Benim yaşamaya olan tutkum sanırım ailemden miras bana. Anne tarafım hastalıklarla boğuştuğu için ağız tadı ile hayatı yaşama şansları da, ömürleri de çok yetmemiş ama baba tarafım bu konuda hem daha şanslı çıkmış hem de bana miras bırakmış.
Ben, Kuva-yi Milliye ruhu için, ülkesi için savaşmış ailenin torun çocuğuyum. Savaşçı kimliğimi, pes etmeyişimi, misyoner ruhumu onlardan aldığımı düşünürüm hep. Babaannemin babasından.
O devirde matematik öğretmeni kendisi. Bu özelliği ile Kuva-yi Milliye'nin kasası olmuş. Harbe katılıp 2 sene haber alınmamış. Sonra dönebilmiş ailesinin yanına; yerleşmişler Edirne'ye. 2 kızları ile birlikte.
Birisi babaannem. Ailenin büyük ve idealist kızı.
1911 doğumlu. Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden. Atatürk'ü bizzat görmüş olan.
Ölüm döşeğinde'' Benim için üzülmeyin, Atatürk'e kavuşacağım sonunda '' diyen. Arkasından bu sebeple gözyaşı dökmemi engelleyen.
Kız kardeşi de matematik öğretmeni. O hem havalı hem de gösterişli , babaannem ise ayakları yere basan, mantıklı.
Babaannem kocasını çok sevmiş, Edirne 'de öğretmenlik yaparken kocasını İstanbul 'da diş hekimi tahsiline yollamış, o sırada eve bakmış geçindirmiş. Kocası, yani benim hiç tanımadığım dedem, diş hekimi olmuş, Edirne'ye dönmüş dönmesine ama muhabbeti, sosyal ilişkileri ve edebiyata olan düşkünlüğü
'' Başkalarının ağız kokusunu çekmek istemiyorum '' ile birleşince edebiyat öğretmeni olmuş. Diş hekimliği ruhsatı başkasına verilmiş; başkası O'nun diploması ile muayene açmış, yürümüş gitmiş. Benim hiç tanımadığım, ama çok sevilen, sohbetlerin hep başköşesinde olan dedem, keyif ve güzel sanatlara hep düşkünmüş, babaanneme göre daha hovarda ve aklı havada imiş, çok erken yaşta ardında 20,17,14 yaşında 3 çocukla babaannemi bırakıp; göçüp gitmiş.
Babaannem sanırım O'nu pek de affetmemiş.
Kocasının tahsilini sürdürmesine verdiği destek , çocuk yetiştirme sorumluluğu ve evi geçindirme sorumluluğunun yanısıra aşkla yaptığı öğretmenlik mesleğinde çok kıymetli gençleri hayata hazırlama sorumluluğu O'nu her zaman başını kimseye eğmeyen, idealist ve savaşçı bir kadın yapmış. Atatürk devrimlerinin kadını.
Öyle ki eğitime her daim çok önem vermiş; kuruluşunun 5. senesinde önce 17.yaşındaki babamı; babamdan 3 sene sonra da küçük halamı Edirne Lisesinden AFS (American Field Service ) ile ABD 'ye yollayacak kadar vizyonermiş. 1911 Türkiye'sinde doğan bir kadının ayrıca tenis oynaması, keman çalması ve at binmesinden ise bahsetmeyeceğim. Zira bana bile masal gibi geliyor. Fotoğrafları ile ayrıca anlatmam gerek.
Babamın bu tecrübesinin benim gelişimimdeki etkisi ise çok büyüktür. Kayıt altına daha sonra mutlaka alınmalıdır.
1957 yılında (AFS) örgütüyle yapılan bir anlaşma sonucunda, okulumuz öğrencilerinden seçilen bazı arkadaşlarımız, bir yıl süre ile Amerika Birleşik Devletlerinde okudular. Bu proğrama katılan ilk üç arkadaşımız Bilim Ertekin (Makine Mühendisi ve Petkim E. Müdürü), Aynur Sümer (Dünya Bankasında Uzman) ve Özer Ertuna (Boğaziçi Üniversitesinde Prof. Dr.) olmuştur. Daha sonraki yıllarda, birçok arkadaşımız bu proğramdan yararlanarak Amerikaya gittiler.
Ankara' dan İstanbul'a tren ile 1 günlüğüne arkadaş günlerine gidip gelecek kadar hayat enerjisi olması, arkadaşlarına karşı her daim vefalılığı , disiplinli yapısı, üniversitede O'nun yanında okurken her sabah '' hadi beni kandıramazsın dersin başlıyor '' diyecek kadar ders programımı bilen, benden önce ağbimin sorumluluğunu üniversite döneminde alıp, herkesin haberi ( halam, eniştem vs ) varken bir tek babaannemden habersiz Ankara'dan İstanbul'a gidip gelen ağbime '' Mendebur herif, neden bana söylemedin '' diye ciddi ciddi kızan, ister ev işi ister başkalarının işini 1 kere bile aksatmayan, acaip güzel yemek yapan, 90 yaşına kadar alışverişini kendisi yapan, O varken evde çocukları dahil kimsenin ev işi yapmasına izin vermeyen ( hem beğenmez hem de izin vermezdi) 90 yaşında tereddütsüz Ankara'dan İstanbul 'a temelli taşınan, 97 yaşında öldüğünde; ölmeden kısa bir süre öncesine kadar haftada 1 boğaza inme sevdası ile asansörsüz bir apartmanın 3. katından yardımsız çıkıp inen, 60 yaşındaki halama evde oturmasını yakıştırmayan , üniversitedeki görevine devam etmesi için tatlı tatlı baskı yapan, 92 yaşındayken kızım Ela 'ya halen hırka örmek için örnek çıkartan; katarakt gözlerine iyice ket vurmuşken kitap sayfalarının- kütüphaneci kızı halam vesilesi ile - en büyük fontlarda büyütülmüş halinde okumaya devam etme azmi gösteren babaannenim aslında tek yaptığı
'' yaşadım diyebilmek için '' demek değilde nedir ?
Tıpkı 2 hafta önce izlediğim Genco Erkal'in Nazım Hikmet'in '' Yaşamaya Dair'' oyununda bana iliklerime kadar hissettirdiği gibi.
Babaannemi hissettirdiği gibi.
Kendimi dizelerde bulduğum gibi.
Yazanın mı yoksa oynayanın mı tutkusu beni sarstı; yoksa evrendeki en büyük enerji birleşmesi buymuş da o yüzden beni sarsmış; bilemediğim gibi.
Tek bildiğim babaannem gibi kadınların az olduğu.
Gerçek Cumhuriyet kadınlarının ve cumhuriyet öğretmenlerinin şu devirde az kaldığı.
Bugün 24 Kasım. Öğretmenler günü.
Başta rahmetli babaannemin, anneannemin, her iki dedemin ve bende emeği olan tüm öğretmenlerimin öğretmenler günu kutlu olsun.
Sayın Nazım Hikmet toprağınız bol olsun. Sizi daha iyi ve yakından tanımak artık boynumun borcu.
Sayın Genco Erkal enerjiniz daim olsun, bize örnek olsun. En kötü gününüz o akşam sahnede devleştiğiniz gibi olsun.
Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi mesela,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani bütün işin gücün yaşamak olacak.
Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki,
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak yanı ağır bastığından.
1947
2
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız,
yani, beyaz masadan,
bir daha kalkmamak ihtimali de var.
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına,
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden,
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz
en son ajans haberlerini.
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için,
diyelim ki, cephedeyiz.
Daha orda ilk hücumda, daha o gün
yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün.
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu,
fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz
belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu.
Diyelim ki hapisteyiz,
yaşımız da elliye yakın,
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının.
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız,
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla
yani, duvarın ardındaki dışarıyla.
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım
hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak...
1948
3
Bu dünya soğuyacak,
yıldızların arasında bir yıldız,
hem de en ufacıklarından,
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani,
yani bu koskocaman dünyamız.
Bu dünya soğuyacak günün birinde,
hatta bir buz yığını
yahut ölü bir bulut gibi de değil,
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak
zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız.
Şimdiden çekilecek acısı bunun,
duyulacak mahzunluğu şimdiden.
Böylesine sevilecek bu dünya
"Yaşadım" diyebilmen için...
Nazım HİKMET
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder