Bugünkü tecrübelerinize dayanarak bir işi başarmak için sizce ne gerekir ?
  • ......................tanışmak için her şeyi yaparım.
  • Hayatınızın en iyi dönemi ne zamandır?


Çocuklar için 



  • Hayatın bir film olsaydı seni kimin oynamasını isterdin?
  • Bir tek şey icat etseysin ne olurdu ?
  • Görünmez olabilseydin ne yapardın ? Nereye giderdin ?
  • Hayatında gördüğün en güzel şey ne ?
  • Arkadaşlarını seçerken neye önem veriyorsun ?
  • Gelecekle ilgili bir tek şey bilseydin bu ne olurdu ?
  • Bir insanda ilk fark ettiğin şey nedir ?
  • Bir kişiyle hayatını değiştirme imkanın olsaydı kiminle değiştirirdin ? Neden ?

2 Kasım 2016 Çarşamba

Kendi halinde bir devinim hikayesi benimkisi

Ne zaman canım sıkkın olsa -ki şu son zamanlar,  hatta seneler de  canımız çokça sıkkın- ilk iş evden çıkmamak oluyor. Bu hiç benlik bir durum değil aslında. Ama yaş aldıkça, evden de herkes sabahın körü gider olunca, evin keyfini de, içimin hüznünü de, kalbimin ağrımasını da yaşamak bana kalıyor. Evde tek başıma.

Böyle durumlarda aslında bana hep iyi gelen şeyin su kenarına gitmek olduğunu fark etmem çok uzak  değil aslında. Neyse yine böyle günlerden bir gün tam da bugün, suyun ağababası olan Boğaz'a geldim.

Suyun ağababası Boğaz demem boşuna değil.

Her an ve her zaman değişken rengi ile , dibindeki debdebesinin yüzeyinden bile okunduğu, kimi zaman sinsi kimi zaman olduğu gibi, her daim güzel , her daim çekici olan Boğaz'a attım kendimi...



İyi geldi.
Suyun devinimi.
Ne güzel bir kelime.
Devinim.
Tüm dertlerimi tek kelimde  anlatabildiğim, çaresizliğime kocaman çare olan.






Hareket, toplumsal süreç, bir başka ruh halinden bir başkasına geçiş, düşünce sürecinin başlaması, zaman içinde durum değiştirme ...
Bir Boğaz'a geldim neler neler düşündüm.
Boğaz'ın devinimi ülkenin devinime sebep olmuş meğersem.
Eskilerin deyimi ile bugünümüzün tek müsebbibi Boğaz'mış meğersem.
Hayır, şimdikinin meselesi de değil ki bu.
Tee yüzyıllar öncesine uzanan.
Demek ki bizim kaderimizde bu varmış.
Boğaz'ların sahibi bu dertlerin de sahibi olurmuş.
Eğer kaderimiz ise bu ;
Didinmek , didişmek, akıntıya kürek çekmek boşuna.
Biraz tevekkül, biraz döngüye inanmak, devinimin gücüne inanmak...
Boğaz'ın kahpe yüzü kadar güzel yüzünü de görebilmek.
Ohh be dertli geldim Boğaz kenarına.
Dertlerimi döktüm suya.
Şimdi suyun altında akıntılar boğuşuyor onlarla.
Kim galip gelir bilemem.
Ben devindim yeter gari:)


Bu arada bu şarkı ülkeme duyduğum hisleri anlatmak için yazılmış sanırım...






15 Eylül 2016 Perşembe

Berlin duvarı, bisiklet, Jake Gyllenhaal

Uzun yazacak değilim. Ama yazmak istemekteyim. Derli toplu olmasına da pek aldırmadan...
*********************************************************************************
Yeni Berlin 'den döndüm. Berlin duvarını gördüm. Değişmek istiyorsak, bu ülkeyi dönüştürmek istiyorsak bizim de duvarımız yıkılmalı dedim. Ama sonra bu söylediğimin ne kadar zor olduğunu bir defa daha  düşündüm. Nitekim orada fiziksel bir duvarın yıkılması ile başlamıştı herşey ... 

Ama bizde yıkılacak duvar 1 tane değildi ki ? Herbirimizin kafasının içindeki hoşgörüsüzlük duvarlarının yıkılması lazım öncelikle...O da milyonlarca duvar demek. Birisini yıkarken bile diğerinin inşa edilmesi bile-zihinsel ortamda- saniyeler sürebilirken bu nasıl mümkün olacaktı ki  acaba ?

Ama Berlin örneğinden  şuna emin oldum...Yıkmadan, yıkılmadan, acı çekmeden, yüzleşmeden, derinden hissetmeden hiç bir değişim ve dönüşüm başlamıyor ...

Almanya tam da bunu başarmış zaten.

*********************************************************************************
Özgürlük hissi ile ilk ne zaman tanıştınız? diye sorsam 

Ben çocukken derim. Bisiklet sayesinde diye devam ederim. Benim için o kadar önemlidir bisiklet. Keşfetme duygusu ile kendine güven duygusunun kesişim kümesidir. Önce tek el bırakılır, sonra 2 el...
İşte o an çok başka bir deneyimdir. Bir daha ne bisiklete binmeyi unutursunuz ne de 2 el bırakarak bisiklet sürmeyi...
Zira dengeyi keşfetmişsinizdir artık. 
Dengeli duruşu , dengeli düşünceyi daha sonra keşfedeceksiniz belki ama ''denge'' de başka bir buluştur.
Hayatı dengeli yaşama isteğim kadar dengeli insanlara şu sıralar neden takıldım bilmiyorum ama onu da mutlaka yazacağım. Özellikle de dengeli insan konusunu...
Ama şimdi bisiklete geri dönelim.

Kadın halimle de çok severim bisiklete binmeyi. Tabii eşsiz yurdumuz bisikleti ve bisikletliyi bir atari oyunu gibi görse de benim için bir şehrin  medeniyet seviyesinin ilk emaresidir bisikletli insan nüfusu.

Gözlemlerim sonucu eğer bir şehirde ; 
  • Bisiklet, insanların temel ulaşımı haline gelmiş,  otobüsler ve arabaların ilk işi bisikletlilere dikkat etmekse,  
  • Yaşı geçkin insanlar bile bisiklete binerek günlük işlerini yapıyorlarsa, o şehirlerin ultra medeni olduğunu düşünür, bir ahh çekerdim.
Berlin seyahati sonrasında ise yeni bir kriterim daha oldu, şehrin medeniyet seviyesine dair.
  • Eğer kadınlar elbiseleri ve mini etekleri ile uluorta  bisiklete binebiliyorsa ve kimse kafasını bile kaldırıp külodunun gözüküp gözükmediğine aldırış etmiyorsa o şehir benim için standart üstü medenidir diyebilirim...
Kıskançlıkla ifade etmeliyim ki kısa Berlin seyahatinde  de ailecek, şehir içinde bisiklete bindik ve bende de  dar olmayan kısa  bir etek vardı. Şehrin kadınlarından güç alarak ama  utanmadan o halimle bisiklete  bindim. İlk bisiklete bindiğimde nasıl özgürlüğü ve kendime güvenimi keşfettiysem, bu kadın halimle,  kısa bir etekle umarsız bir şekilde bisiklete binebilmek de benim medeniyete ve medeni bir ortama olan açlığımı ortaya çıkardı. Bastırdığım tüm duygular,  özlem ve endişeler daha fazla su yüzüne çıktı.

Ve maalesef bu deneyim, beni mutlu edeceğine aslında çok mutsuz etti. Duvar yıkmaktan mini etekle bisiklete binmeye kadar olan süreci düşününce ...

Daha binlerce sorunumuz varken bunun benim için konu bile olmasına şaşırabilirsiniz. Şaşırmayın siz de hoşgörüsüzlük  duvarlarınızı yıkarak beni anlamaya çalışın...


*********************************************************************************

Berlin duvarı ve simgelediği çok şeyden etkilenerek uçağa bindim. 

Onca film arasından ''demolition '' ı seçtim. Türkçe de yıkım, imha etmek gibi anlama gelen filmin başrol oyuncusu Jake Gyllenhaal idi. Film kötü bile olsa adam yakışıklı diye izlemeye koyuldum.
Film adeta içimizdeki Berlin duvarlarını anlatıyordu.

Yıkmaya olan açlığımızı, tekrar hissetmek için yıkmak gerekliliğini çok etkili bir şekilde anlatan filmi izledikten hemen sonra duyarsızlaşmış, yıkmak istediğimiz bir sürü tabu ve hoşgörüsüzlük duvarları olan şehrimize ayak bastım... 




Yazının başında da yazdığım gibi eğer yıkmadan, yıkılmadan, acı çekmeden, yüzleşmeden, derinden hissetmeden hiç bir değişim ve dönüşüm başlamıyorsa önümüzde zor günlerimiz var maalesef...




21 Temmuz 2016 Perşembe

No filter

Çok çıplak hissediyorum kendimi.

Sanki ana rahminden fırlamışım da dışarı beni koruyacak, kollarına alıp saracak, şefkat gösterecek kimseler yokmuş gibi.

Ama bir defa çıkmışım ya dışarı; içeri de giremem, geriye de saramam zamanı. Aynen o hisler misali.

Ortada kalakalmışım.

Tek başıma.

Beni besleyecek, alıp kollarına avutacak,  yıkayıp aklayıp paklayacak kimseler de yok.

Yeni doğum olunca nasıl plasenta kalıntıları ve kanlar sarar her yerini bebeğin aynen o haldeyim.

15 Temmuz 'dan beri...

No filter.

Ama bu defa ki no filter olayı; Instagram 'daki sanal bir dünyada değil, benim öz dünyamda, anavatanımda gerçekleşmekte.

Bu defa ki no filter, makyajlanmaya ihtiyacı olmayan olağanüstü güzellikte bir fotoğraf veya resim karesi değil.

Bu defa ki no filter, son derece ürkütücü  çıplaklığı ile başımıza gelenler.

Ben de çıplağım.

İkimiz de bir bayram sabahına uyanır gibi uyanmak istiyoruz halbuki.

En güzel kıyafetlerimizi giyip umutla ve sevinçle kalmak istiyoruz yeni bir sabaha...

Ben ve başımıza gelen olaylar.

Her ikimiz de bayram sabahına uyanmak yerine çırılçıplak ortadayız.

Orta malı hissediyoruz.

Sahipsiziz.

İtilip kakılıyoruz.

İncecik bir dal parçası ile bağlıyız toprağa adeta, savruluyoruz.

Tutunmaya, kök salmaya, yerleşmeye,  kendimizi '' ait '' hissetmeye ihtiyacımız var. Hem de çok.

Şefkat arıyoruz kapı kapı.

Tüm kapılar suratımıza kapanıyor.

Ben bebeğim üstelik.

Yeni doğmuş, çırılçıplak.

Korunmak istiyorum.

Güvende hissetmek istiyorum.

Ağlıyorum.

Hıçkırarak.

Yanımda başımıza gelenler.

O biraz doğrultsa belini bana yardımcı olacak ama nafile.

Onun da bana ihtiyacı var belli ki.

Yeni doğmuş bir bebeğin,

Kirlenmemiş,

Berrak zihnine,

Saflığına,

O güzel kokusuna,

Huzuruna,

Hasret.

O hasret , ben bebek hasret.

Hasret ne zaman, nasıl bitecek ?

Ben ve başımıza gelenler, çırılçıplaklıktan kurtularak ne zaman bayramlıklarımızı giyinip, eski günlerdeki gibi güzel bir bayram sabahına uyanabileceğiz ?

Ne zaman şefkatle şımartılabileceğiz ?











10 Temmuz 2016 Pazar

Büyüyünce değil tez vakitte

3 hafta önceydi. Çok sevdiğim bir arkadaşımdan çok önemli bir konsere davet aldık. Görsel sanatlarla  aram çok yoktur ama müzik deyince durum biraz farklılaşır. İyi bir dinleyiciyimdir. Özellikle de pop rock severim. Sırf konser ve sanatçı için uzak diyarlara seyahate gidebilirim. Gitmişliğimde vardır.
Ama konserine gideceğim bu şarkıcıyı hiç bilmiyordum. Kült bir isimdi, onu anlayabildim.
Ama ne kendisine ne hikayesine ne de şarkılarına hiç aşina değildim. 3 hafta öncesine kadar.

23 Haziran- 27 Haziran

23 Haziran akşamı ilk kez gördüm kendisini sahnede. Yerimiz süperdi. Tabi ki arkadaşımız sağ olsun. İzlemeye başladık. Önce enerjisi büyüledi beni. Sonra yaşsız hali. Karşımda büyümemiş bir çocuk görüyordum ama dik başlı, vakur ve dediğim dedik. Dünyaya meydan okuyan. Davası olan. Hikayesi olan.

İlk şokumu yaşını öğrendiğimde yaşadım. Annem ile yaşıttı. Annem ile yaşıt ve halen sahne hayatı olan, rahmetlinin de kıskandığı yegane kişi olan Ajda 'yı bilirdim.
Ama bu kadın, çok ama çok başka idi.
Şarkıcı değil, enerji kütlesi idi. Enerjik demeye çalışmıyorum. Çekim gücü olan, herkesi kendine çekebilen ama bunu yaparken olağandışı bir çaba göstermeyen olağanüstü bir varlık...

İşte O'nunla ilk kez o an tanıştım. Sahneden ışık saçarken.
Patti Smith.

Tüm konser boyunca O'nu hayranlıkla izledim.
Bir şeye emin oldum.
Anlatacak çok şeyi, güdülecek bir davası ve uğruna adadığı hayalleri ve tutkuları olduğuna. İlk defa tanımama rağmen, şarkılarını ilk defa dinlememe rağmen bunu hissetmemek mümkün değildi.
Bir şeye ise o denli şaşırdım. Çoşkulu hayran kitlesinin ortalama yaşları 25 'lerinde bile değildi.
Tüm şarkılarını ezbere bilen, aynı yolun yolcusu olan yüzlerce kişi...
Demek ki dedim; kendisi de davası da o denli güncel ki U2 'yı bilmeyen ve ilgi göstermeyen bu gençlik; farklı bir samimiyetle bu varlığın peşinde.

Konser bitiyor ve Instagram 'a not düşüyorum.
'' Ben de büyüyünce Patti Smith gibi olacağım ''.

Ne demek istediğim çok açık seçik değil ama o denli etkileniyorum ki kendisinden, ışık saçabilme yeteneğine dem vurarak ben de öyle olma arzumu yansıtmak istiyorum... 70 yaşımı düşlüyorum.

Eve geliyorum ama kalbim küt küt atıyor. Aklım enerji saçan varlıkta. Ne yapmalı ne etmeli derken aklıma geliyor ki kitabı evde var. Ona daha yakınlaşabileceğim için çok heyecanlanıyorum.

Patti Smith
''Çoluk Çocuk ''

18/3/2013. Pek sevgili dostum Elif bana hediye etmiş bu kitabı harika bir önyazı ile.

''Canım dostum İpeğim,
Biz de çoluk çocuğa karıştık, artık olgun hanımlar olduk.
Sen biraz hala çocuk ve uçarı bir kadınsın.
Bu ruhun hiç eksik olmasın.
Tüm bilgelikler o hale dönmek içindir.
Tekrar çocuk olabilmektir aslında hayat yolculuğu.
Masum, pır pır kalpli ve heyecanlı...''

Neredeyse 3 sene elime bir şekilde almadığım kitabı böylesine bir zamanda elime aldığım için biraz şaşkınım. Tam 4 gün sonra çıkacağım seyahat için  bavula yerleştiriyorum ve 2 hafta boyunca kendisi ile başbaşa olacağım için çok sabırsızlanıyorum.

27 Haziran- 10 Temmuz 

27 Haziran 'da bir yolculuğa çıktım. Yine çok uzaklara, dünyanın batı yakasına.
Yanımda çoluk çocuk, bu özel varlık ve kitabı '' Çoluk çocuk ''.
Sade bir kalabalığız anlayacağınız.

Bugün tam 2 hafta oldu, O'nunla yatıp O'nunla kalktığım...
Açken cebinde nasıl et taşıdığını,
Kaldıkları odalardaki sefalet hayatlarını,
Entellektüelitesini,
Her ortamda şiir yazma hevesini,
İnadına hayata tutunuşlarını,
Hiç mızmızlanmamasını,
Bob Dylan'ın O'nu izlemeye geldiği akşamki gururunu ve duruşunu,
Robert'i hiç ama hiç eleştirmeden, olduğu gibi sevmesini,
Birbirlerine duydukları tarifsiz '' sevgiyi '',
Onca şeye rağmen herkesten ve herşeyden önce gelebilmelerini ,
Kendisini olduğu gibi sevebilme kapasitesini,
Robert'ın O'nu reddettiğindeki hayalkırıklığını ,
İçindeki bitmek bilmeyen yaratma kapasitesini ; Şair, ressam, müzisyen, ve iştahlı bir okur olmanın yanısıra , ateşli bir siyasetçi olma hallerini,
Ne kadar sefalet çekerse çeksin, sokaklarda yatıp kalksa da ''ait olduğu bir yeri, ailesinin O'nu ne kadar çok sevdiğinden emin olma'' hallerini,
Annesini,
Babasını,
Kızkardeşini düşündüm hep...

Hatta düşünüp dururken, bir kitapçıya girdim. Hiç efor sarf etmeden karşıma çıktı pat diye Patti. O denli yani.
Çok uzun zamandır böylesine heyecanlandığımı hatırlamadan aldım kitapları elime.

Daha çok tanık olmak istedim yaşantısının her anına, daha çok bilmek istedim.
Bilmek istemek değil de acaba içten içe bir kıskançlık mı duyuyorum yaratma ve ışık saçma  kapasitesine, herşeye rağmen hayata asılış mücalesine ?
Yoksa hayran olduğum aslında sevme kapasitesi ile
Basit ve yalın olanı diğer herşeyden ayırabilme kapasitesi mi ? 70 yaşında bile  ışık saçma kapasite mi ?

Yoksa kimi zaman Robert gibiyim ben de. Şan şöhret peşinde bodozlama gitmeye meyilli olan. Zaafları olan.





Ve derken dün akşam kitap elimde, gözlerimden yaşlar akarken buluyorum kendimi. Kitap bitiyor. Halbuki ben veda etmeye hiç hazır değilken...
Ve son sayfasında Patti, içindekileri neden ve kim için kayıt altına aldığını anlatıyor.
Tabi ki Robert Mapplethorpe için diyor. Aramızdaki o özel sevgi ve ilişki için diyor.
Donup kalıyorum.
Zira 300 sayfa boyunca hiç soyadını anmadığı Robert'ı ilk defa soyadı ile anıyor. Ve ben bu ismi daha 1 gün önce Los Angeles sokaklarında gördüğümü hatırlıyorum...

9 Temmuz 

Şansın cidden böylesi. Dün sokaklarda sergi afişini gördüğüm Robert meğersem bizim Robert çıkıyor.
3 hafta önce tanıdığım ışık saçan varlığın en önemli varlık sebebi...
Bugün Getty Müzesinde Robert Mapplethorpe 'nin hayatının en önemli kesitlerini anlatan fotoğraf sergisinde buluyoruz kendimizi.
Ve ben 3 hafta önce tesadüflerle başlayan bir yolculuğun en çarpıcı görsel şölenine de tanık oluyorum.
Sansasyonel olan bir adamın tüm sansasyonel çalışmalarını ve  Patti 'nin O 'na duyduğu sevgiyi anlamaya çalışıyorum.



3 hafta önce hayatıma  giren Patti'yi, tüm bu olup bitenleri, içimden akıp geçenleri anlatırken Çağlar 'a  bir laf çok ağrıma gidiyor;

''Sen böyle tutkulu bir kadın değilsin bence...''  Üretkenliğime dem vuruyor, hayallerimin peşinde gitme kapasitemi, komfor alanından çıkma tutku şiddetimi eleştiriyordu.

Üretkenliğimin test edildiği ve sınandığı böyle bir  dönemde Patti 'nin pat diye karşıma çıkması bence tesadüf olamaz.
3 sene önce bana hediye edilmiş bir kitabı bu dönemde, böyle bir anlam yükleyerek elime almam da tesadüf olamaz...
Tüm bu zorlu koşullarda Patti'nin yoldaşı olan Robert Mapplethorpe'in sergisini bu denli yakinen deneyimlemem ise hiç tesadüf olamaz...

Demem o ki benim hem kendime hem de Çağlar 'a  üretkenliğime dair bir şey ispat etmem gereken bir vakit gelmiştir.

Instagram 'a düştüğüm notu şöyle değiştirmem gerekir.
'' Ben de Patti Smith gibi olmak istiyorum ''
Büyüyünce değil tez vakitte.




22 Mayıs 2016 Pazar

Dışa vurum



TDK 'a göre '' ruhsal olayların belli işaret veya tasvirlerle yansıtılması, insan ruhunun algılanabilecek biçimde kendini dışa yansıtması, ifade...'' imiş dışa vurum.

Olayların ruhsal olması önemli demek ki dışa vurmak için.

İnsan ruhunun algılanabilecek biçimde kendini dışa yansıtması da bir başka önemli etmen belli ki dışa vurumda.

İfade de kritik terimlerden belli ki dışa vurmak adına.

15 Nisan -22 Mayıs aralığı benim son dönemler de hiç yazmadan, ama sürekli bir eylemler silsilesi ile dışa vurumda bulunduğum bir dönemdi. Planlı bir dışa vurumdu üstelik.

Hepsinde fazlasıyla ruhsal olaylar vardı. Kimisi gücünü ve etkisini geçmişten alırken, kimisi geleceğe dair endişe, kaygı, umut ve ümit yumağına sarılı iken kimisi de gücünü o anda tanık olduklarımızın şaşırtmacasından alıyordu.

İfadenin gücü ve etkisi ise kendisini;  bazen ağlayarak ,bazen  45.000 kişiyle aynı anda bir şarkıya ortak olmak adına böğürerek, bazen de ailemde önemsediğim kişilerle yaptığım hararetli tartışmalarda gösterdi...

15 Nisan'dan beri sırasıyla Madrid, Stockholm, Bodrum, Çeşme, Antalya 'ya gittim. Böyle yazınca çok havalı durduğunun farkındayım.
Şekile değil öze bakın demek istesem de  pek diyemeyeceğim  sanırım gittiğim yerler için.
Zira hakikaten her birisi şeklen de beni çok etkiledi.
Çoğunluğu 3-4 günlük seyahatler idi ama etkileşim ve paylaşım açısından şiddeti çok yüksek idi.

Madrid'e, beni ben yapan, 35 senelik 8 çocukluk arkadaşım ile gittim. Yazıyla çok kolay yazılıyor da  42 yaşında bir kişinin 35 senesini her türlü kaplamış ve hiç kopmamış 9 kadını koyun aynı bir ortama ne oluyor hiç biliyor musunuz ?
Yaşanan duygu ve dışa vurum şiddetini düşünebiliyor musunuz ?
Ben çok kısaca yazayım.
Kişisel bir deprem. Dışa vurum şiddeti de en azından 8 ve/veya  üzeri...

Stockholm'a ise bir konser bahanesi ile gittik Çağlar ve çok sevdiğimiz 2 çift dostlarımızla. Ama hem gittiğimiz konser hem de karşılaştığımız insanlar ve yürüyüp gezdiğimiz yerlerdeki estetik ve zerafet ruhumuzu öyle okşadı ki , dışa vurum kendisini şaşkınlık, kıskançlık bir o kadar da hayranlık duygusu ile ortaya çıkardı.

Estetik ve zerafet hep peşinde olduğum kavramlar...
Bir türlü cevaplayamadığım sorularım var.
Estetik ve zerafet doğuştan mı geliyor? Yoksa sonradan da ediniliyor mu ?
Estetik ve zerafet arasındaki ilişki nasıl ? Biri olmadan öbürü olabiliyor mu ?
Doğduğumuz coğrafya bu unsurların yeşertilmesinde ne kadar belirleyici?
Mesela Stockholm 'da estetik duygusu yüksek kişiler tesadüfen mi bir araya gelmiş ? Yoksa ortam mı belirleyici olmuş ?

Bodrum 'a ise son 20 senemin bana kazandırdığı çok sevdiğim 4 kız arkadaşımla gittik. Amaç detokstu. Ama ruh detoksu oldu. Ya da bizim detoks anlayışımız ve tercihimiz buydu.
Çok kısa ama bir o kadar yoğun ama bir o kadar da plansız salındık ve sarmalandık zamanla adeta Bodrum 'da.
Sahi Bodrum' da zaman hep farklı akmaz mıydı ? Günü doğurmadan yatmak, kahve veya su içmeden bir gün geçirmek gibi bir şey idi Bodrum 'da.
Benim için eski bir sevgili olan Bodrum, dışa vurumun dibine vurduğum zamanlarımın yegane tanığı olarak hep özel olacak ama belli ki artık güncel anlamlar da yüklenmeyecek bir yer olacak benim için...

Çeşme, İzmir 'deki yeni evim, toprağım. Kendimi bisikletle dışa vurduğum yegane kaçış alanım. Basiti çok sevdiğim, çocuk ruhumu özenle sakladığım yaşam alanım. Karı koca kaçtık 2 günlüğüne. Çağırdık sevdiklerimizden ağbimleri. Önce diyeceklerimi demeye sonra da bir kadeh tokuşturmaya pek tabikii.
Her köşesinden bir sevdiğimin çıkma ihtimali olan toprağım. Toprağın altında da üstünde de çok sevdiklerim olan yegane alanım. Dışa vurumun ağababasını yaşadığım en kıymetli ve özel alanım.
Seviyorum ulen seni.

Çok yeni ise maaile fırsat bildik gittik Antalya 'ya. Kayınvalidemler ve kayınbiraderlerimle hep birlikte.
Gideceğimiz yer tarafsız bir yer olsun, hepimizi şaşırtsın, gözümüzü kamaştırsın istedik. Hakikaten de öyle oldu.
Her sene bir kür yazıyorum kendimize şimdiden. İster Çıralı, ister yayla, ister Belek fark etmez.
O gözler, o denli güçlü ve çarpıcı tonlardaki yeşili her sene belli bir müddet görmeli ki, göreceği her türlü çirkinlikte ve kusurda çağırabilmeli gözünün önüne o denli güzellikteki yeşili ve insanüstü doğayı.
Bir kere kamaşınca insanın gözleri bu denli hem daha farkında oluyor insan.
Baktıkları ile gördükleri değişiyor.
Ben de bu kısa ama çok etkili olan 35 güne sığdırdığım farklı seyahatlerimi önce biraz daha sindireyim, baktıklarımla gördüklerimi bu sefer yazı ile dışa vuracağım.
Hani nasıl derler, az sonra :)





Hoş geldim!

Yeni yılın ertesi, annemin başka diyarlara intikal edişinin tam göbeği, oğlumun yeni yaşının hemen öncesi bir zamanlardan merhaba! Uzun bir ...