Aşağıdaki yazı bana ait değil.Internette tanıştığım bir kişinin blogundan.Hatta Facebook'ta sayfası var. Hatta yazar olmuş , 2 kitap yazmış kendisi...İlk fırsatta okuyacağım kitaplarını da.
Kendini ifade etme biçimini, hislerini, tanımlarını kendime çok yakın buldum. Hatta geçen gün başka bir yerde okuduğum acaba ben içe dönük bir insanmıyım ? soruma aşağıdaki tasvirleri sayesinde %100 cevap bulduğumu da paylaşayım...Teşhisim kesin ve net; ben de içe dönük bir insanım...
Neyse bunun bir önemi yok. Yaşıtım olan ve kitap yazmış, hayallerini gerçekleştirme konusunda özgür, istikrarlı ve de cüretkar olan yetmez bir de yoga aşığı olan bu kişi daha yakından tanımam şart oldu...
Çünkü…
Çünkü Defne mahallenin en popüler kızlarından biriydi. Evlerinden kalabalık, ocaklarının üstünde tüten tencere, tava -tavuk rejimi zamanlarında bile- hiç eksilmezdi. Beş katlı asansörsüz bir binanın çatı katında oturmalarına rağmen ziyaretçilerin ardı arkası kesilmezdi. Defne ile Zeyno, iş gezilerinden döndüğü zamanlarda da Yasemin, misafirleri en ala şekilde ağırlamak üzere sofralarından kuş sütünü, Zeyno’nun yatağının karşısındaki köşeye stratejik olarak yerleştirilmiş YuMaTu marka televizyonlarından da Friends dvdlerini eksik etmezlerdi.
Tayland’ın ucubik bir adasında tek başında oturup ağlayacak kadın değildi yani Defne. Eve dönmesi en hayırlısıydı da, evi de yoktu artık. Kutulayıp kapatmış, bir sonraki kiracıya yatağı, çamaşır makinası ve buzdolabı ile teslim etmişlerdi bile. Kendine acımaktan başka yapacak işi yoktu. Kendine acıdıkça acının arttığının daha farkında değildi.
Defne daha pek çok şeyin farkında değildi. Ama gençti. Bütün kederine rağmen hayatta kalma içgüdüsü genç bir kaplanınki gibi güçlüydü. Ve işte bakın, günlüğüne tıp tıp düşerek mavi mürekkebi sayfaya yayan gözyaşlarının tebessüme dönüşmesi için arkasındaki bungalovda kalan genç kadının uyanıp plaja gelmesi yeterli oluyor. Kahve kupası elinde plaja inen genç kadın, Defne’den de genç. Uzun boylu, sarışın, güneşte çabucak kararan o lacivert gözlü İskandinav kızlarından (Bazı arkadaşların Bodrum kıyısında bekledikleri o lise gezisi gemisinden inecek tip bir kız.) Cam gibi denize karşı kurulmuş piknik masalarından birine yerleşirken Defne’ye gülümseyip günaydın diyor. Defne’nin burnunun ucundan günlüğünün sayfalarına süzülen gözyaşlarını fark etmiş gibi bir hali yok.
Havadan sudan, denizin turkuaz mavisinden, havadaki baygın çiçek kokusundan, sabahın erken saatlerinin güzelliğinden söz ediyorlar. Defne kızın tek başına dünyayı gezdiğini öğreniyor. Hayır sevgilisi yok. Bu uzak ülkede tanıdığı kimsecikler de yok. Tek başına gezmeyi seviyor genç kadın. İsmi Kristine. Kopenhag’da doğmuş büyümüş. Tek başına dünyayı gezmekten korkmuyor. Arada sırada kanının ısındığı insanlara rastladıkça yollarda, onlarla devam ediyor biraz, sonra yine tek başına kalıyor.
Kristine kahvesini bitirmiş, denize doğru yürüyor. Cam gibi suları rahatsız etmekten korkarmış gibi minik, hafif adımlarla yavaş yavaş suya giriyor. Defne de peşinden. Ayrı yönlere yüzerlerken Defne kendini hafiflemiş hissediyor. Kristine’e özenmek iyi gelmiş. Her özenişin ardından bir dönüşüm gelir, bunu hissediyor. Defne birine özenmeyegörsün, hemen taklit eder o insanı. Bir cesaret gelir üstüne. Şimdi de, turkuaz sularda kulaç atarken düşünüyor, bu genç, güzel kadın tek başına geziyorsa, ben neden yapmayayım? Kendisinin de yollarda olduğunu unutarak başlıyor hayal kurmaya: Ne güzeldir şimdi yollarda olmak…
Şimdi hakikati değil de bir hikayeyi yazıyor olsaydım, sonraki sahnede Defne’yi çantasını sırtlamış, yola tek başına devam ederken tasvir ederdim. Olmadı. Yakışıklı Yaz Aşkı nihayet uyanıp bungalovdan çıkınca Defne artık yola tek başına devam etmek istediğini söyledi mi? Söyledi. Ama bir noktada sesi kendinden bağımsız çatladı. Bir üzüntü sardı benliğini. Böyle yakışıklı adam bırakılır mı hiç diye sordu içindeki güvensiz ses. Güçlü, kuvvetli, zengin, ne de güzel yemekler yapıyor. Zor kadın olmasan da bir ilişkiyi de yürütmeye çalışsan? Bak seninle buralara kadar da gelmiş.
O sabah o sese teslim oldum. Yola beraber devam ettik. Ama benim aklımda Kristine’in attığı tohum filizlenmeye başlamıştı bir kere. Yola tek başına devam etmek. Dünyayı tek başına gezmek. Neden o kadar çekici gelmeye başlamıştı birden bu fikir?
Tek başına yollara düşmek benim için çok da yabancı bir durum değildi aslında. O zamanlarda da, ezelden beridir de ben tek başıma gezmeyi severdim. İçe dönük tabiatımdan bihaber olduğum ilk gençliğimde arabama atladığım gibi tek başıma Kilyos’a, Şile’ye gittiğim, koca sahillerde bir başıma yürüdüğüm çok olmuştur. Bütün yazı Sundance’de geçirdiğim yıllarda güneşle uyanıp ormanda yürüyüşe çıkmak da en büyük zevklerimden biriydi. İçime dönmeyi bu kadar çok sevdiğim halde arkadaşlarımdan birisi bana “kızım sen tipik bir içe dönüksün” diyecek olsa derhal itiraz ederdim. Çünkü ben de yaşıtlarım gibi okuldaki, işteki, sosyal hayattaki başarımı popülerliğime bağlıyordum. “Sen içe dönük bir tipsin galiba” yı duysam (ki sarhoş gecelerin sonunda duyduğum çok olurdu) “kızım sen başarısızın tekisin” diye anlardım.
O Kilyos’a, Şile’ye yapılan yolculukları, Phaselis ormanlarındaki yürüyüşleri hatırlatacak olursanız bana, “arkadaşlarımın ya vakti, ya hali ya da paraları yok ne yapayım, ben de tek başıma çıkıyorum yola ”diye cevap verirdim size. O yalnız zamanlarda günlük enerjimi topladığımı bilmeden…Neşemin, başarımın ve hatta popülerliğimin tek başına geçirilen zamanlardan can aldığını bilmeden…İçe dönük tabiatımın bana çocukluğumdan beri yolladığı sinyalleri, bazı kadınlara duyduğum ilgiyi sakladığım gibi saklardım. Arabanın açık penceresinden kolumu çıkarmış, hüzünlü bir şarkı eşliğinde -zevkle- ağlarken, “Bunalım bir tip misin kızım sen?” diye sorardım kendi kendime. Depresif olmadığımı kanıtlamak için de hemen arkadaşlarımın ve hayranlarımın sayısını saymaya girişirdim. Belki melankoliye biraz yatkınım ve evet Yasemin’le yan yana yatıp kitap okuduğumuz Narlı öğleden sonralarının tatminini ve huzurunu bir daha hayatta hiç bir yerde bulamadım ama içe dönük tabiatta değildim. İçe dönük insanlar başkaydılar. Onları biliyordum. İçe dönük arkadaşlarım vardı. Evden çıkmayan arkadaşlarım, topluluk içinde dili tutulan arkadaşlarım, metroya binemeyen arkadaşlarım. Onlar içe dönüktü. Ben değil.
Kafamın ne kadar karışık olduğunu görüyorsunuz değil mi? Ama bir tek ben değilim bu kavramlar karşısında kafası karışan. Susan Cain de Quiet adlı kitabında bizi kavram kargaşasına karşı uyarıyor. İçe dönük, utangaç anlamına gelmez, depresifle içe dönüğü de birbirine karıştırmamak gerekir. Dışa dönük ve utangaç, dışa dönük ve depresif de olabilirsiniz. Hassas ile içe dönüğü de bir tutmamak gerek. Bazı içe dönükler hassas olabilirler. Hepsi değil. Duygusal da içe dönük olmak zorunda değildir. Aksine, dışa dönük tabiattaki pek çok insan aynı zamanda duygusaldırlar da. Bunlar arada sırada örtüşen ama kesinlikle birbirinin yerini tutmayan kavramlar.
İçe dönüklük temelde dış dünyadan çok iç dünyaya gösterilen ilgi ile ilgili bir şey. Bazıları için iç dünya dış dünyadan daha ilginç bir dünya. Ben en baştan beri onlardan biriydim. Daha erken yaşta teşhis edilseydim, yeteneklerim bu tabiatıma uygun bir şekilde yontulsaydı daha mutlu bir hayatım mı olurdu? Bu yazıları daha erken yaşta başlar, şimdiden üç beş romanımı yayınlamış mı olurdum?
Kim bilir?
En azından iş kadını, bankacı, satıcı filan olamayacağımı erken yaşta farkedecek kadar kendimi bilmişim. Yoksa ben de içe dönük tabiattaki başarılı öğrenciler gibi kendimi bir üniversitenin işletme, iktisat bölümlerinde (bizim zamanımızın en yüksek puanlı bölümleri) bulacak, şimdi belki de size bu satırları yazacağıma, ömür tükettiğim bir plazada hafta sonunu hayal ediyor olacaktım.
Peki hikayeye (hakikate) ne oldu? Buralara kadar benimle indin mi sevgili okur? Tebrik ve teşekkür ederim. Tek bir internet sayfasında kalabilmek sabır gerektiriyor. Eh biz de burada yine 90. dakika ve 1000. kelimeye yaklaşıyoruz.
Huzurlarından ayrılmadan önce bir kez daha Middlesex’e dönmek istiyorum. Biliyorsunuz Middlesex bu aralar iştahla okuduğum romanım. Bütün iyi romanlarda olduğu gibi Middlesex’in karakterleri dostum, ailem haline geldiler. Kocamın, dostlarımın, öğrencilerimin bilmediği gizli bir hayatım var benim. Bursa’da başladı, Detroit’de devam etti, şimdi San Francisco’ya doğru yola alıyor. Ben her gün aktif olarak bir kaç saat o gizli hayata gömülüyorum. Romanı okumadığım zamanlarda aklımın bir yarısı gizli hayatımla meşgul. Kahvaltı hazırlarken, araba kullanırken, ders verirken Calliope’yi, Desdemona’yı düşünüyorum, onları özlüyorum. (10 günlük Vippasana meditasyonda zihnimin ilk katmanı soyulduktan sonra alttan hep romanlar çıkmıştı zaten. Bu hikayeyi, hatırlatın, sonra yazarım.)
Middlesex’in esas kızı Calliope, aslında kız değil de oğlan olduğunu anladığı on beşinci yaşında evden kaçtı. Şimdi otostop çekerek San Francisco’ya doğru ilerlediği yolculuğunda bir erkeğe dönüşmeye çalışıyor. Bebekliğinden beri sinyallerini alıp da göz ardı ettiği esas tabiatını kabul ediyor, o esas tabiattan hayatını yaşamaya başlıyor. Sevilmek, beğenilmek, kabul görmek için geliştirdiği davranışlarını bir bir ardında bırakıyor. Bazen işi fazlaya kaçırıyor. Fazla erkeksi davranıyor. Bazen unutup öğrenilmiş tabiatına dönüyor. Yine genç bir kadın oluyor.
İçe dönük tabiatta bir insan olduğumu keşfettiğim andan itibaren benim geçirdiğim dönüşüm de Callie’nin Cal’e geçişi gibi bir süreçti. Kendi doğamı yeniden öğrenmem gerekti. Öyle hemen herşey birden yerli yerine oturmadı…
Dedim ya hikaye değil, hakikati anlatıyorum burada.
Callie, bütün erkeksi güdülerine, genetik yapısına, kalınlaşan sesine, dudaklarının üstüde beliren bıyığına rağmen erkek olmayı öğreniyor. Öyle farketti diye erkeklik üzerine hop diye oturmuyor. Ben de aynı onun gibi bir içe dönük olarak yaşamayı öğrendim….Öyle farkeder etmez hayatımın aşkını bulmuş gibi sevinmedim yani.
Ama daha orada değiliz değil mi?
Önce bir kapıyı çalmamız lazım. Yarına…