6 Aralık 2015 Pazar

Ne de olsa hayat tesadüfleri sever!

Hayatımda 4 tane önemli adam olduğuna karar verdim. 2'si kocam ve oğlum diğer 2'si ise kayınpederim ve babam. Bu yazımda  sadece  2 'sinden -bu sefer- teğet geçerek bahsedeceğim. Ancak özellikle kayınpederim teğet geçilemeyecek kadar esaslı bir adam olduğu için ve  bu kadar esaslı bir kişi başlı başına bir yazı konusu olması gerektiği için daha sonra onu başrol yapmaya karar verdim.

Hazır laf kayınpederimden açılmışken biraz girizgah yapayım hakkında.
Kendisi Profesör doktor. Ben cerrahi ustalığını anlatabilecek kadar mesleğinin içinde olan bir insan olmadım. Ama mesleğine, hastalarına duyduğu aşkı ve tutkuyu çok ama çok yakinen yaşadım.
Hayatında doktorluk diye bir bölüm yok. Hayatı bu. 78 yaşında halen hocalık yapan, ameliyatlara giren, hastaları ile yatıp kalkan, müstesna bir insan.

Hayran olduğum birçok özelliğinin yanısıra; kafası elleri kadar hızlı çalışan, tabiri caizse zehir gibi kafası olan birisi.  Hani noktaları- sadece 1 noktası verili haldeyken bile- birleştirerek sadece beni değil etrafındaki çoğu insanı her defasında hayrete düşüren  bir insan.

Bu haftasonu O'nu ağırladık. Dün akşamda O ve Çağlar ile birlikte evimize yakın bir balıkçıya gittik.

Masamıza yerleşirken yan masamızda, şu an emekli olan, sonrasında ise hayatında farklı bölümler açabilmiş önemli bir üst düzey banka yöneticisini fark ettim. Kayınpederim kendisine hasta olarak gelmiş Zeki Alasya'ya bile '' isminiz çok tanıdık geldi '' diyecek kadar naif bir insan olduğu için hemen kendisine yan masamızda olan üst düzey yöneticiyi ismen ve cismen tanıttım.

Yemek boyunca yan masada oturan 70 yaşlarının başında ama yaşlarını kesinlikle göstermeyen, 2 erkek ve 1 kadın ile birlikte arada birbirimize gülümseyerek, kendi masa sohbetimize devam ettik.   Ta ki masalarına, bizi cezbedecek kadar güzel bir balık yahnisi gelinceye kadar. O kadar çok gözümüz kalmış ki bize ikram etmek istediler, biz de nazikçe geri çevirdik. Sonrasında ise nasıl sohbet başladı bilmiyorum ama kayınpederime laf attılar; O da Ankaralı olduğunu , Ankara'dan geldiğini söyledi.
Sonra ben de en sevdiğim yere gelince konu; kayınpederim ismini ve mesleğini söyledim, ihtiyacınız olmaz inşallah ama diyerek. Nitekim kendisi her erkeğin er ya da geç ziyaret edeceği bir işi yapıyordu. Ürologtu.
İçlerindeki eski ama guru üst düzey yönetici '' ben bu ismi tanıyorum '' zaten deyince ortam bir anda daha samimileşti ama herkes o kadar kibar idiki  herkes ; yan masayı daha da rahatsız etmeyelim derdinde olduğu için,  kısa kesmekteydi.

Belli bir süre daha geçti, artık her iki masa da kahve ve çay faslına geçmişti. Bu sefer yan masadan bize bir telefon ekranı uzatıldı.
'' Hocam biz sizi çaktırmadan araştırdık siz 5 yıldızlı bir Dr. muşsunuz, şeref duyduk'' dediler ve gerçekten de doktorları değerlendiren bir internet sitesinde aslında dedikleri gibi 5 yıldızı alan kayınpederimin ismini gösterince; her iki masada daha derinlemesine sohbete koyuldu. Yan masamızdakilerden; 2 adam aslında kardeş olduklarını, hanımın ise üst düzey yöneticinin ağbisinin hanımı olduğu, hepsinin Ankara Kolej mezunu olduğu , aynı kolejden mezun eşim ile aralarında neredeyse 20 sene olduğu kahkahalarla paylaşıldı.

Erkeklerin ayrıca  ODTÜ'lü, hele içlerinden üst düzey yöneticisinin İşletme 'den olduğunu öğrenince ise bu sefer sohbette sıra -aynı fakülteden mezun olmuş- bana gelmişti, sene farkı ise gittikçe açılıyordu...

O sırada kayınpederim 1950 'lerde Ankara 'da ki liseleri saymaya başladı ;
''Kolej, Gazi, Atatürk ve Kız lisesi vardı. Ben Atatürk lisesinden mezun oldum'' derdemez bu sefer onlar da ;
''Bizim annemiz de Kız Lisesinde matematik öğretmeni idi '' dediler.

Kayınpederim bir salise ama gerçek anlamda salise kadar duraksadı, sonra kafasının içerisindeki nöronlar etkileşime geçtiler, ışık hızıyla noktalar birbirine bağlandı ve bir sonuca vardı. Taa daaaa.

'' Yoksa siz ...... hoca hn 'ın çocukları mısınız ? '' deyince herkes sustu. Zira bir isim bile zikredilmeden bu sonuca nasıl ulaşılmıştı kimse bilemedi...

Masada derin bir sessizlikten sonra içlerindeki büyük ağbi ''evet ''diyebildi.

Bunu duyan kayınpederim hemen 2. cümlesini patlattı. ''Yoksa siz ........ ağbinin çocukları mısınız ? ''

Bir boks maçındaki gibi bir sağ kroşe bir sol kroşe yiyen yan masa, yemin ederim konuşamayacak haldeydi.

Hepi topu 2 saat önce yan masalarına tesadüfen oturmuş bu yabancı 3 kişiden 1 tanesi; şu an hayatlarında olmayan pek sevgili anne ve pek sevgili babalarını çok ama çok yakinen tanıyan çıkmıştı.

Bu soruya da evet dedikten sonra herkes şok haldeyken kayınpederim başladı anlatmaya.

Kendisi daha Profesör olmadan, ki 38 yaşında Profesör olmuş, Doçent iken Şarköy 'de aldıkları yazlıktaki komşuları imiş rahmetli anne ve babaları.
Her iki aile kağıt oyununu çok sevdiği için, yaz akşamlarında birbirlerinin evinden çıkmazlarmış. Ama  seneler geçmiş, kayınpederlerim Şarköy'den Side 'ye yazlığı taşıyınca bağlar azalmış, eski komşular aracılığıyla haber alınmaya başlanmış. Bir de arada sırada kayınpederimin Ankara 'daki muayanesine uğradıklarında haber almışlar birbirlerinden. Ama 20 seneden fazla bilhabermiş kayınpederim kendilerinden.
Neredeyse kendisiyle yaşıt olan çocuklarını ise zaten hiç tanımamış.

Yan masamızdakiler karışık duygular içerisindeydiler. Ama kısaca tariflemek gerekirse '' ağlamaklı şükran '' duyguları içerisindeydiler. Yıllar sonra hiç tanımadıkları, 5 yıldızlı bir  doktor; kendilerine anne ve babalarını anlatmaktaydı zira.

Matematik öğretmeni annelerinin, disiplinli ve sert mizacını, gözlüklerinin ardından gözlerini kaldırıp bakışlarından kolaylıkla anlayabileceğinizi, babalarının ise yumuşak ve keyifli bir adam olduğunu anlattıkça yan masadakiler erimeye başladı. Gerçek anlamda küçülüyor, çocuklaşıyor, biraz daha anlat, lütfen biraz daha anlat  der gibi hissettiriyorlardı.

Sohbet bu andan itibaren çok daha özelleşti, samimileşti ve  karşılıklı yüceltmelerle devam etti. Eşim ve ben eski üst düzey yöneticiyi yüceltirken, onlar kayınpederimi yüceltiyordu. Yanyana  ama mesafe ile başlayan sohbet ise kucaklaşma ile biterken herkes ama herkes çok mutlu idi.

2 yanyana masada oturan 3'er kişi balıkçıya gelip o akşam hayatlarının hoş bir tesadüfi ile karşılaştılar.

İçlerinden sadece bir kişi, o da ben , böyle hoş ve duygulu bir ortamda çıkıp
'' hayat tesadüfleri sever '' diyebildi.

Dün akşam yan masamızdaki eski üst düzey yönetici, Odtü işletme mezunu olan kişi ise Garanti Bankası eski genel müdürü '' Akın Öngör '', ağbisi ve yengesi çıktı.

Siz siz olun yan masanızdakilere dik dik değil; ya bu kişiler anne ve babamı tanıyor çıksalar nasıl olurdu? diye düşünerek, bakarak, fırsat verin.

Ne de olsa hayat tesadüfleri sever.




8 Kasım 2015 Pazar

Davası olmayan kişi benim de arkadaşım olmayacak !

İlk an 
Çok sevdiğim memleketimi kaybettim ben  tam 1 hafta önce. Haberi aldığımda kafam ve yüreğim ayrıldı birbirinden.Topraklanmaya çalıştım, yer ayağımın altından kaydı gitti, kökümü yitirdim. Tarif edilmesi zor, bu yaşamda kesinlikle deneyimlemediğim ama bildik bir acı geldi ve yüreğime lak diye oturdu. Duyularım çalışmazken, duygularım karmançorman oldu. Yabancı oldum. Bir anda. Bu toprağa.

Eve geç gelebildim, zira sandık görevlisi idim, çocuklara ''bana dokunmayın'' dedim. Çağlar iş seyahati için evden erken ayrılmış meğersem. İlk iş koşulsuz sevgiyi hissetmek oldu. Oğlumu uzun uzun sevdim, kokladım, tekrar öptüm, tekrar kokladım. Ergenliğin başındaki kızıma ise dedim ki '' beni yok say ''. Ama O pek anlayamadı beni ve bana futürsuzca isteklerini birer birer sıralamaya başlayınca, başladım ben de bağırmaya çağırmaya. Sakince değil avaz avaz.
Sonra TV karşısına geçtim, biraz boş boş baktım, ağlamak istedim, ağlayamadım.
Sonra en iyi yaptığım şeyi yapmaya karar verdim. 
Öyle bir gecede  bile saat 22.00 olmadan yattım bir pazar akşamında.
Memleketimi kaybettiğim akşamda uykuya dalmam çok zor olmadı. Bildiğin kaçtım başımıza gelen ve geleceklerle yüzleşmekten. Sabah ola hayrola gibi bir ihtimalin olmadığı bir ortamda uykuya daldım.
Ama gece yarısı sık sık bilincim ayıldı ve bana 
''biliyorsun değil mi başına neler geldi ? kaybettin O 'nu '' diye hatırlattı. 
Başımdan savmaya çalıştım, ama kalbimden savamadım. Kalbim hep ağrıdı.

Ertesi gün 

Sabah oldu, Bahar uzun süren bir seyahatten gelmişti, O'nunla buluştuk.
Gözü yaşlı bir şekilde O'nunla dertleştik.
Sadece şu soruyu sordum;
'' Mentorluk yapacağım Odtü'lü üniversite öğrencilerine ne akıl vereceğim ben ? 20 sene boyunca herşeyi tırnağımla hak etmişken, birisinin adamı olmak durumunda hiç kalmayarak , herşeyi bileğimin hakkıyla yapabildiysem,  dayandığımız demokrasinin kaleleri o zaman halen ayaktayken , ben şimdi onlara ne ümit vaat edeceğim, ne akıl vereceğim kaybettiğim memleketime dair ? '' 

Çağlar seyahatte, o esnada düzenli aralıklarla beni arayıp nasıl olduğumu soruyor!! O'nun endişesi ben. 
Zira evdeki huzurun temelinin kadının moralinden geçtiğinin bilincinde. Ben iyi olursam herkese şifa verebilirim ama nadir de olsa benim de dağıtacak şifam kalmadığında Çağlar teyakkuzda.  

2.gün

2 günlük çalıştayımız için sabahın köründe düştüm yollara. Türkiye'nin en büyük FMCG şirketlerinin birisinin önemli grupları ile birlikte bir otel odasında 2 gün geçireceğiz. Kendimi ama en başta zihnimi toplamaya çalışıyorum, mış gibi yaparak enerjik görünmeye çalışıyorum.Yavaş yavaş insanlar da geliyor. Ben hararetli bir ön değerlendirme yaparız herhalde - sohbet babında - seçime dair derken, hiçkimse konuyu dahi dile getirmiyor, yok varsayıyor. Sanki seçim 2 gün önce değil 2 sene olmuş bitmiş gibi.
Herkes önüne bakıyor. Dün dündür misali.
Herkes mutlu sanki.
O odadaki  kaygılı bakışlar sadece ben ve Bahar'a ait.
Garipten öte.
Bu odada bile azınlığız diyorum.
Akşam oluyor, eve bile gitmek istemiyorum.
Bahar ile son akşam yemeklerimizden birisini yemek için otelin hemen karşısındaki Kalamış Marina'ya gidiyoruz.
Biraz şarap, biraz daha dertleşme çok iyi geliyor.
Gözlerimiz hep yaşlı.
Memleket meselesi en baş meselemiz, memleketten de ümidini kesmiş Bahar'ın ABD 'ye gidiyor olması ikinci meselemiz. Bazen önem dereceleri değişiyor, ama ikisinin de benim için mesele olması ve gözlerimin sürekli yaşlı kalması gerçeği bir süredir baki.

3.gün 

İlk derli toplu gazete okuma ve yorumları okuduktan sonra biraz daha kafamda sebep-sonuç şekilleniyor.

4.gün 

Arkadaşlarımla ilk defa buluşup seçim hakkında sohbet ediyoruz. Bazı sorularım oluyor;

- Kendi çocuklarımız dışında kaç çocuk okutuyoruz?
- Okuttuğumuz çocukların kaçına mentorluk yapıyoruz ?
- H&M mağazasından  ayda  ortalama 100 tl 'lik bir alışverişi yapıyormuyuz/ yapmıyormuyuz? Hem çok güzel, hem de çok ucuz diye.
-Kendi çocuğumuz dışında başkalarının çocuklarını ne kadar umursuyoruz?

Bu sorularımın devamı -özeleştiri olacak şekilde- daha da sert gelicek ama kendimi bu günlük bununla sınırlıyorum.

Tek önemli bir umut kapısı olduğunu söylüyorum: Oy ve ötesi. O kurucu üyelerin ve devamında destek veren tüm beyinlerin elleri öpülesi.

Engelleri değil fırsatları gören, görmek isteyen herkesin İLHAM kaynağı. Benim çalıştaylarımın bundan sonraki '' odak konusu ''. Yapılabilirliği, hayata geçirilmesi konusundaki başarısı ile pek tabiki.

Akşam çok yakın bir arkadaşımızın galerisi http://mixerarts.com 'ın bir sergi açılışındayız. Bana uzak bir sanat bile olsa resim sanatı, bakmak ve anlamlandırmaya çalışmak, başka dünyaları yaratabilmenin halen elimizde  olması gibi saçma bir avuntuya dönüşüyor.

5.gün 



Sabah boğaza nazır olağanüstü bir güzellikteki bir manzarada Ali Canip Olgunlu  ile 4 hafta sürecek  tasavvuf sohbetlerinin ilkine gidiyorum. Kafam halen sersem olsa da bilge ağızdan dökülen sözler yüreğime çok iyi geliyor. Sohbet hiç bitmesin istesemde, sindirmek için zamana ihtiyaç duyuyorum, fark ediyorum. Şok edici bir doz peşinde değilim. Zira ruhumun  iyileşmek için zamana ihtiyacı var. Ne kadar zaman o kadar iyi olacağım. Biliyorum. İdrak ediyorum.

Akşam yine evlere sığamıyorum. Sonra harika bir haber geliyor. Duman'ın solisti Kaan Tangöze'nin son albümünün solo konseri için Zorlu PSM 'e doğru yola çıkıyoruz. Mızıka ve  gitar eşliğinde olağanüstü güzel bir ses, yüreğine sığamayacak kadar derdi olan bir solist tarafından birdenbire dökülmeye başlıyor.
Son 1 haftadır yüzleşmekten kaçtığım herşey, bencilliğim böyle cüretkar bir dava adamı karşısında can çekişmeye başlıyor. 

Geziden beri olan biten herşeyi tüm çıplaklığı, kah türkü, kah mızıka, kah da gitar eşliğinde meydan okuyan bir tavırla gözler önüne seren solisti, tüm salon eşşiz bir yere koyuyor. 
Bir yanda meydan okumaya duyulan hayranlık varken bir yandan da '' şimdi basacaklar konseri '' korkusu tüm salonda egemen. Kaygı basit hayatımızın bile  her anında.

Solist devleştikçe devleşiyor, kah içiyor, kah sohbet ediyor ama esas önemlisi acaip şeffaf olabiliyor. İçini ve yüreğini görebiliyoruz solistin. Nasıl desem ? Kale gibi, kapı gibi sağlam ama bir çocuğun kalbi kadar da kırılgan. Derdi çok. Ama bir o kadar da pervasız ve samimi. 

Solist zamanı unutuyor, kendisinden geçiyor, bir arkadaşımın facebook 'ta yazdığı gibi '' içinden Bob Dylan '' çıkıyor ve bize tam 3.5 saatlik olağanüstü bir konser yaşatıyor.

Çok güzel bir sergi, bilge bir adamdan duyduğum olağanüstü sentezler ve bu yazıyı yazarken 3. defadır dinlediğim albumün hepsi ama hepsi ruhuma o kadar iyi geliyor ki, kederden de  zevk alınabiliyormuş diyorum. 

Satın alın ve dinleyin lütfen. Kaan Tangöze. Ruhunuzu iyi gelecek. 







6.gün 

Yine çok yakın arkadaşlarımın http://www.gonulluyuzbiz.net kurduğu bir platform hayata geçiyor. Ne de şanslı bir insanım. Hem akıllı hem de yürekleri geniş arkadaşlarım ve halen bu ülkeden kesmedikleri  ümitleri var. 
Çocuk okutacak bütçeniz olmasa da eminim gönüllü olarak işe yarama niyetiniz vardır. Ne yapabilirim diye düşünmenizi gerek yok. Bu platform sayesinde size, niyetinize ve yetkinliklerinize uygun gönüllü bir projede çalışabilirsiniz.
Bu hafta aldığım en değerli haber idi bu platformun hayata geçmiş olması.

Cumartesi akşamını James Bond filmine giderek bir dönemi daha kapatmış bulundum. Şiddetin her türlüsü o kadar hayatımızın içinde iken; üstüne üstlük bir de para vererek bu absürdlükten hiç hoşlanmadığıma karar verdim...

Müzik dışında keder, acı, dram, savaş ve nice karamsar öğeleri içeren her türlü görselliği içeren sanat ve sinema ikilisini -mizah dergileri hariç- bir süreliğine terk eyliyorum.

Müzikteki keder nedense şu an canımı o denli yakmıyor, bilakis bazen itici gücü bile olabiliyor.

Avrupa 'da  2. Dünya Savaşı sonrasında iyimserliği pompalamak ve normal hayata  daha hızlı dönebilmek adına kozmetik ve parfüm endüstrilerinin patlaması gibi ben de hayatıma '' güzel şeyleri, estetik değerleri, sanat ve tasarımı '' her zamankinden daha fazla sokmak istediğime karar veriyorum.

Gönüllülük, çocuk okutmak, mentorluk yapmak, niyet etmek ve bu yolda harekete geçmek, kendi yetkinliklerini başkalarının çıkarına sunmak ise bundan sonra hem kendimin hem de yakın arkadaşlarım için uygulayacağım kriterler.  Bunlardan en az 1 tanesini yapmayan arkadaşlarımla arkadaşlığımı gözden geçireceğim.

Özün sözü; Davası olmayan kişi benim de arkadaşım olmayacak!

Ciddi ve niyetliyim.

7 kısa ama şiddeti büyük günün sonucunda geldiğim nokta burasıdır. Nokta.








28 Ekim 2015 Çarşamba

Cumhuriyet bayramımız kutlu olsun!

İstediğimiz kadar yazalım çizelim, kayıtlara alalım, kitlelere yayalım; akıllarda genellikle  ''görsel'' unsurlar kalır.

Etkisi güçlü, enerjisi güçlü olanlar tabii.

Milyonlar da baksa, görse, herkes aynı şeyi görür.
Sadece görmez hatta, duyumsar.
İçi cız eder, aklına mukayet olamaz, kan farklı pompalanır hücrelerinde o karelerde.

Kimi zaman bir çizi,
Kimi zaman bir film karesi,
Kimi zamanda bir fotoğraftır,
Sadece hafızalara  değil yüreklere kazınan.
Hiç çıkmayacak şekilde.

Hiç bir zaman bilim kurgu film ve/veya roman sevmedim.
Ben hep '' gerçek '' ve ''gerçeklik '' sevdim.
Yaşanmışlık yakın geldi, ondan çok şey öğrendim.

Uzun zamandır hiç bir film hatta bilim kurgu bu kadar bende iz bırakmamıştı. Her bir karesiyle.
Yıllarca kandırılmış, bastırılmış '' district''lerin, Capitol'a başkaldırmasını izledik bu film serisinde.

Zulmün, acımasızlığın, baskının, despotluğun, bilerek geri ve cahil bırakılmışlığın izlerini gördük her karesinde.
Ne pahasına olursa olsun başkaldırma sevdasını, içlerinden bir babayiğidin -pardon kadınyiğidin- verdiği olağanüstü mücadeleyi izledik.
Ben izlerken hep şunu düşündüm '' bilim kurgu olamayacak kadar gerçek, absurd olamayacak kadar sahi ''
Yaşadıklarımla kolaylıkla örtüştürdüm, eğlenmek yerine gerildim, sanki ben o film karesindeymişim gibi hissettim.

Film '' Hunger Games ''idi. Halen serisi devam eden.

Aşağıdaki görseller 1.cisi filmden...


Ama maalesef 2.cisi gerçek yaşamızdan... 
Sessiz bir başkaldırıdan.
Hiçbir şeyin eskisi gibi olamayacağının sessiz ama vakur kabulunden.
Canımızdan.Bağrımızdan.Yorumsuz olan.
KaraAN, AnKARA'dan.
Hunger Games 'e her açıdan çok benzettiğim ülkemin şu anki durumunun, film karesine de benzerliğinden dem vurduğum.
Her 2 fotoğraftaki  acı karşısındaki yüce ama sessiz ortak tavrına şaşırıp kaldığım.
Birisinin kurgu  birisinin sahi olduğuna inanmak istemediğim.
Sadece sessizce acılarına yürekten ortak olduğuma söylemek istediğim.
Hatta sadece acılarına ortak olmak değil, dertlerine çözüm ortağı da olmak istediklerini bilmelerini istediğim.



Yarın Cumhuriyet bayramı. 



Ve bu özel adam, film karesi olmayan, anlı, canlı,şanlı Gazi Mustafa Kemal, yine bir dönemin Hunger games'ini yaşarken bu ülke; çıkıp bize aklı ve savaşçı kişiliğiyle  her türlü hürriyeti, imkanı ve daha ötesi Cumhuriyet'i kazandırdıysa ben ne yapayım bilim kurgu filmlerini.

Ben ancak ve ancak ;
bilirsem daha iyi bu ülkenin yakın geçmişini,
okuyabilirsem yakın -orta vade geleceğini,
inanırsam bu topraklara,
biraz daha cesur ve kadınyiğit olursam, 
aktif rol alabilirsem bu toplum için,
etrafıma azıcık ümit verebilirsem, destek olabilirsem,
Ancak o zaman ben de kendimi bir film karesinden öte '' yaşanmışlıkların '' içinde görebilir,  o zaman '' yaşadım '' diyebilirim.


Herkesin fikrine ve tercihine saygı duyuyorum.

Ama ben uzun bir süre daha yukarıdaki fotoğraftan taşıp gelen enerjiye, kudrete, kararlılığa, başkoymuşluğa, hem savaşçı hem de  asil kan taşıyan bu babayiğit için başka film karelerini izlemek yerine gerçeğin kendisini, yani bana düşen görevi yapacağım. 

Cumhuriyetin tüm imkanlarını kullanmış genç bir kadın olarak ben bu topraklar için varolacağım.

Sonrası mı ? 

Ben de o toprağa karışırım fena mı ?

Cumhuriyetimizin 92. yılı kutlu olsun....

Atamızın ve silah arkadaşlarının, bu topraklar için canını vermiş herkesin ruhu şad olsun.
Cumhuriyeti sizler kurdunuz, bizler yaşatacağız!

12 Ekim 2015 Pazartesi

Sessizlik orucu


Sessizlik orucundayım.
Sadece dinlemek istiyorum. 
Konuşulanlara, aktarılanlara kafam basmıyor artık. 
O yüzden sadece müzik dinlemek istiyorum. 
Aşağıdaki listem kişiseldir. Son 25 seneme filan aittir herhalde. 
Her biri önemli bir anıma tanıklık etmiş beni sarıp sarmalamıştır.
Şu an o kadar melonkoliğim ki; tüm o kötü anların toplamını bir araya toplamaya çalıştım ama şu andaki hislerimin can acıtma çıtasına yaklaşamadılar bile...
Sessizlik orucundayım.
Sebebi belli.
KaraAN
AnKARA
  












https://www.youtube.com/watch?v=5l4a3V5eyF4








                                           https://www.youtube.com/watch?v=xwtdhWltSIg

28 Eylül 2015 Pazartesi

İçe dönük olduğum kanıtlandı. Başkasının teşhisini çaldım ama olsun...

Aşağıdaki yazı bana ait değil.Internette tanıştığım bir kişinin blogundan.Hatta Facebook'ta sayfası var. Hatta yazar olmuş , 2 kitap yazmış kendisi...İlk fırsatta okuyacağım kitaplarını  da.
Kendini ifade etme biçimini, hislerini, tanımlarını kendime çok yakın buldum. Hatta geçen gün başka bir yerde okuduğum acaba ben içe dönük bir insanmıyım ? soruma aşağıdaki tasvirleri sayesinde %100 cevap bulduğumu da paylaşayım...Teşhisim kesin ve net; ben de içe dönük bir insanım...
Neyse bunun bir önemi yok. Yaşıtım olan ve kitap yazmış, hayallerini gerçekleştirme konusunda özgür, istikrarlı ve de cüretkar olan yetmez bir de yoga aşığı olan bu kişi daha yakından tanımam şart oldu...

Çünkü…
Çünkü Defne mahallenin en popüler kızlarından biriydi. Evlerinden kalabalık, ocaklarının üstünde tüten tencere, tava -tavuk rejimi zamanlarında bile-  hiç eksilmezdi. Beş katlı asansörsüz bir binanın çatı katında oturmalarına rağmen ziyaretçilerin ardı arkası kesilmezdi.  Defne ile Zeyno, iş gezilerinden döndüğü zamanlarda da Yasemin, misafirleri en ala şekilde ağırlamak üzere sofralarından kuş sütünü, Zeyno’nun yatağının karşısındaki köşeye stratejik olarak yerleştirilmiş YuMaTu marka televizyonlarından da Friends dvdlerini eksik etmezlerdi.
Tayland’ın ucubik bir adasında tek başında oturup ağlayacak kadın değildi yani Defne. Eve dönmesi en hayırlısıydı da, evi de yoktu artık. Kutulayıp kapatmış, bir sonraki kiracıya yatağı, çamaşır makinası ve buzdolabı ile teslim etmişlerdi bile. Kendine acımaktan başka yapacak işi yoktu. Kendine acıdıkça acının arttığının daha farkında değildi.
Defne daha pek çok şeyin farkında değildi. Ama gençti. Bütün kederine rağmen hayatta kalma içgüdüsü genç bir kaplanınki gibi güçlüydü. Ve işte bakın, günlüğüne tıp tıp düşerek mavi mürekkebi sayfaya yayan gözyaşlarının tebessüme dönüşmesi için arkasındaki bungalovda kalan genç kadının uyanıp plaja gelmesi yeterli oluyor. Kahve kupası elinde plaja inen genç kadın, Defne’den de genç. Uzun boylu, sarışın, güneşte çabucak kararan o lacivert gözlü İskandinav kızlarından (Bazı arkadaşların Bodrum kıyısında bekledikleri o lise gezisi gemisinden inecek tip bir kız.) Cam gibi denize karşı kurulmuş piknik masalarından birine yerleşirken Defne’ye gülümseyip günaydın diyor.  Defne’nin burnunun ucundan günlüğünün sayfalarına süzülen gözyaşlarını fark etmiş gibi bir hali yok.
Havadan sudan, denizin turkuaz mavisinden, havadaki baygın çiçek kokusundan, sabahın erken saatlerinin güzelliğinden söz ediyorlar. Defne kızın tek başına dünyayı gezdiğini öğreniyor.  Hayır sevgilisi yok.  Bu uzak ülkede tanıdığı kimsecikler de yok. Tek başına gezmeyi seviyor genç kadın. İsmi Kristine. Kopenhag’da doğmuş büyümüş. Tek başına dünyayı gezmekten korkmuyor. Arada sırada kanının ısındığı insanlara rastladıkça yollarda, onlarla devam ediyor biraz, sonra yine tek başına kalıyor.
Kristine kahvesini bitirmiş, denize doğru yürüyor. Cam gibi suları rahatsız etmekten korkarmış gibi minik, hafif adımlarla yavaş yavaş suya giriyor. Defne de peşinden. Ayrı yönlere yüzerlerken Defne kendini hafiflemiş hissediyor. Kristine’e özenmek iyi gelmiş. Her özenişin ardından bir dönüşüm gelir, bunu hissediyor. Defne birine özenmeyegörsün, hemen taklit eder o insanı. Bir cesaret gelir üstüne. Şimdi de, turkuaz sularda kulaç atarken düşünüyor, bu genç, güzel kadın tek başına geziyorsa, ben neden yapmayayım? Kendisinin de yollarda olduğunu unutarak başlıyor hayal kurmaya: Ne güzeldir şimdi yollarda olmak…
Şimdi hakikati değil de bir hikayeyi yazıyor olsaydım, sonraki sahnede Defne’yi çantasını sırtlamış, yola tek başına devam ederken tasvir ederdim. Olmadı. Yakışıklı Yaz Aşkı nihayet uyanıp bungalovdan çıkınca Defne artık yola tek başına devam etmek istediğini söyledi mi? Söyledi. Ama bir noktada sesi kendinden bağımsız çatladı. Bir üzüntü sardı benliğini. Böyle yakışıklı adam bırakılır mı hiç diye sordu içindeki güvensiz ses. Güçlü, kuvvetli, zengin, ne de güzel yemekler yapıyor. Zor kadın olmasan da bir ilişkiyi de yürütmeye çalışsan? Bak seninle buralara kadar da gelmiş.
O sabah o sese teslim oldum. Yola beraber devam ettik.  Ama benim aklımda Kristine’in attığı tohum filizlenmeye başlamıştı bir kere. Yola tek başına devam etmek. Dünyayı tek başına gezmek. Neden o kadar çekici gelmeye başlamıştı birden bu fikir?
Tek başına yollara düşmek benim için çok da yabancı bir durum değildi aslında.  O zamanlarda da, ezelden beridir de ben tek başıma gezmeyi severdim.  İçe dönük tabiatımdan bihaber olduğum ilk gençliğimde arabama atladığım gibi tek başıma Kilyos’a, Şile’ye gittiğim, koca sahillerde bir başıma yürüdüğüm çok olmuştur. Bütün yazı Sundance’de geçirdiğim yıllarda güneşle uyanıp ormanda yürüyüşe çıkmak  da en büyük zevklerimden biriydi.  İçime dönmeyi bu kadar çok sevdiğim halde arkadaşlarımdan birisi bana “kızım sen tipik bir içe dönüksün” diyecek olsa derhal itiraz ederdim. Çünkü ben de yaşıtlarım gibi okuldaki, işteki, sosyal hayattaki başarımı popülerliğime bağlıyordum. “Sen içe dönük bir tipsin galiba” yı duysam (ki sarhoş gecelerin sonunda duyduğum çok olurdu) “kızım sen başarısızın tekisin”  diye anlardım.
O Kilyos’a, Şile’ye yapılan yolculukları, Phaselis ormanlarındaki yürüyüşleri hatırlatacak olursanız bana, “arkadaşlarımın ya vakti, ya hali ya da paraları yok ne yapayım, ben de tek başıma çıkıyorum yola ”diye cevap verirdim size.  O yalnız zamanlarda günlük enerjimi topladığımı bilmeden…Neşemin, başarımın ve hatta popülerliğimin  tek başına geçirilen zamanlardan can aldığını bilmeden…İçe dönük tabiatımın bana çocukluğumdan beri yolladığı sinyalleri, bazı kadınlara duyduğum ilgiyi sakladığım gibi saklardım. Arabanın açık penceresinden kolumu çıkarmış, hüzünlü bir şarkı eşliğinde -zevkle-  ağlarken, “Bunalım bir tip misin kızım sen?” diye sorardım kendi kendime. Depresif olmadığımı kanıtlamak için de hemen arkadaşlarımın ve hayranlarımın sayısını saymaya girişirdim. Belki melankoliye biraz yatkınım ve evet Yasemin’le yan yana yatıp kitap okuduğumuz Narlı öğleden sonralarının tatminini ve huzurunu bir daha hayatta hiç bir yerde bulamadım ama içe dönük tabiatta değildim.  İçe dönük insanlar başkaydılar. Onları biliyordum. İçe dönük arkadaşlarım vardı. Evden çıkmayan arkadaşlarım, topluluk içinde dili tutulan arkadaşlarım, metroya binemeyen arkadaşlarım. Onlar içe dönüktü. Ben değil.
Kafamın ne kadar karışık olduğunu görüyorsunuz değil mi? Ama bir tek ben değilim bu kavramlar karşısında kafası karışan. Susan Cain de Quiet adlı kitabında bizi kavram kargaşasına karşı uyarıyor.  İçe dönük, utangaç anlamına gelmez, depresifle içe dönüğü de birbirine karıştırmamak gerekir. Dışa dönük ve utangaç, dışa dönük ve depresif de olabilirsiniz. Hassas ile içe dönüğü de bir tutmamak gerek.  Bazı içe dönükler hassas olabilirler. Hepsi değil. Duygusal da içe dönük olmak zorunda değildir. Aksine, dışa dönük tabiattaki pek çok insan aynı zamanda duygusaldırlar da. Bunlar arada sırada örtüşen ama kesinlikle birbirinin yerini tutmayan kavramlar.
İçe dönüklük temelde dış dünyadan çok iç dünyaya gösterilen ilgi ile ilgili bir şey.  Bazıları için iç dünya dış dünyadan daha ilginç bir dünya. Ben en baştan beri onlardan biriydim. Daha erken yaşta teşhis edilseydim, yeteneklerim bu tabiatıma uygun bir şekilde yontulsaydı daha mutlu bir hayatım mı olurdu? Bu yazıları daha erken yaşta başlar, şimdiden üç beş romanımı yayınlamış mı olurdum?
Kim bilir?
En azından iş kadını, bankacı, satıcı filan olamayacağımı erken yaşta farkedecek kadar kendimi bilmişim. Yoksa ben de içe dönük tabiattaki  başarılı öğrenciler gibi kendimi bir üniversitenin işletme, iktisat bölümlerinde (bizim zamanımızın en yüksek puanlı bölümleri) bulacak, şimdi belki de size bu satırları yazacağıma, ömür tükettiğim bir plazada hafta sonunu hayal ediyor olacaktım.
Peki hikayeye (hakikate) ne oldu? Buralara kadar benimle indin mi sevgili okur? Tebrik ve teşekkür ederim. Tek bir internet sayfasında kalabilmek sabır gerektiriyor. Eh biz de burada yine 90. dakika ve 1000. kelimeye yaklaşıyoruz.
Huzurlarından ayrılmadan önce bir kez daha Middlesex’e dönmek istiyorum. Biliyorsunuz Middlesex bu aralar iştahla okuduğum romanım.  Bütün iyi romanlarda olduğu gibi Middlesex’in karakterleri dostum, ailem haline geldiler. Kocamın, dostlarımın, öğrencilerimin bilmediği gizli bir hayatım var benim. Bursa’da başladı, Detroit’de devam etti, şimdi San Francisco’ya doğru yola alıyor. Ben her gün aktif olarak bir kaç saat o gizli hayata gömülüyorum. Romanı okumadığım zamanlarda aklımın bir yarısı gizli hayatımla meşgul. Kahvaltı hazırlarken, araba kullanırken, ders verirken Calliope’yi, Desdemona’yı düşünüyorum, onları özlüyorum. (10 günlük Vippasana meditasyonda zihnimin ilk katmanı soyulduktan sonra alttan hep romanlar çıkmıştı zaten. Bu hikayeyi, hatırlatın, sonra yazarım.)
Middlesex’in esas kızı Calliope, aslında kız değil de oğlan olduğunu anladığı on beşinci yaşında evden kaçtı. Şimdi otostop çekerek San Francisco’ya doğru ilerlediği yolculuğunda bir erkeğe dönüşmeye çalışıyor. Bebekliğinden beri sinyallerini alıp da göz ardı ettiği esas tabiatını kabul ediyor,  o esas tabiattan hayatını yaşamaya başlıyor.  Sevilmek, beğenilmek, kabul görmek için geliştirdiği davranışlarını bir bir ardında bırakıyor. Bazen işi fazlaya kaçırıyor. Fazla erkeksi davranıyor. Bazen unutup öğrenilmiş tabiatına dönüyor. Yine genç bir kadın oluyor.
İçe dönük tabiatta bir insan olduğumu keşfettiğim andan itibaren benim geçirdiğim dönüşüm de Callie’nin Cal’e geçişi gibi bir süreçti. Kendi doğamı yeniden öğrenmem gerekti. Öyle hemen herşey birden yerli yerine oturmadı…
Dedim ya hikaye değil, hakikati anlatıyorum burada.
Callie, bütün erkeksi güdülerine, genetik yapısına, kalınlaşan sesine, dudaklarının üstüde beliren bıyığına rağmen erkek olmayı öğreniyor.  Öyle farketti diye erkeklik üzerine hop diye oturmuyor. Ben de aynı onun gibi bir içe dönük olarak yaşamayı öğrendim….Öyle farkeder etmez hayatımın aşkını bulmuş gibi sevinmedim yani.
Ama daha orada değiliz  değil mi?
Önce bir kapıyı çalmamız lazım.  Yarına…

15 Eylül 2015 Salı

Canım kızıma mektup- 12.yaş

Ben cidden çok şanslı bir insanım. Hayatımda hep çok kıymetli arkadaşlarım oldu, onlar da bana hep en kıymetli hediyelerini verdiler.
Kimi zaman zamanlarını verdiler, kimi zamanda bana dair en özel hediyelerimi; anılarımı verdiler.
Bu seneki 41. yaşgünümde çook eski dostum Çisem bana 13-14-15 yaşlarıma ait, O'na yazdığım tüm mektupları , zarfları ile birlikte verince çocukluğumu vermiş gibi oldu.

Bütün duygularım, platonik aşklarım, ergenlik triplerim tam da doğru zamanda karşıma düşmüş oldu.
Ne de olsa ben de12 yaşında bir ergenlik yolculuğunun çok başında bir kız çocuk annesiydim.
O'nu daha iyi anlamam, yardımcı olmam için önce kendi yolculuğumu çok iyi bilmem gerekiyordu. 
Tam da doğru zamanda bu mektuplar bana hediye edildi:)

Canım kızım Ela'cım, 
12.yaşını kutlamaya sayılı günler kala ben de sana kendimi hediye etmek istedim.
Ve pek tabii bazı tahlillerimi de...
Dediğim gibi eğer kendimi ve kendi yolculuğumu iyi bilirsem  sana çok daha fazla yardımcı olabilirdim.

Yıl 1987... Yaş 13.
Ela 'cım yazı dilinde  giriş gelişme sonuç önemlidir. 
Benim girişlerim !!!! zamanla daha iyi oturmuş. 
Aşağıdaki mektupları okuyunca sana Türkçe konusunda daha az kızmaya karar verdim. Hadi yine iyisin.

Tam seninle aynı sınıftayız.
Orta 1 ama ikinci dönem.
Sana sakınmanı önerdiğim herşeyin dibine vurmuşum. 
Dedikodu yapmışım, etiketlemişim.
Üzgünüm ama annen de bir melek değilmiş yavrum:)
Demek ki neymiş... 
Herşey bu yaşlarda yapılmalıymış ki, buna da doyalım:) 
Hal böyleyse sakınma güzel kızım, yaşa ve tüket bu duygularını ki kalmasın sonraki yıllara.

Herşeyi anlatıp aramızda kalsın bu yaşların ortak özelliği.:)




Yaş 13. 
Kıskançlık  diz boyu. Yorumlar çok komik.
'' Az, çok az şişman '', 
'' Ne onun yerinde olmak isterim ne de onun güzelliğine sahip olmak '' 

Gördüğün gibi güzel kızım, kıskansam da yine de mantığım ve özgüvenim ruhumu ve bedenimi yıkıp, yakmamış. 
Zaten annenin ve dolayısıyla senin de olayın bu. Abartılı mantık abideleri olmak.

Senin whatsapp'lerine   konu olacak kadar hoşlandığın bir çocuk henüz olmamış olsa da annen mektuplarında birilerinden bahsetmeye başlamış.
Aramızda 6 ay var diyerek ben de merakla bekliyorum, ilk mevzubahis şahsiyet kim olacak diye. Kıvanç'ta sarışın, renkli gözlü idi. 
Gözü renkli  yoksa lensi değil:)

Sonra da bu gelenek hep devam etti.


 Güzel kızım Ela'm... Uyku konusunda kanıtlanmış bir mazimiz var. Yaş aynı, uyku saatimizde...







Canım kızım, mektupların ana teması; dedikodu, hoşlandığım erkekler ve illaki notlarım ve derslerim.
Bu denge olayı ve farkındalık 13 yaşında da 41 yaşında da müthiş bir şey.
Gerçekten senin de böyle olduğunu görmek bana ayrıca bir keyif veriyor.

Yaş yine 13, devam.
Notlar senin gibi benim içinde önemli.
Pes etmek kitabımızda yazmıyor.
'' Böyle gülüp geçtiğime bakma içim gerçekten büyük hırs düştü... çalışacağım ''
Aferin ikimize de...




Yukarıdaki mektubun devamı aşağıda.
Öğretmenlerine kötü sıfatlar koyduğun, dalga geçip, etiketlediğin zaman pek hoşlanmıyorum ama bak annen de aynılarını yapmış yavrum...
Ama en azından bir farkındalıkla , parantez içinde dalga geçmemeliyim ama neyse diyerek...
Sen de böyle ol emi yavrum:)
Ben seninle bilerek ders çalışmıyorum yavrum.
Yoksa sen benden ben de  Bilim dedenden neler çekmişiz.
Eee ne yapalım aynı b...kun soyu böyle bir şey demek.

Özlemcim, 30 senedir sen benden bende senden neler çekmişiz. Bak beni şikayet etmişsin İng.ceciye.O da bana karşı sempatik olmaktan vazgeçmiş.( İlkokul-ortaokul-lise -dersane-yetmez üniversite şimdi yakamdan düş diye Amsterdam ^dasın ayrı )




Elacım söz sana bir daha ifade ediş şekline laf etmeyecem.
Annen kendini o yaşlarda edebiyatçı, yazar vs zannederken bildiğin saf bir öğrenci imiş.
Ama hakkımı yeme noktalama işaretlerine bayağı dikkat etmişim.
Giriş -gelişme -sonuç hep aynı...
Derslerden sonra aşk meşk hayatı.
Yaş 13.
Platonik aşk bu mektupta kendini göstermeye başladı.
57 okul numarası
L şubesi
O isminin başharfi
Y soyadının başharfi.
Takma ismi : Şirine
Hani bu yıllar sonra tanıştığım, tüm duygularımı ifade ettikten 1 sene sonra trafik kazasında kaybettiğim, özel insan.

Bakalım senin ilk göz ağrın kim olacak ?


Ela'cım yukarıdaki mektupta duyguları şimdilik bir kenara bırakalım, teknik birkaç soru soralım.
1.) Wham kim ?
2.) Kaset ne demek ?
3.) Jeton nedir ? Ne işe yarar? 
4.) Neden evde telefon varken  jetonlu telefona inilir?

TEOG sınavını boşver , sen bunları cevaplandırmaya çalış annecim!!
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------
1 sene daha geçiyor  yavaş yavaş ergenlik basamaklarını çıkıyorum Elacım. 
Çisem'e mektuplar ise devam ediyor. 
Konular Dallas vari ve oldukça sofistikeleşiyor. 
Senden 1 yaş büyüğüm burada Elacım. 14.
Teog sınavının neden yanlış yaşta olduğunun anlı canlı kanıtı aşağıda.
Hormonlar en üst düzeyde. 
30 sene geçsede bu yaş dönemleri  böyle.

Ama yine de gördüğün üzere annen aynı senin gibi farkındalık abidesi olarak her adımını taaa o yaştan itibaren dikkatli atması gerektiğini en azından düşünmüş:))

Bu mektupta mevzubahis kişi olan Murat  o sırada Lise 1 'de. Ben de   Orta 2' deyim. Ama hiç sorun olmadı yavrum. Özgüvenim sağolsun, çıkma teklifi ettim,O 'da kabul etti.

Bilmek ve yapmamak aslında bilmemekse sen de hep eyleme geçmekten korkma emi  canım kızım...

Mektubun aşağısı çıkmamış ama annende o yaşlarda basketbol takımında, basketbol hastası. Kortlarda elinden geleni ardına koymuyor. Erkek arkadaşlarını orada tavlıyor.
Ama ne yalan söyleyeyim senin kadar disiplinle haftada 5 gün antremana filan gitmiyor.


---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Orta 3.' e geçmişim.
Fen lisesi sınavları var. Zaten Anadolu Lisesindeyim diye ben hiç ilgilenmiyorum.Ama Çisem'in hazırlanıp kazanmasını çok önemsiyorum.O'nun başarılı olmasını canı gönülden istiyorum. İşte böyle ol Ela'cım. 
Kendine neyi yakıştırıyorsan  arkadaşların içinde aynısını dile. 
Senden farklı olarak hep dediğim gibi benim Fen ve Fizik dersleri ile aram hiç olmadı. Ahanda örneği.






 --------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yaş 15. Lise 1. Ergenliğin zirvesi.
Bunalım maksimum seviyede.
Hiç yaşamadığımı zannettiğim karamsarlık, iç sıkılmaları burada kendini iyice belli etmiş.





Anne ve babamla hiç sorunum olmamıştı. 
Ama aşağıdaki duygular farklı diyor.
Zaman anlamsız küsme zamanı imiş.
Demekki herkesin şiddeti farklı olsa da ergenlik böyle bir şeymiş.


Orta 1 'den Lise 1 'e kadar istikrarlıyım Allah'tan. Yine Orhan:)
Duygular yoğun ama farkındalık yine zirve.
Dışavurum harika.
Soru çok net; ''Bende anlamıyorum, neden böyle oldum ?''
Cevap da çok net.'' Ergenlik Ela'cım''



Canım kızım Ela'm,
Bu mektuplar sayesinde ben de kendimi tekrar keşfettim.
Şimdi'ki zamandan konuşmak çok kolaymış onu anladım.
Senin ve benim ne kadar ortak noktamız olduğu,
Değerlerimizin ne kadar örtüştüğünü,
Ne kadar farklı yetkinlik alanlarımızın da olduğunu fark ettim.
Gereksiz meli malı'yı sana karşı ne kadar çok söylediğimi de .

Canım kızım,
En güzel, heyecanlı, keşiflerle dolu evreye  hoşgeldin...
Umuyorum seninki de benimki gibi saf, heyecanlı, özgüvenli, farkındalığı yüksek ve özel insanlarla dolu geçer.
Bu dönemi özel kılan gerçekten de birlikte vakit geçirdiğin insanlar.
Onlar sensin. Sen de onlar.
İz bırakmayı bilmek lazım.
Ömce kalplerde sonra da saklanabilecek, hatırası olan şeylerde...

Güzel kızım,
Sen beni ben yapan yegane kişisin.
Nice güzel yıllar olsun, gönlünce akacak olan.
Biz de olalım bu yıllarında.
Kimi zaman tam göbeğinde, kimi zamanda biraz ötende.

İyi ki doğdun, bir sonbahar kızı oldun.:)










7 Eylül 2015 Pazartesi

Dışı Beyaz ama içi Kirli Türklere gelsin bu parça...

Yazmam gerekiyor yoksa zihnimi başka türlü sakinleştiremeyeceğim.

Biz kimiz, neyiz bilmiyorum.

Beyaz Türk'müyüz, yoksa Siyah mı yoksa da Gri mi ?

https://tr.wikipedia.org/wiki/Beyaz_Türkler

Bilmiyorum.

Tek bildiğim Kirli Türk olduğum(uz).

Nasıl kirlendik peki ?

Duymayarak, duyumsamayarak, korkarak, kaçarak, yoksayarak, görmeyerek, görmezden gelerek...

Uzak kalarak, yukarıdan bakarak, umarsız kalarak, banane diyerek, hep bana diyerek, ben diyerek, benim diyerek...

Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyerek, hep poz vererek, daha fazla rol yaparak, yine poz vererek, tüketerek, daha fazlasını isteyerek, yetmez ama evet daha da fazlası, iyisi olsun diyerek...

Kirlendikçe yıkandık, aklandık paklandık...

Güzel bahaneler bulduk kendimize.. Evet ama 'lar la yolumuza devam ettik.

Ruhumuz ve vicdanımız ile yüzleşemedik.

Dışımız beyaz kaldı ama ruhlarımız güngeçtikte kirlendi.

Bugün şanslı azınlık olan ailelerin özel okulları açıldı.

Benim çocuklarımda bu şanslı azınlıktan.

Ben de bu çocukların annesiyim.

Ama Kirli Türk bir anneyim.

Bugün İstiklal Marşı'nı çoook uzun süre sonra tekrar söyleme fırsatını buldum.

Hıçkırıklara boğulmamak için kendimi  zor tuttum.

Ben ancak bugün anladım o marştaki acıyı, ''şüheda sıksan toprağı şüheda '' yı bugün anladım.

Şüheda'nın şehitler anlamına geldiğini bugün dibine kadar idrak ettim.

Bizim, Kirli Türkler olarak bu acıyı hiç bir zaman yaşamadığımız için anlamadığımızı fark ettim.

Hem huzur manyağı olarak hedonizm doruklarındayken '' acıyı neden duyumsamamız gerekiyordu ki? ''

O acıyı hep başkaları yaşardı hem...

Ya tanımadığımız dedeler, nineler, masalsı aile büyükleri  ya da filmlerdeki sıradan insanlar yaşamaktaydı bu acı.

Ya da başka milletler. Bizden de daha geri kalmış.

Bizim gibi ayrıcalıklı, akıllarına fazla güvenen, huzur manyağı insanların başına hiç ama hiç uğramazdı bu acı...

Ben bugün anladım bu acıyı...

Neden ve nasıl kirlendiğimizi de...

Acıyı çekmeden, hiç bir şeyin aynı olmayacağını da ...

Üzgünüm koşar adım bu ülkeden kaçmaya çalışanlar,

Üzgünüm kalsak da bize birşey olmaz diyen izleyiciler...

O acı çekilecek.
Duyumsanacak.
Yaşanacak.
Nerde olursanız olun, sizi ve bizi bulacak.
Uzak, yakın fark etmeyecek.
Etki alanı geniş olacak.
Boyutunu, şiddetini bilmiyorum
Ruhani veya ,
Fiziksel
Fark etmeyecek.
O acı çekilecek.

Ancak o zaman biz temizlenebileceğiz.
Ancak o zaman biz huzura ericeğiz.
Sadece bugünkü hissimi söylüyorum.
Dağlıca sonrasındaki sayısını bilmediğimiz şühedalar için.
Daha nice bu topraklar için canını vermişler için.

O acı çekilince ancak biz temizlenebileceğiz.
Kirlerimizden arınacağız.
Belki de o zaman sıfatlardan arınmış Türk olacağız.
Sadece Türk.










31 Ağustos 2015 Pazartesi

Bir fotoğraf anatomisi

Pek sevgili çocuklarım, 

Daha çok genç olsamda şu ana kadar ( 41 senecik :)) ) size anlatabilecek,  dünya çapında önemli bir başarıya, buluşa, herkesin konuşacağı bir  hikayeye  henüz imza atamadım. 

Bundan sonrası da kader kısmet. 

Ama sizlerde iz bırakmasını istediğim hikayelerimi ve hayallerimi aktarma konusunda şimdilik emin adımlarla ilerliyorum. 

Bazı hikayeler sessizdir, bazı hikayeler ise sadece görseldir, bazı hikayeler ise sadece işitsel. Kimi hikayede vücut dili konuşur, bazısında ise bakışlar, bazısında ise sadece ama sadece kostümler konuşur.  

Sanat gibi. 

Sevgi gibi.

Olması gereken olduğunda TAMamlandığın gibi.

Aşağıdaki fotoğraflara bakınca benim hissettiğim gibi.


Bu sene, neredeyse 1,5 ay önce 15 Temmuz 'da 15. evlilik yıldönümüzü sizlerle birlikte kutladık. Emir belki hatırlamayacak ama Ela, ben ve babanız bence bu kutlamayı hiç ama hiç unutmayacağız...

Bu olağanüstü güzellikteki olağandışılığı hiç unutmayacağız.

Kayıtlara geçmesi gereken şey ;

15.evlilik  senemizi kutladığımız kadar,
Sokaklarında kolumda dolaşmayı hayal ettiğim, boyum kadar kızımın o an yanımda olması kadar,
Sürprizleri ile beni her daim şaşırtan NYC 'da olmamız kadar,
Çok şık bir restauranta hepimizin çok şık giyinmek için çaba sarfetmesi kadar,
Hepimizin gözlerinin ışıldaması kadar,
Ela'nın tam da o gün büyümeye, olgun olmaya karar vererek bize çifte mutluluk yaşatmasıdır hiç unutulmayacak olan...
Bir yanımda 12 yaşında resmi ergen olan kızımla, diğer yanımda da  ''ben ne zaman ''liseci '' olacam '' diye sorup duran oğlumla, basit ama çok kıymetli küçük mutlulukların ne kadar büyük mutluluklar olduğunu idrak ettiğimiz gün oldu 15.evlilik yıldönümümüz.

Ben de hikayenin tam da bu kısmında sadece 3 fotoğrafla sizlere, kendimizden, duygularımızdan, bakışlarımızdan, duruşlarımızdan, kostümlerimizden izler bırakmak istedim.

Detayları ince eleyip sık dokuyan, kılı kırk yaran güzel kızım Ela'm,

Bilmeni isterim ki ben hayatımda kendi gelinliğim dışında prova bile yapmak suretiyle bir gelinlik giymedim.Kendi gelinliğimi de diktirdiğim için onu da ancak tamamlandığında giyebildim:)

Bir gelinlik dergisinde gördüğüm bir detay beni büyüledi. Gerisini de ben hayal ettim.

Kabul ediyorum ne gelinliğim ne de kendim pek de alışılagelmiş bir gelin değildim. 
Ama kendim gibi bir gelindim.
Lütfen saçlar illa da uzun olmalı, topuz olmalı, gelinlik kabarık olmalı, takılar çok olmalı, pırlantalar olmalı, meli malı'ları ile sakın uğraşma. 

Kendin ol, tarz sahibi ol. Yıllarca öyle veya böyle hatırlanacak kadar kendin ol...
Şimdi olduğun gibi.


Canım kızım,

Bazı sözler sadece bakışlarla verilir.
İlla kulağınla duymana gerek olmamalı.
Görmeyi seç.
Gördüğün zaman da bakmayı.
Taa karşındakinin gözlerinin içine... 
Kaçırmadan. 
Bulursan sana öyle bakan adamı da sakın bırakma.
Sarıl O adama.
Geçen gün Alaçatı'da son manyaklık olan havuza /denize gelinlik ve damatlıkları ile girip poz veren çiftleri gördüğünde dediğin gibi..
''O adama ben öyle bir şey hiç yapmam '' 
Bırakma O adamı.






Canım oğlum,

Biliyorsun senden ümidim de beklentim de çok. Bilim Dede'nin zarif ve bilirkişi edasıyla yaptığı tüm dansları seninle yapabilmeyi bekliyorum.
Dans etmek hele de duygularını bir erkek olarak ifade edebilmek çok ama çok önemli.
Eğer eşin olacak kişi senden böyle hareketli, sıradışı bir parça ile hele de normal düğün danslarından daha da uzun sürecek bir şarkıda dans etmeni beklerse hiç ama hiç O 'nu kırma...

Babanı hatırla hemen. 

Onca zorluğa, onca kasılmasına rağmen, beni kırmayarak,  3 dakika boyunca benden gelicek emir ve komuta zincirinde nasıl dans ettiğini hatırla...

Çabaladığını ama bir o kadar da keyif aldığını da hiç unutma.

Her ortamda dalga geçilsek bile ti'ye alabilecek kadar geniş yüreğini ise hiç ama hiç unutma. 

Hep örnek al.

Bir düğün dansı için bile bir kadını mutlu edemeyen erkeğin bir ömür mutlu edemeyeceğini hiç unutma...


Canım kızım ve canım oğlum,

Evlilik  sürekli emek isteyen bir çocuk gibi aslında.
Sizler gibi adeta. 
Hep ilgi bekleyen, şımartılmayı isteyen, zorluklar karşısında pek de sabırlı olmayan,  hep bencil  bir çocuk olduğunu bilirsen,
Daha kolay anlarsın işte o zaman evliliği.
Çok sevsen bile çocuğunu, ondan bile bazen uzaklaşmanın ne kadar iyi geldiğini unutmazsan eğer,
Daha kolay halledersin evlilik meselesini, pardon müessesini.

Eşler de çocuk gibidir adeta...
Sınırsız olmak ister,
Sınırsız talepte bulunur,
Zorluklarla başetmede tökezleyebilir.
Anlayışlı ve sabırlı olmak gerekir.
Her zaman yapamasan bile niyet etmek bile işleri değiştirir.

15.yılımızın en güzel keyifleri, canlarım,

Aşağıdaki fotoğraf dili gibi olun sizler de...

Belli bir uzaklıkta olmak istediğim zaman babanız gibi bana  saygı duyan,
Beni hiç bir zaman değiştirmeye çalışmayan,
Mutluluğumdan, gözlerimin ışıldamasından ilham alabilen,
Israr etmeyen, kendi halimde gelişmeme izin veren,
Sıradışılıklarımla beni kabul eden,
Kendisi kadar kısa saçlı bir gelin olabilmeme bile hoşgörü ile yaklaşan,
Fotoğraftaki gibi  dar bir gelinlikte bile eteklerim de ziller çaldırtan adamlar /kadınlar bulun kendinize...

O zaman fotoğraftaki gibi  hem sizler, hem gözleriniz hem de başka ışıklar bulur sizi ve her daim etrafınızda ışık saçmanıza sebep olurlar...




Görsel olabildiğiniz kadar işitsel olmayı da hiç unutmayın ki yıllar boyunca çalındığı zaman sizlere ''has '' olan güzellikler hatırlansın...

Tıpkı bizim düğün şarkımız gibi.

Nerede çalınırsa, çalınsın bizleri zorla dans ettirten, eğlendiren sizlerle var olan şarkılarınız olsun...

Canım çocuklarım,
Işığınız da şarkılarınız da sevginiz de bol olsun...
Gerisi teferruat zira.




16 Ağustos 2015 Pazar

Ne mutlağım ne muğlak!

Tamtamına 3 ay olmuş yazmayalı.Yazamayalı değil ama.
Bekledim olan bitenin bitmesini, bitmedi. Bitemedi.
Seçimdi, ümittir, umuttur, dur şu da bitsin, öyle dökeyim hislerimi dedim ama olamadı. Tam 3 aydır bekledim. Sonra bir yerde gördüğüm şu söz hislerime tercüman oldu;

ne mutlağım ne muğlak...

İşte tam bu haldeyim.
Siyahları beyazları çoktan bıraktım grinin tonlarında gezinmekteyim.
Hem de çok uzun bir süredir.
Net değilim.
Kimi zaman asılıyım,
Havada.
Kimi zaman yüzer gezer bir haldeyim,
Karada.
Çok fazlaca, yaşamaya kafayı takmış bir haldeyim.
İnsanca yaşamayı unutmaya ramak kaldığı bir ortamda,
Savaşın kıyısında, insanlık dramının ortasında, pervasızlığın göbeğinde, bencilliğin dayanılmaz hafifliğinde,
Yaşamaya odaklanmış haldeyim.
Kendi adıma değil.
İnsanlık namına.
5duyumun da ötesindeki duyumsamalarımla kıvranmaktayım.
Yolumu bulma çabalarında, misyonumun  tam da bu noktada ne olması gerektiğini bulma yollarındayım.
Zira hani yabancı ülke metrolarında, sokaklarında denildiği sözleri;

''mind the gap '' ( Londra  metronun kapısı ile kaldırımın arasındaki boşluğa düşülmesini önlemek amacıyla '' boşluğa dikkat !'' uyarısı yapılır )

'' park at your own  risk'' ( ABD 'de arabanızı park etmeye çalıştığınız herhangi bir yerde hırsızlık ve diğer kazalara karşı riskin sürücüye dair olduğunu anlatan uyarılar görürsünüz )


bizim coğrafyamızda, kendi ülkemizin koşullarında, vatandaşların devlet karşısındaki acizliğine, olan biten tüm korkunç ve her geçen gün sıradanlaşan sıradışı olaylar için  bizler kendi kendimize söylediğimizde ise ortaya çok acı ve kinayeli bir durum çıkmakta...

'' mind the gap ''

''live at your own risk''  ( park yerine live dediğimizde !)

Ne kadar dayanabileceğiz bilmiyorum ama bizler aktif sorumluluk almadan, küçük büyük, az çok fark etmeksizin misyon edinmeden, destek olmadan, çaba göstermeden hiç bir şey DEĞİŞMEYECEK.

Bulmalıyız o her neyse. Önce kendimiz için. Kendimizi özgürleştirip tekrar hayal kurabilmeye başlayacak hale gelene kadar aramalı ve bulmalıyız misyonumuzu.

Karamsarlığın ve huzursuzluğun bulaşıcı halini başka türlü gidermeliyiz.

Yenmeliyiz demiyorum belki de bu huzursuzluk bizi ve koşullarımızı değiştirtecek.

Kendi adıma daha çekip gitme zamanı değil. Ama konfor alanından çıkma zamanı!

Para kazandığım işim, annelik ve eşlik görevlerinden çıkarak başka roller almaya hazır olduğum bir zaman...

Ben ancak o zaman ne mutlak ne de muğlak  bir ruh halinden çıkıp kendim olabileceğim.

2-3  ay içerisinde paylaşmak ümidiyle,
Net olmanız ve net kalabilmeniz dileğiyle,
Sevgiler


------------------------------------------------------------------------------------------------------
Diyorum ya bu 3 ay zarfında ne mutlağım ne muğlak.

Tahtarevellinin üstünde gibiyim.

Bazen aşağıda bazen yukarıda.

Neredeyse 2 sene önce tanışmış ve sadece 2 saat sohbet ettiğim ama kısa tanışıklığımıza rağmen gönül gözünü ve inandığı yolda yaydığı enerjiyi çoğu zaman anlattığım sıradışı kadın Afet Erengezgin'i yaklaşık 3 hafta önce kaybettik. Uykusunda, hiç bir sağlık sıkıntısı yokken. Nefesi buraya kadarmış.

Aşağıda 2 sene önce kendisine dair yazdığım yazıyı, aynı yazıda Afet hn 'ın kendi elinden yazmış olduğu yazıyı, en sonda ise kocası Çelik bey'in kaybı üzerine Afet hn 'a dair yayınladığı yazıyı GÖNÜL GÖZÜNÜZLE okumanızı isterim...

Bir defa daha tesadüflerin olmadığını, karşılaşmamız gereken kişilerle, 5duyumuzun ötesini kavrayabilmemiz, farkına varabilmemiz için tanışmamız gerektiğini kavradım.Bir sohbet, bir kelime, bir selam, bir gülümsemenin bile bizi başka bir farkındalık seviyesine taşıyabileceğini bir defa daha deneyimledim.

Bunun için müteşekkirim.

Size de Çelik bey ve Afet hn...

Gerçek sevgiyi bizzat görebilmemi sağladığınız ve buna izin verdiğiniz için...

Yolunuz ışık olsun, ruhunuz şad olsun.

Sevgiyle,
İpek

http://5duyum.blogspot.com.tr/2013/11/yurek-ve-sevgi-uzerine.html

Sevgili gönül dostlarımız,
“Anda” yaşamayı ve “iki beden, tek yürek” olmayı öğreten, yani; “bana beni !” anlatan, göğsündeki suretime, gönlündeki sevgime; elli yıldır yer açan, yaratılanı, yaratandan ötürü sevmeyi, sevgiyi ve bilgiyi karşılıksız vermeyi, hepimize belleten Âfet’imizi, 27 Temmuz Pazartesi günü, Tirilye’deki Fatih Camiinde, ikindi namazından sonra yaratana emanet edeceğiz.. Yani gönlünün seçtiği yerde, hakka yürüyecek !..
O güzel sesini artık; yüreğimizle dinleyeceğiz. O güzel yüzünü görmek için; gözlere gerek kalmayacak.. Ne mutlu, Afet’imin emanetine; yani bedelsiz bilgiye ve koşulsuz sevgiye sahip çıkacak değerli dostlarımıza !..
En büyük yanlışımız; “bir” olanda buluşmayı, “ayrılmak !” sanmak.. En zor işimiz ise, bu gerçeği gönlümüze anlatmak !.. Mutlaka bir gün ve dönmeyeceğini düşünerek, sevdiğimizi uğurlamak ise yazgımız, kavuşacağımızı “bilerek” o günü beklemek, mükâfatımız olacaktır !..
“Âfet’imle birlikte !”, sevgilerimizle...
Sonsuza kadar eşi,
Çelik Erengezgin

www.erengezgin.net


24 Mayıs 2015 Pazar

İtiraf ediyorum

İtiraf etmek ne güzel bir his. Dile getirmek. Yazmak da benim için  itiraf etmenin bir türü aslında.
Bu sefer lafı dolandırmadan itiraf etmek istediklerime ayırmak istedim;

İtiraf ediyorum, anne olmaktan her geçen gün çok ama çok daha keyif alıyorum. Ben doğum yapınca  anne olunmadığını, anneliğin her meslek her zanaat her sanat dalı gibi emek yoğun bir iş olduğunu, zamanla anneliği ve o dünyanın sonsuz boyutlarını daha iyi kavradığımı, keşfetmekten keyif aldığımı  12. sene sonunda da olsa  anladım ve tecrübe ettim. Geç oldu, güç oldu ama oldu...

İtiraf ediyorum, çocuklarımın kendi başlarına zaman geçirmelerinden olağanüstü mutlu oluyorum. Ela'nın kendi inisiyatifi ile odasında ders çalışmasını ve bundan memnun olma halini, Emir'in de kendi başına lego, suluboya veya futbol oynamasını ve bundan memnun olma haline bayılıyorum. Ben o zaman kendimi iyi bir anne hissediyorum.Yakın ama uzak, kendi ayaklarının üstünde, kendilerinden her türlü memnun olduklarında.


İtiraf ediyorum, 12 yaşında Ela 'nın herşeyini bu denli gözümün önünde, benim o yaştaki dönemime göre çok daha az yaramazlıkla geçirmesine çok ama çok üzülüyorum. Ben tam da O'nun yaşında iken Petkim 'de ki lojmanlarımızda bulunan devasa lokalimizde çalışan erkek garsonların soyunma odasını gözetleyen,( gözetlemek yetmez soyunma odasına saklanan) akşam olunca lojmanlarda  gözümüze kestirdiğimiz evlerin camlarına kozalak atıp kaçan, yasak olan birçok şeyi daha yapıp babalarımıza ihtar getirtmiş ama bütün bunlardan ötürü de hiçbir zaman bile laf işitmemiş olan bir çocukluk geçirdim. Geç kalmış bile olsam hemen bugünden itibaren görmedim/duymadım/bilmiyorum u çocuklarıma uygulamak istiyorum. Ela için tam zamanı. ( Petkim grubu bana unuttuklarımı da ltf hatırlatınız )

İtiraf ediyorum, akıldaşım, sırdaşım, yol dostum, sol beynim, manyağım ortağım Bahar'ı; çocuklarına elcağızıyla hazırladığı şekilli pastalardan sonra artık çok kıskanır oldum. Bu olaya kadar idare ediyordum ama bu olaydan bayağı bayağı kıskandım. Bir insan herşeye de yeter mi ?

İtiraf ediyorum, hayatımın hiçbir döneminde yurtdışında yaşamadığım için hayıflanıyorum. Bundan sonrası içinde kısmet.

İtiraf ediyorum, kendimi hep çok şanslı buluyorum.Yaşadığım tüm zorluklara bile şans gözlükleri ile bakıyorum. Seçme, tercih etme ve gerçekleştirme özgürlüğünü kendime vermiş olduğum en büyük hediye olarak görüyorum

İtiraf ediyorum, HDP yüzünden  arkadaşlarımın bile bölündüğünü, söylemlerinin birbirlerine karşı ne kadar sert, diğerini ötekileştirdiğini görüp Türkiye'nin genel durumunu çok daha rahat okuyabiliyorum. Ciddi sorunlarımız var, yüzleşeceğimiz zamanlar yakın hissediyorum. İyi kötü değil olması gereken olacak gibi.

İtiraf ediyorum, eskiden sıradışı insanlara öykünürdüm şimdi sıradan yaşayan kişilere hayranlık besliyorum.

İtiraf ediyorum, hayatı çok ama çok pahalı buluyorum. Her markete girdiğimde kasiyere '' sorarım size ne aldık ki bu kadar tuttu '' demekten alıkoyamıyorum. Çok daha dikkatli harcama yapmaya çalışıyorum. 20 senedir emekli hayatı yaşayan ve her daim ayaklarını yorganına göre uzatan, benim için Robert Redford karizmasında olan, kendisi içinde zor bir durum olan babama çok daha saygıyla yaklaşıyorum.

İtiraf ediyorum,  hayatında hiçbir fikrini , iş yapış şeklini, keşke'lerinin hiçbirini değiştirmemiş, empatiden uzak, sabit fikirli, esnemeyi döneklik zanneden kimselerin yakınımda olmasını istemiyorum.

İtiraf ediyorum, akademik başarıyı küçümsüyorum. Herkesin başarı tanımı ve reçetesi farklı olabilir ama sadece akademik başarıya tutunanlar benim için bir şey ifade etmiyor. Ela'nın derslerini metheden öğretmenlerine söylediğim gibi '' Söylediğiniz ve memnun olduğunuz ders notları  benim için bir şey ifade etmiyor. O'nun duygusal dünyasına olan yakınlığınız ve farkındalığız , sizin O'ndan her yönüyle memnun olduğunuzu O 'na hissettirmeniz ve  kendisinin de bunu  biliyor olması '' benim için en ama en önemli başarı. Kendini sevme hali. Ne olursa olsun. Benim başarı reçetem.

İtiraf ediyorum, önyargı ve varsayımların hayatımdaki en büyük tuzaklar olduğunu keşfettiğim günden beri herkesi ve herşeyi keşfetmeye çok daha fazla önem veriyorum. Önem vermekten öte önyargı ile yaklaştığım, kritik ettiğim her kişi /konu/ meselenin aynısının sınavını verdiğimi biliyorum. Renkler hepimizin üzerinde nasıl farklı duruyorsa seçim ve tercihler de herkesin üzerinde farklı duran kıyafet ve tasarımlar sanki. Sevmek ve saygı duymanın arasındaki tasarım hali. Sevmenize gerek yok ama saygı duyunca tüm dünya değişir. Denemek lazım. Daha sık

İtiraf ediyorum, kendimi de başkalarını da şaşırtmayı çok seviyorum. Ölene kadar muzip ve çocuk kalmak istiyorum.

İtiraf ediyorum, Bradley ( Cooper ) Suki Waterhouse'dan ayrılıp Irina Shayk ile birlikte olduğunda bir kere daha anladım ki; Ben ve Suki '' girly'' dediğimiz tiplerden. Her daim spor ve edasız, kadın olma halinden uzak. Halbuki İrina tam bir eda fırtınası. Sonradan edalı olunmuyor, öyle doğuluyor. Üzgünüm Leyla...


İtiraf ediyorum, ben iyi bir planlamacıyım. Seviyorum her türlü işi, yükümlülüğü aynı anda yapabilmeyi.

İtiraf ediyorum, yeni hayat mottom ;  40 yaşına kadar becerikli olmak 40 'ından sonra '' amaaa ben onu beceremem, bilmem ki , sen çok daha iyisini yaparsın nasılsa '' demek. Her şartta, her koşulda. Deneyin faydasını göreceksiniz.

İtiraf ediyorum,  sapına kadar beceriksiz insanlarla da  yapamıyorum maalesef. Hele bir de mızmız olurlarsa, hızla kaçmak istiyorum. Kural basit; 40 'ına kadar illaki becerikli olunacak. Sonrası size kalmış...

İtiraf ediyorum, içimde sonsuz bir enerji hissediyorum ama doğru insanlara kullandırtmak ve faydalandırtmak istiyorum. Enerjimi olumlu yönde tetikleyenler canım, istismar edenler ise yollarımı ayırdığım.

Peki siz neleri itiraf ediyorsunuz?

Deneyin, detox etkisi olur.
İnanılmaz hafiflersiniz.



Hoş geldim!

Yeni yılın ertesi, annemin başka diyarlara intikal edişinin tam göbeği, oğlumun yeni yaşının hemen öncesi bir zamanlardan merhaba! Uzun bir ...