7 Ocak 2015 Çarşamba

Etkileşim; kafayı taktığım, gözünü sevdiğim...


2 sene oldu yazmaya başladığım. Kendimi ve duygularımı  açığa çıkartarak kayıt altına aldığım. 

Hiçbir zaman saklamadım ne kendimi ne de duygularımı ama ; söz uçar yazı kalır misali kayıt altına alırken de hiç saklamadım kendimi.

Önce niyet ettim sonra da irade göstererek 2 seneyi tamamladım. Benim için önemli bir eşikti, atladım geçtim. Belli oldu ki artık yolum açık. Yazmak benim için önemli, önemliden de öte belki zaruri.

Bu sene kafayı takacağım şey ''etkileşim ''.  Zira benim besin kaynağım ''etkileşim'' ve yazmanın sonucunda fark ettiğim; etkileşimin beni asıl büyüttüğü, ilerlettiği ve kendimi bulmamı sağladığı.

Beni her daim gerek paylaştıkları gerek söyledikleri ile düşündürttükleri, hissettiğimi hissettirdikleri, kimi zaman  kalbimi titreştirdikleri; kimi zaman da sindirilmesi zaman alan olağanüstü kıymetli hediyeleri bana koşulsuz şartsız verdikleri  için teşekkür etmem gerekenler var önümüzdeki dönemde. Sadece teşekkür yetmez şükranlarımı sunmaya diyelim. 

Şükranın büyüğü ve küçüğü, sırası ve önemi olmaz. Olsa olsa doğru zamanda, doğru koşulda şükranını sunabilmek ve kimseye şükran borcunu unutmamaktır önemli olan diyelim. Bu denli geç kaldıysam affola; olsa olsa verdiklerinizi kabul etmem, sindirmem ve hazmetmem zaman almıştır. Yoksa kıymet biçmemem değil.

Bahar'cım, 
Kıymetli dostum ve ortağım, nazımı niyazımı, kaprisimi en çok çekenim, çoğu zaman en çok etkileştiğim, beni her daim ilerlettiğini hissettirdiğim, iş yapış biçimlerimizle
beni en çok tamamlayanım, sınır ihlali konusunda çok hassas ve duyarlı olan dostum , birlikte büyüdüğümüzü bildiğim, beni her zaman olduğum gibi kabul edenim,

Gerek bana geçen gün gönderdiğin aşağıdaki Ted talk videosu ile gerek de dün bu videoyaya dair konuşurken benimle ilgili son 17 senelik kıymetli görüş ve yakıştırmaların için sana teşekkürü borç bilirim. Kendi yolculuğumu bana bu kadar şeffaf, objektif ve çok yönlü anlatan olamazdı. Biz iş hayatından dost olmuştuk ama o iş hayatı da beni ben yapan en önemli dönüm noktalarındandı. Aşağıdaki videodaki duyguları ve yolculuğu bana yakıştırdığın için ayrıca müteşşekkirim. Söylemeye gerek yok ayna olduk bu dönemde birbirimize. İlerliyoruz birlikte...

Gerek aşağıdaki video gerek de yazı arka arkaya düştüler önüme. Ben de çok hoş izler bıraktılar. Şafak hn'ı şahsen de tanıdım. İnanılmaz güzel ve etkili bir '' hikaye anlatıcısı ''. 
Aşağıdaki yazısını facebook'ta  paylaştı. Kıymetli yazıları ve düşündürtücü tespitleri var. Takip etmenizi öneririm.

Yeni senede, kendi hayatında yeni sayfalar açmak isteyen herkesin, hikayeler yazmak isteyenlerin, etkileşerek büyümek isteyen herkesin okuması, izlemesi ve etkileşmesi dileğiyle,

İyi seneler dilerim,








ÖZ’ÜNÜZLE BAĞLARINIZ NASIL?
Doç. Dr. Şafak Nakajima
Kendinize olan inancınızla, kendinize duyduğunuz güven arasında çok yakın bir ilişki vardır!
‘’Kendine inanmak, ne demektir?’’ sorusu gelebilir aklınıza!
Bilginize, yeteneklerinize, doğru karar verebilme kapasitenize, zorluklar karşısında direnme gücünüze, sorumluluk üstlenebilme becerinize inanmak size, yeterli bir birey olduğunuz duygusunu kazandırabilir.
Bu yeterlilik duygusunun adı, özgüvendir.
Ailelerin, eğitim sisteminin ve çalışma yaşamının aşırı yarışmacı olması, yeterlilik duygusu geliştirmeyi çok zorlaştırır.
Böylesi sağlıksız yarışmacı yapılar, sürecin tadına vararak kendini geliştirme, derecesi ne olursa olsun başarının tadına varma imkânını elinizden alırlar.
Koşu bandında gibi hissettirirler insana kendisini; kulağına fısıldarlar: Durma! Durursan düşersin! Yarış!
Ya özsevgi?
Çoğu insan beyninde, kendisini ağır suçlarla itham eden acımasız bir savcı ve vicdanın sesine kulaklarını tıkamış merhametsiz bir hâkim taşır.
Onların görev yaptığı bu iç mahkemede durmadan suçlanan ve yargılanan insan, kendisini olduğu gibi kabul etmeyi ve sevmeyi öğrenemez.
Her şeyin iyi-kötü, doğru-yanlış, sevap-günah gibi siyah-beyaz keskinliğinde sınıflandırıldığı toplumlarda, bu iç mahkemenin gücü büyük olur.
Birey, taşıdığı farklı düşünce ve duygular nedeniyle kendisini yargılar, başkalarının yargılarından korkar, yabancılaşır. 
Kendisinden nefret dahi edebilir.
Oysa kendisini olduğu gibi kabul edebilse, hissedeceği duygu özsevgi olacaktır.
Özsevgi, burnu havada bir bencillik ve sorumsuzluk değildir. 
İnsanın kendisine sevgiyle yaklaşabilmesi, yanlış veya yetersiz bulduğu şeyleri acımasızca yargılamak yerine, şefkatle düzeltebilmesi demektir. 
Özsevgi, özgürlüğün çocuğudur; birey olmanın cesaretlendirildiği, farklılıkların yargılanmadığı ortamlarda boy atar.
Bir de, özdeğer vardır.
Özdeğer, kişinin bu dünyaya gelmiş bir birey olduğu için, salt varlığı nedeniyle kendisini değerli hissedebilmesidir. 
Özdeğer sahibi bireylerin yetişmesi, insana değer verilen toplumlarda daha kolay gerçekleşir.
Özdeğer sahibi insanlar kendilerini, başkalarının davranışlarına göre değerli ya da değersiz hissetmezler!
Onlar kendi değerlerinin farkındadırlar. 
Ve elbette, kendisine değer veren bireyler, başkalarına da değer vermeyi bilirler.
Özsaygı, Özsevgi ve Özdeğer, aslında birbiriyle iç içe geçen, birbirinden beslenen üç kavramdır.
Birinin eksikliği ya da yokluğu, benlik bütünlüğünü bozar.
Sağlıklı bir benlik sahibi olmanız ancak, yeteneklerinizi tanımanız, kendinizi olduğunuz gibi kabul ederek, yargılamadan anlamaya çalışıp geliştirmeniz, kendinize değer vermenizle mümkündür.
Bu nitelikleri kazanabilmek için, içinde yaşadığımız toplumun çok iyi bir ortam sunduğunu söylemek kolay değil!
Önyargıların, cehaletin, baskının, ağır sosyoekonomik eşitsizliklerin, insan haklarındaki yetersizliklerin kol gezdiği günümüzde, benliği hasta insanların sayısı hızla artmakta, maalesef.
Öfke, şiddet, kabalık, saldırganlık, samimiyetsizlik, sorumsuzluk, gösteriş budalalığı, şekilcilik her yerde karşımıza çıkmakta.
Özsevgi, narsisistik bencillikle; özdeğer, hak edilmemiş üstünlük duygusu ve kibirle; gerçek yeterlilik duygusu olan Özsaygı ise, haksız güç ve zorbalıkla karıştırılıyor.
Öz’üyle sağlıklı bağ kuran, sevgi ve saygı dilini konuşan, içten ve dürüst, sorumluluk ve adalet duygusuna sahip insanlara, giderek ne kadar da az rastlıyoruz!
Depresyon, panik atak, endişe bozukluğu adlarıyla etiketlenip ilaçlarla tedavi edilmeye kalkışılan çoğu ruhsal fırtınanın arkasında, öz ile sağlıklı bağlar kurmayı bilememenin yattığını göremiyoruz.
Ama artık, doğru çözümleri bulmak için fazla bekleyecek zamanımız yok! 
Hem bireysel hem de toplumsal sorunlarımızın çözümünde, ruhsal ve bireysel gelişimimizi öncelikli kılmak zorundayız.
Hepimizin Özsaygı, Özsevgi ve Özdeğer sahibi olmaya ihtiyacı var!
Kendimizi bilmek, acil amacımız olmalı!
Bunu başardığımızda ancak, sağlıklı toplumlar, uygar kentler kurabilecek; yaşamlarımızı kara kuyulardan çıkarıp, gökyüzünde yıldızlaştırabileceğiz!

3 Ocak 2015 Cumartesi

1.1.1992

Canım Annem,
Nerden başlasam bilmiyorum. Neden bu zamanı seçtik onu da bilmiyorum.

Aramızdaki sessiz ama çok özel olan ve halen sürdürdüğümüz ilişkimizi neden bu zamanda herkese açmaya karar verdik bilmiyorum.

Belki de sadece artık kızın olarak değil de 40 yaşını geçkin bir kadın olduğum için, senin gidişini bir kayıp olarak algılamaktan çok öteye; gidişinle birlikte  beni ben yapan herşeye ; başta dirayet ve farkındalık, kıymet ve şükür kavramlarını dibine vurduğum şu dönemi bilerek sen seçtin.

İçime girdin ve tarifi olmayacak bir şekilde yad edilmek istedin.

O kadar çok istedin ki; 23 senedir içimde sakladığım hazine sandığını herkese şu an açabildim.

Kendime, sadece kendime sakladığım seni ancak şu an herkesle paylaşabildim.

Seni o kadar iyi tanısınlar istedim ki geceler günler sana hazırlandım.

Aslında bir de fark ettim ki ; ben hiçbir şey yapmamışım bu hazırlık sürecinde bile.

Her şeyi ama her şeyi yaşadığın kısacık hayatta bile benim için bizim için sen en ince detayına kadar düşünmüşsün.

Kah yazılı kayıt altına alarak, kah 45 seneye sığdırdın hayatının izlerini fotoğraflar aracılığıyla bize ayna tutarak.

Yoksa nasıl anlatırdım başka türlü senin zerafetini, her daim iyimserliğini, üzerinden 40 sene geçse de fotoğraflardan çıkan ''halen ben aranızdayım dedirten '' enerjini, halen arkadaşların üzerindeki tesirini, arkadaşların için çok kıymetli oluşunu, babamla aranızdaki Hollywood starlarını andıran çekim gücünü, birbirinize yakışmanızı...

Bu sene idi sanırım Bahar'a alakasız bir günde alakasız bir an'da ''Ben annemin ardından hiç neden ben demedim; iyiki böyle acı yaşamaşım da erken yaşta; herşeye ama herşeye karşı dirayetli, ''derdimiz bu olsun '' bakış açısını öğrenebilmişim'' dedim. Bahar cevap vermekte zorlandı ama sadece şöyleyebildi '' Bunu da, bu farkındalıkla ancak sen söyleyebilirdin ''

Ben hep şanslı olduğumu bildim.Annemin de yanımda olamasa da hep şansım olmaya devam ettiğini bildiğim gibi.
Annemin sahip olmak istediği herşeye benim sahip olduğumu bildiğim gibi.
Ben çok şanslıyım.
Annem gitmeden önce herşeyi düşünmüş, çabalamış.İnanılmaz ağrıları varken bile dayanmış.
Sadece benim için .

Haber vermeden, benimle son bir kez görüşmeden, benden söz almadan gitmek istememiş.

31.12.1991.
Ankara Hacettepe Hastanesi.
Annemi tam 40 gün olmuş görmeyeli. Sağlığı hakkında bana bilerek  hiç bir şey söylenmemiş. Zira üniversite sınavlarına hazırlanıyorum. Ailenin tüm fertleri babam ve ağbim Ankara 'da O'nun yanında; benim yanımda ise babaaannem.
Dediler ki; gelin Ankara'ya.
Yılbaşını birlikte kutlayalım.
Gittim o gün hastaneye.

Annemi gördüm şok içerisindeyim. Aldığı kortizonlardan tanınmayacak kadar şiş her yeri.
Biliyorum ve hemen fark ediyorum ki bu bir veda.

Boğazımda bir yumru, yüreğimde ise daha önce hiç hissetmediğim kadar bir kuvvet.
Annem gideceği için mahcup ama beni görebildiğine dayanabildiği kadar da mutlu.

Hissediyorum bunu iliklerime kadar.

Söz veriyorum bende anneme.

O'nu hiç mahcup etmeyeceğime, çok çalışacağıma, başarılı olacağıma söz veriyorum. Gözü arkada kalmamasını söylüyorum****

Ağlayarak çıkıyorum odadan.
O'nu son görüşüm oluyor.
Beni beklemiş olan annem; hemen ertesi gün huzurla artık gideceği yere gidiyor.
1.1.1992 oluyor tarih.
Ben de İzmir 'i arıyorum. Lerzan'a haber veriyorum annemi kaybettiğimi. İlk anda aklıma gelen ve nedense hep anaç bulduğum arkadaşımı.

1.1.2015. Alaçatı'dayız. Emir hasta olduğu için akşam programımız değişiyor ve evde kalıyoruz.Lerzan ve Berke geliyor bize spontan bir şekilde. 2 hafta önce annem için ; annemin çok istediği, istemekten öte kıvrandığı yad edilmeyi;  ruhunu rahatlatmak için yaptığım mevlütü anlatıyorum.Anlatmaktan öte O'nun adına bastırdığım Yasin kitabını ve kendi el yazısı ile yazmış olduğu yemek tariflerini üzatıyorum O'na. Lerzan'a. Teşekkür ediyorum O'na. Ama biliyorum ki  o an teşekkür eden Lerzan 'a annem. Tam tamına 23 sene sonra.

17 yaşındaki kızının verdiği acı haberi sırtlanacak bir yükü kaldırabildiği, herkesin kabul edemeyeceği bir sorumluluğu alabildiği için.
Ben de şu an anlıyorum ki o teşekkürü annem yine düşünmüş nasıl edeceğini. O gece evde oturmamız gerekiyormuş  tıpkı onlarında spontan bir şekilde bize uğramaları gerektiği gibi.

Canım Annem;  aramızdaki sırrı artık herkes biliyor oldu...Ne mutlu bize.

Mevlüt için bir video hazırlarken müzik konusunda çok ama çok kararsız kalmıştım.Vardı kafamda birkaç alternatif; derken yine annem yaptı yapacağını. Hem yaşına; hem dönemine hem de tüm duygularıma tercüman olacak müthiş bir şarkı çıkartt karşıma. Şaşırmadım. Ama mevlütte sordular nasıl bulduğumu, yakıştırdığımı bu şarkıya; anlatamadım.Şimdi öğrenmiş oldunuz sizde bu işin sırrını...





Canım Annem,
Ayla Ertekin,
Mekanın cennet ruhun şad olsun...
















11 Aralık 2014 Perşembe

Önemli adamlar

Sürdürülebilir başarıyı herhalde duymamış, cümle içerisinde kullanmamış olanınız yoktur. Hele bir de kurumsal iş hayatının içerisindeyseniz. Dışında iseniz yine sorun yok keza siyasi gündemden de düşmeyen bir laf bu.

Peki size sürdürebilir ilişki desem ne geliyor aklınıza ? Aileniz ve dostlarınız dışında. Düşünün bakalım. Uzun süredir vazgeçemediğiniz kimler var hayatınızda? Hayatınızda ki destek fonksiyonlarını soruyorum adeta .Yine iş jargonuyla konuşuyorum ki affola.

Benim için çok basit bu sorunun cevabı; ailem ve dostlarım dışında yıllardır vazgeçmediğim, onları hiç aldatmadığım 2 kişi var hayatımda. Açıklamanın tam zamanı. Bu arada sıralama lafın gelişi.Her ikisi de başka açılardan benim için son derece kıymetli.


1. önemli adam

Yaş 22. İstanbul 'a gelmişim çalışma hayatına atılmaya. 3 kız bir evdeyiz. Hepimiz idealist ve bilinçli. Kendimize dönük ihtiyaçları  bir arada gidermenin yollarını aradığımız bir dönem. Bu ihtiyaçlar yeme içme değil daha önemli konuları da kapsamakta.

Genetik mirasımdan dolayı risk altında bulunduğumdan düzenli smear testi yaptırmanın eşiğindeyken ben; ev arkadaşım sayesinde kadın doğum doktorum ile tanışıyorum. Hiç tereddütsüz gidiyorum, gitmenin ötesinde benimsiyorum. Yaş 22. O zaman bey diyorum kendisine. Tedirginim haliyle. Ama kısa zamanla kocam haricinde hayatımda ki önemli  adamlardan birisi oluyor kendisi.

Yaş 29, Çağlar ile birlikte çalıyorum kapısını. Bu defa hamileyim. Çok mutluyum. Gel zaman git zaman doğum zamanı yaklaşıyor. Gidiyorum muayehanesine.
Hadi diyorum çocuğun doğacağı vaktin adını koyalım. Sezeryandan bahsediyorum. İmkansız diyor. Allem ediyorum kallem ediyorum. Nuh diyor peygamber demiyor.

''Senin gibi birisini normal doğum ile doğurturum'' diyor. ( Senin gibi birisi  tabiri ayrıca irdelenmelidir ayrı)

''Deli misin?'' diyorum.
''Doğurtacam'' diyor.

Israr ediyorum ama sonuç değişmiyor. Bir Eylül akşamüstünde, normal doğum esnasında herşey normal giderken; anormele dönen bir anda  Dr. vakum istiyor başkalarından. Son derece stresli bir halde. Vakum istemem diye bağırınca ben O 'na O' da bana bağırıyor.

'' Burada tek yetkili var O' da benim diyor ''

Çıkartıyor forsepsi kordon dolanmış olan Ela'yı çekip çıkartıyor.

Sonra bu hikayeyi anlattığım çocuk doktoru bana şöyle diyor;

'' Senin kadın doğum Dr. kaç yaşında idi ki eski bir yöntem olan forseps kullanmasını bilsin ?''

Sonra Emir'e sıra geliyor. Bu defa doğum öncesinde suni sancı veriyor. O kadar hızlı açılıyorum ki  epidural takılı zannerden sancıların hepsini maşallah çekiyorum hem de dibine kadar. İşte o sıra çok güzel anıyorum pardon haykırıyorum doktorumun ismini;

'' Cengizzzzzzzz.. Nerdesin Cengizzzz??? ''

Açılmam ile doğumum arası 5 dakika; bütün bu süre ise inanılmaz kısa bir zamanda gerçekleşince bu sefer yoğun kasılma sonrasında gelen gevşeme ile başlıyorum;

'' Allah tuttuğunuzu altın etsin, Allah ne muradınız varsa versin !!''

Koşulsuz şartsız teslimiyetteyim  yaklaşık 18 senedir. Dedim ya benim için önemli bir kişidir; Cengiz Alataş. Ailemizin yapıtaşlarındandır. Anmak, kayıt altına almak lazımdır.

2.önemli adam

Bittabi Mahmut'um... Beni tanıyanlar bilir son 4 sene öncesine her türlü kısalıkta, renkte ve cürette saçlarım oldu benim. Kah evlenirken, kah doğururken, kah iş hayatında hep cüretkar oldular. Hep güzel olmadılar belki ama  kendimi hep iyi hissetmeme sebep oldular. Hiç bir zaman şüphe duymadım ne saçlarımdan ne Mahmut'umdan.

16 senedir  başka kimsenin ne makası değdi ne de kimse röfle yapmaya cüret edemedi. Ettirtmedim de. Arada saçıma, rengine laf eden başka kuaförler olduysa da  Mahmut yapıyor  deyince akan sular durdu. Saygıda kusur etmek istemediler,  daha fazla da ileri gitmediler.

İnsanlar kuaföre kendilerini iyi hissetmek için giderken; ben aslında en iyi halimle gitmeye çabaladım hep. O 'na da ilham olmaktan sorumlu hissettim belki de. O 'da yaydığım enerjiyi hiç boşa çıkartmadı, hep alladı pulladı beni; hep hissettiğim halimden daha  iyi hissederek oradan ayrılmama sebep oldu.

Yok her zaman abartı oldu.

Saçlarıma takık olan ben aslında birçok kereler yüzümü buruşturarak, kimi zaman da ağlamaklı çıktım oradan. Kimbilir belki de  benim naz evim orası oldu kocama yapmadığım nazı Mahmut'a yaptım.

Bir sürü sanatçısı, şöhretlisi girip çıkarken dükkanına; ben de bir şeymişim gibi hissederek girip çıkmaktayım o dükkana.

Koşulsuz şartsız teslimiyetin bir başka hali. Tarz hali.

Birlikte yaşlanıyoruz biz tam 16 senedir. Dertleşmek, paylaşmak da cabası.

Mahmut Ebil seviyorum seni. Senin de bildiğin gibi.

Bu listeye eklense eklense kim eklenebilir bundan sonra diye düşünürken buldum kendimi.Gelecek vaat eden iki alan belirdi;

-Yoga öğretmenim ( her ne kadar kadın olsa da )

-Estetik doktor (Botox, motox gibi her türlü küçük estetik müdahaleler için kaçınılmaz olabilir kısa bir süre sonra)

Gülmeyin öyle. Kısmetse değil kıymet verdikçe olur.:)

30 Kasım 2014 Pazar

Şimdiki Anneler Harika!



Çok uzun zamandır kayıt altına almak istiyordum bu düşüncelerimi ta ki en son geçen hafta kızımın arkadaşlarından birisinin annesi ;
'' Sorma bu sene başından itibaren 4 tane çıkma teklifi aldık. Aklımız çok karıştı, dersler o yüzden kötüleşti '' deyince tamam artık vakti gelmiş demek ki dedim ve başladım yazmaya. Bu kadar da olmaz ama diyerek. 11 yaşındaki kızının aldığı çıkma tekliflerini anlatmak isteyen yetmez '' aldık '' diyerek tatlı bir gurur kaynağı haline getiren anneye karşı doldum, taştım, kabardım.

Annelerin çocukları ile kendini ''bir '' haline getirip '' biz '' dilinden sürekli konuşması, hiç hata yapmayan, en sıradışı şeyleri, en olağanüstü hallerle kendilerinin ve kendi çocuklarının yaşaması, 
'' bu haftaki sınavdan da 100 aldık '' , '' bu haftaki maçında en çok sayıyı attık '' '' bu sefer maçta çok iyi müdafa yaptık '' '' harika bir resital geçirdik '' '' şöyle süperiz böyle süperiz  dilinden konuşmasından gına geldi.

Bu hiç hata yapmayan, yanlış yapmayan, saygıda kusur etmeyen, her daim doğru davranan, en ahlaklı, en iyiliksever, en paylaşımcı, en verici, en iyi, en örnek, en güzel, en akıllı, en iyi sporcu, biziz diyen annelerle sarılmışlar arasında iken kendime hep en yakın bulduklarım ve çocuklarımı da kıyasıya çekiştirebildiğim dostlarım 2 ana eksende toparlanmıştı. (Bunu birbirimize de hep söylemişizdir.)

-çocukluk arkadaşlarım

-iş arkadaşlarım

Sebebi çok basitti. Birbirinden farklı olan bu iki dünyanın en önemli ortak noktası; Performans kaygısını birarada yaşamış, birlikte ortak hedefe koşmamızdı. Birlikte koşarken biz aslında o dünyalarda; yanlışların, hataların, yüz kızarmalarının, daha iyisini yapabilme arzu ve isteklerinin, kimi zaman da başarıların hepsini birarada deneyimlemiştik. 

Kimi zaman hataya ve yüz kızartıcı bir suça kimi zaman olağanüstü başarılara imza atarken tüm çıplaklığımız ve doğallığımızla biraradaydık biz. Yüzleşebilmiştik hem kendimiz hem de birbirimizle. Ayıplamadan. En doğal halimizle. Dolayısıyla çocuklarımızın da en doğal hallerini rahatlıkla paylaşabiliyorduk biz. Hatalarını, gelişme alanlarını, ihtiyaçlarını. Aynı dili, samimiyeti şeffaf bir şekilde paylaşabiliyorduk. Performans kaygısı olmadan. Neden olsundu  ki ? 

Biz kendi performanslarımızı birbirimize en doğal koşulları ile yaşatabilmiş kişilerdik sonra anne olmuştuk. O tuzağa düşmek istemeyecek kadar da bilinçli ve samimi idik.

Geçen hafta Petkim grubum ile çıkmıştık. Biliyorsunuz şimdilik 40 senede 35 sene dile kolay. 5 yaşındaki yaşgünü partimde masada yanımda olanlar üniversite mezuniyette yine başımda. Kabus gibi. Şaka tabiki.

Neyse içlerinde birisi dedi ki '' Ya hatırlıyormusunuz süpermarketten bilmem ne çalardık ?  Yaşımız 10 ya da 11 o zamanlar. Oturduğumuz lojmanların süpermarketi. Babaların çalıştığı işyerinin lojmanının süpermarketi!!!!.

Yemin ediyorum masanın etrafında oturan 3 tane 40 yaşında kadın bir anda buz kesti. Bir tanesi de bendim. Bilinçaltına attığım bir konuyu bir arkadaşım hatırlatınca '' hakikaten doğru söylüyorsun'' dedim ve  başladık nasıl yaptığımızı hatırlamaya en detayıyla. Kahkahalarla. Dahası da var. Gece çöktü mü siteye evlerin camlarına kozalak atmalar, lokalde çalışan erkek garsonların soyunma odasını merak edip içeri girmeye çalışmalar, grubumuza girmeye çalışanlara adamakıllı şimdidin deyimiyle '' bullying '' yapmalar, başkaları ile dalga geçmeler vs vs. Toplam 15 kişi ya varız ya yokuz bu kızlı erkekli grupta. O zamanki yaş 10-11 . Tam kızım Ela 'nın yaşı. Hani arkadaşları en kusursuz, en hatasız, en sporcu, en başarılı, en doğru davranan olduklarını iddia eden annelerin çocukları .

Yaş 40. Yine kızlı erkekli aynı grup dünyanın en mutlusu oturuyoruz bir arada. Petkim grubu. Herkes olması gerektiği yaşta, akılda ve davranışta. Kimse çocuklukta yaşadığı veya yaptığından dolayı eksik değil, üzgün hiç değil, herkes olsa olsa mutlu ve gururlu. Böyle bir çocukluk yaşadığına. Çok üzgün çocuklarına yaşatamadığına! 

Adı üstünde çocuktuk o zaman; Aziz Nesin 'de yazdığı gibi '' Şimdiki çocuklar harika'' idik. 

Düşündüm o zamanlar çocuk olanlar şimdi anne olmuş. Ama bir yerlerde ipin ucunu kaçırmış, abartmış ve kendini EN İYİ BİZ sendromunda bulmuş.

Yine düşündüm. Rahmetli Aziz Nesin yaşıyor olsaydı kesinlikle şu zamanda '' Şimdiki Anneler Harika !! '' kitabını yazardı dedim.

Düşünmekten öteye gittim. Evdeki kütüphanemde buldum kitabı. Açtım önsözü;



'' Ben terbiyeyi, terbiyesizlerden öğrendim''
Ebül-ala Magari

Charlie Chaplin ''Dinle beni Walt, çocukları akıllı uslu, büyükleri de çocuk ol al '' derdi.
Walt Disney

Bu romanı, salt çocuklar için değil, ana-babalarla öğretmenler içinde yazdım
Aziz Nesin

İlerledim sayfalarda, yıl 1967 ilköğretimde yapılan gerçek bir anket çalışmasından örnekler verilmekteydi.

'' Çocuğunuzun idealindeki annenin yerini almak istiyorsanız, anketin sonuçlarına göre yapacağınız ilk hareket sinirlerinize hakim olmaktır. Çünkü en fazla sinirli olmanızdan dolayı şikayet etmektedirler ve sinirli olmamayı başardığınız an çocuğunuza yaklaşmaya ve onu arkadaşmışcasına yardım etmeye çalışınız.

Derslerinde ve tek başına çözemeyecekleri problemleri olduğu zaman muhakkak yanında olunuz.
Çocuğunuzun en aşağı sizin kadar zengin bir iç dünyası olduğunu düşünerek, onun kişiliğine önem veriniz ve sizi her zaman güzel görmek istediğinizi unutmayın.Evde taranmamış saçla düşük çorapla gezmeyeceksiniz.

Çocuğunuza bir arkadaş gibi davranmalı,hatta onunla oyun bile oynamalısınız  diyor hatta çocukların %80 'i sarışın anne istiyor, buna sebebi olarak sarışın anneleri yumuşak olarak kabul ediyorlar.''

 1967 Türkiyesinde ilk öğretimde okuyan çocukların beklentilerini böyle dile getiriyor Aziz Nesin...

Vardım sonuca ; O zaman bu beklentilere sahip, o zamanki harika çocuklar  büyüdüler anne oldular ve bu beklentilerin fazlasını hatta aşırısını, gereksizini, en hatasızını, en mükemmelini veren, sarışın mı sarışın şimdiki harika anneler oldular etrafımızda!!!

Bu arada kitabın ilk hikayesi olan '' Amerika'yı yapan mimar ''ı hemen okudum, yine çok güldüm, yetmez Ela'ya yüksek sesle okudum. Aklını ve kalbini çeldim, okumasını istedim. Ümit yok ama belli olmaz...

Sarışın olmama rağmen eğer ben de bu harika anneler gibi davranırsam bir gün; açık ve seçik bir ihtarı hak etmişimdir demekki. Bir an bile tereddüt etmeyiniz, veriniz ihtarımı,  istediğiniz gibi eleştiriniz.

Ki silkelenip kendime geleyim.

Marketten bir şeyler çalan çocuk olduğumu hiç unutmayayım. Şimdi nasıl bir birey olduğumu unutmadığım gibi...









23 Kasım 2014 Pazar

Babaannem

Benim yaşamaya olan tutkum sanırım ailemden miras bana. Anne tarafım hastalıklarla boğuştuğu için ağız tadı ile hayatı yaşama şansları da, ömürleri de çok yetmemiş  ama baba tarafım bu konuda  hem daha şanslı çıkmış hem de bana miras bırakmış.

Ben, Kuva-yi Milliye ruhu için, ülkesi için savaşmış ailenin torun çocuğuyum. Savaşçı kimliğimi, pes etmeyişimi, misyoner ruhumu onlardan aldığımı düşünürüm hep. Babaannemin babasından.
 O devirde matematik öğretmeni kendisi. Bu özelliği ile Kuva-yi Milliye'nin kasası olmuş. Harbe katılıp 2 sene haber alınmamış. Sonra dönebilmiş ailesinin yanına; yerleşmişler Edirne'ye. 2 kızları ile birlikte. 
Birisi babaannem. Ailenin büyük ve idealist kızı.
1911 doğumlu. Cumhuriyet'in ilk öğretmenlerinden. Atatürk'ü bizzat görmüş olan. 
Ölüm döşeğinde'' Benim için üzülmeyin, Atatürk'e kavuşacağım sonunda '' diyen. Arkasından bu sebeple gözyaşı dökmemi engelleyen.
Kız kardeşi de matematik öğretmeni. O hem havalı hem de gösterişli , babaannem ise ayakları yere basan, mantıklı.

Babaannem kocasını çok sevmiş, Edirne 'de öğretmenlik yaparken kocasını İstanbul 'da diş hekimi tahsiline yollamış, o sırada eve bakmış geçindirmiş. Kocası, yani benim hiç tanımadığım dedem, diş hekimi olmuş, Edirne'ye dönmüş dönmesine  ama muhabbeti, sosyal ilişkileri ve edebiyata olan düşkünlüğü
 '' Başkalarının ağız kokusunu çekmek istemiyorum '' ile birleşince edebiyat öğretmeni olmuş. Diş hekimliği ruhsatı başkasına verilmiş; başkası O'nun diploması ile muayene açmış, yürümüş gitmiş. Benim hiç tanımadığım, ama çok sevilen, sohbetlerin hep başköşesinde olan dedem, keyif ve güzel sanatlara  hep düşkünmüş, babaanneme göre daha hovarda ve aklı havada imiş, çok erken yaşta ardında 20,17,14 yaşında 3 çocukla babaannemi bırakıp; göçüp gitmiş.

Babaannem sanırım O'nu pek de affetmemiş. 

Kocasının tahsilini sürdürmesine verdiği destek , çocuk yetiştirme sorumluluğu ve  evi geçindirme sorumluluğunun yanısıra aşkla yaptığı öğretmenlik mesleğinde çok kıymetli gençleri hayata hazırlama sorumluluğu O'nu her zaman başını kimseye eğmeyen, idealist ve savaşçı bir kadın yapmış. Atatürk devrimlerinin kadını. 
Öyle ki eğitime her daim çok önem vermiş; kuruluşunun 5. senesinde önce 17.yaşındaki babamı; babamdan 3 sene sonra da küçük halamı Edirne Lisesinden AFS (American Field Service ) ile ABD 'ye yollayacak kadar vizyonermiş. 1911 Türkiye'sinde doğan bir kadının ayrıca tenis oynaması, keman çalması ve at binmesinden ise bahsetmeyeceğim. Zira bana bile masal gibi geliyor. Fotoğrafları ile ayrıca anlatmam gerek.

Babamın bu tecrübesinin benim gelişimimdeki etkisi ise  çok büyüktür. Kayıt altına daha sonra mutlaka alınmalıdır.

1957 yılında (AFS) örgütüyle yapılan bir anlaşma sonucunda, okulumuz öğrencilerinden seçilen bazı arkadaşlarımız, bir yıl süre ile Amerika Birleşik Devletlerinde okudular. Bu proğrama katılan ilk üç arkadaşımız Bilim Ertekin (Makine Mühendisi ve Petkim E. Müdürü), Aynur Sümer (Dünya Bankasında Uzman) ve Özer Ertuna (Boğaziçi Üniversitesinde Prof. Dr.) olmuştur. Daha sonraki yıllarda, birçok arkadaşımız bu proğramdan yararlanarak Amerikaya gittiler.

Ankara' dan İstanbul'a tren ile 1 günlüğüne arkadaş günlerine gidip gelecek kadar hayat enerjisi olması, arkadaşlarına karşı her daim vefalılığı , disiplinli yapısı, üniversitede O'nun yanında okurken her sabah '' hadi beni kandıramazsın dersin başlıyor '' diyecek kadar ders programımı bilen, benden önce ağbimin sorumluluğunu üniversite döneminde alıp, herkesin haberi ( halam, eniştem vs ) varken bir tek babaannemden habersiz Ankara'dan İstanbul'a gidip gelen ağbime '' Mendebur herif, neden bana söylemedin '' diye ciddi ciddi kızan, ister ev işi ister başkalarının işini 1 kere bile aksatmayan, acaip güzel yemek yapan, 90 yaşına kadar alışverişini kendisi yapan, O varken evde çocukları dahil kimsenin ev işi yapmasına izin vermeyen  ( hem beğenmez hem de izin vermezdi) 90 yaşında tereddütsüz Ankara'dan İstanbul 'a temelli taşınan, 97 yaşında öldüğünde; ölmeden kısa bir süre öncesine kadar haftada 1 boğaza inme sevdası ile asansörsüz bir apartmanın 3. katından yardımsız çıkıp inen, 60 yaşındaki halama evde oturmasını yakıştırmayan , üniversitedeki görevine devam etmesi için tatlı tatlı baskı yapan, 92 yaşındayken kızım Ela 'ya halen hırka örmek için örnek çıkartan; katarakt gözlerine iyice ket vurmuşken kitap sayfalarının- kütüphaneci kızı halam vesilesi ile - en büyük fontlarda büyütülmüş halinde okumaya devam etme azmi gösteren babaannenim aslında tek yaptığı 
''  yaşadım diyebilmek için '' demek değilde nedir ? 


Tıpkı 2  hafta önce izlediğim Genco Erkal'in Nazım Hikmet'in '' Yaşamaya Dair'' oyununda bana iliklerime kadar hissettirdiği gibi. 
Babaannemi hissettirdiği gibi. 
Kendimi dizelerde bulduğum gibi.
Yazanın mı yoksa oynayanın mı tutkusu beni sarstı; yoksa evrendeki en büyük enerji birleşmesi buymuş da o yüzden beni sarsmış; bilemediğim gibi.

Tek bildiğim babaannem gibi kadınların az olduğu.

Gerçek Cumhuriyet kadınlarının ve cumhuriyet öğretmenlerinin şu devirde az kaldığı.

Bugün 24 Kasım. Öğretmenler günü.
Başta rahmetli babaannemin, anneannemin, her iki dedemin ve bende emeği olan tüm öğretmenlerimin öğretmenler günu kutlu olsun.

Sayın Nazım Hikmet toprağınız bol olsun. Sizi daha iyi ve yakından tanımak artık boynumun borcu.
Sayın Genco Erkal enerjiniz daim olsun, bize örnek olsun. En kötü gününüz o akşam sahnede devleştiğiniz gibi olsun. 





Yaşamak şakaya gelmez, 
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın 
                       bir sincap gibi mesela, 
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, 
                       yani bütün işin gücün yaşamak olacak. 
Yaşamayı ciddiye alacaksın, 
yani o derecede, öylesine ki, 
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda, 
yahut kocaman gözlüklerin, 
                        beyaz gömleğinle bir laboratuvarda 
                                    insanlar için ölebileceksin, 
                        hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için, 
                        hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken, 
                        hem de en güzel en gerçek şeyin 
                                      yaşamak olduğunu bildiğin halde. 
Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, 
yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, 
           hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, 
           ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, 
                                      yaşamak yanı ağır bastığından. 
                                                                                     1947 
2 
Diyelim ki, ağır ameliyatlık hastayız, 
yani, beyaz masadan, 
              bir daha kalkmamak ihtimali de var. 
Duymamak mümkün değilse de biraz erken gitmenin kederini 
biz yine de güleceğiz anlatılan Bektaşi fıkrasına, 
hava yağmurlu mu, diye bakacağız pencereden, 
yahut da sabırsızlıkla bekleyeceğiz 
                                en son ajans haberlerini. 
Diyelim ki, dövüşülmeye deşer bir şeyler için, 
                               diyelim ki, cephedeyiz. 
Daha orda ilk hücumda, daha o gün 
                           yüzükoyun kapaklanıp ölmek de mümkün. 
Tuhaf bir hınçla bileceğiz bunu, 
                        fakat yine de çıldırasıya merak edeceğiz 
                        belki yıllarca sürecek olan savaşın sonunu. 
Diyelim ki hapisteyiz, 
yaşımız da elliye yakın, 
daha da on sekiz sene olsun açılmasına demir kapının. 
Yine de dışarıyla birlikte yaşayacağız, 
insanları, hayvanları, kavgası ve rüzgarıyla 
                                    yani, duvarın ardındaki dışarıyla. 
Yani, nasıl ve nerede olursak olalım 
          hiç ölünmeyecekmiş gibi yaşanacak... 
                                                                      1948 
3 
Bu dünya soğuyacak, 
yıldızların arasında bir yıldız, 
                       hem de en ufacıklarından, 
mavi kadifede bir yaldız zerresi yani, 
                       yani bu koskocaman dünyamız. 
Bu dünya soğuyacak günün birinde, 
hatta bir buz yığını 
yahut ölü bir bulut gibi de değil, 
boş bir ceviz gibi yuvarlanacak 
                       zifiri karanlıkta uçsuz bucaksız. 
Şimdiden çekilecek acısı bunun, 
duyulacak mahzunluğu şimdiden. 
Böylesine sevilecek bu dünya 
"Yaşadım" diyebilmen için... 
Nazım HİKMET

20 Kasım 2014 Perşembe

Guru İpek

Yaklaşık 1,5 ay oldu NYC'dan döneli ama izleri halen devam etmekte. Anca sindirdim belki de yaşadıklarımı yazmak o yüzden şimdiye kaldı.

Bir kere Bradley Cooper 'in etkisi halen devam ediyor. Tesadüf bu ya tanıştıktan 10 gün sonra Twitter hesabı açtı. Durur muyum? Hemen twit attım.'' Bana halen bir fotoğraf borçlusun'' dedim. ''Belki yakın zamanda İstanbul 'da görüşürüz'' gibilerinden bir şeyler geveledim.140 karakterde bitirdim tabi ki. Twitter'da profilimde fotoğrafım yoktu, hemen tanıştığımız geceki saç modelimin aynısı olan bir foto buldum, beni daha kolay tanısın diye profil fotosu yaptım. Ve gelecek cevabı beklemeye başladım...

O gün bugündür cevap bekliyorum!!!! Bu arada -tam 10 gün içinde- twitter aleminde kuş olup uçtu gitti;kendisine hızlıca bir instagram hesabı açtı ve yoğun bir instagram kullanıcısı oldu( Instagramın önlemez cazibesine kapıldı haliyle) Therealbradcooper'dan takip edebilirsiniz kendisini.


Benim O'na gönderdiğim mesaj ise aklına kazındı. Hayır şaka değil; bir gün İstanbul 'a gelirse, çıkarım yine karşısına. Kimbilir belki de olurum yanında...Şaka canım şaka.

....................................................................
Arada sırada da bahsettiğim üzere yaklaşık 1,5 senedir düzenli denilebilecek kadar bir rutinde yoga yapıyorum. Özel bir hocadan; arkadaşlarımla birlikte. 

Yoga; önce bedenimdeki sınırlarımı yok etmemi; sınırsızlığı öğretti bana. Eğer bir hareketi yapabileceğime kafaca inanırsam bedenimin de yapabildiğini kanıtladı. Beden ve zihnin mükemmel uyumunun nelere kadir olduğunun ufak ipuçlarını tattırdı. Yoga felsefesinin derinliklerine şu an dalmak istemesem de, yüzeyinde dolaşmaktan memnun olsam da ;ufak tefek denemeler yapmaktan da geri durmuyorum. 

İstanbul 'da dolaylı olarak tanıdığım yogilerin NYC 'de takip ettikleri, hatta takip ettiklerinden ziyade muridi haline geldikleri bir guruyu deneyimlemek istedim oradayken. Öyleki,bu kişiler düzenli olarak bu guruyu ziyaret ediyor; ondan yeme içme reçetelerini alıyorlar (pek tabi vejeteryenler), gurunun söylediği zaman dilimine göre yaşamlarını kurguluyorlar. Sadece bu kısmını bilmek ve  duymak bile benim için olağanüstü bir saygıyı ve merakını da beraberinde getiriyor. 

Öykünmek, yüceltmek, hayran olmak gibi yüce duygular beslemiyorum bu kişilere. En yoğun hissettiğim olsa olsa; bu rutini devam ettirebildikleri için saygı duymak ve başkalarını bu denli etkileme gücüne sahip guruyu daha yakından tanıma merakım olur. Oldu da. Önce internetten zamanı bana uygun olan bir derse kayıdımı yaptırdım , sonrada kalktım gittim Dharma yoga merkezine.http://www.dharmayogacenter.com

NYC 'nin oldukça merkezi bir yerinde; geniş bir stüdyoda, haftaiçi öğlen saat 12.00' de, -bu zamanda da kimler gelir diye merak ettiğim bir saat diliminde- bu denli karma bir grubu görmeyi beklemiyordum. Kalabalığa ve çeşitlilliğe neden şaşırdım ben de bilemedim. En nihayetinde NYC 'nin temsili profili orada bulunmaktaydı. Her milletten,ilk bakışta hemen özgünlükleri ile dikkat çeken bir profil bulunmaktaydı. Vücutları; manken kıvamından uzak    ama ilerleyen dakikalarda -anladım ki -elastik kelimesine yeni anlamlar kazandırmış olanlardı.

Bu denli karışık ama kendinden emin grubun içerisinde bir de ben vardım. Hemen kendime en arkada bir yer buldum ve meraklı gözlerle izlemeye başladım. Heyecanlıydım, biraz da çekingen. Ama umutsuz hiç değildim.


Başladıktan tam 5 dakika sonra '' Bizim yaptığımız asanalara hiç benzemiyor, ama neyseki fena değilim uyum sağladım '' dedim.

 7.dak. guru ile göz göze geldik. ''Yandım beni fark etti'' dedim.Zira yavaş yavaş gruptan kopmaya başlamıştım.

20. dak.''Allahım ne zaman bitecek bu ders; ne işim var diye '' pişmanlık duymaya başladım.

25. dakikada sağıma , soluma alenen bakıyordum. Hareketleri anlamıyor, onlara bakarak yapmaya çalışıyordum.

40 yılda bir bildiğim bir hareket oluyordu da onu yapıyor olmaktan mutlu oluyor, gururlanıyordum.''Yok ya iyimiyim neyim'' havalarına giriyordum. Sanal bir sevinçti ama olsun.

Bu aşamaya kadar guru tam 3 defa yanıma gelmiş, her birinde hata bulmuş öğretmen edasıyla bana bir takım laflar ediyordu. Hevesim yavaş yavaş sönmeye, orada bulunduğum her saniye için pişman olmaya başlamıştım ki bir hareketime koca salonun taaa orta yerinden bağırararak '' Ha ha ha... ellerin ne kadar da komik duruyor öyle deyince '' inamamadım. Önce kulaklarıma inanamadım; sonra guruya baktım ve emin oldum ki beni gösteriyordu, sonra ellerime baktım; evet yanlış duruyormuş ama sınıfın orta yerinden herkesin içinde azarlanmayı da hak etmemişti. Hayır yanlış vs olsa da koskoca gurunun elleri ile beni gösterip dalga geçmesine inanamamıştım. 

Ne de olsa kendisi bir guru idi ve müritleri kendisine hayatlarını teslim etmiş, ne derse onu yapıyorlardı.O ise kalkmış benim elimle dalga geçebilecek kadar sığ bir davranışa kendini mahkum etmişti.

Artık tepem atmıştı ama diğerlerine olan saygımdan çıkıp gidemedim. Maalesef  daha koca bir 30 dakika vardı dersin bitimine. Sabır ve tevekkül içerisinde dersin bitimini bekledim; sağımı ve solumu izleyerek ki bu yoga da kabul edilemez bir durumdur. Herkes elinden gelen en iyisini kendi yoga mati üzerinde yapmaya çalışır. Çalışmalısın, denemelisin der yoga felsefesi. Bir seyir ortamı yoktur. Herkes içindekinin en iyisi olmaya çalışır.

Neyse izlerken ortamdaki insanların kendilerini gösterme çabalarına, hakikaten bir sirki andıran iddialı pozlara bakakaldım. Bu arada guru bence beni kast ederek '' pratik hayattaki en önemli şey. Vazgeçmeyin yapın'' demeye devam etse de benim için hiçbir şey ifade etmedi. Öğrencisine takan sevimsiz bir hocadan bir farkı olmamıştı benim için. Heves kırıcı uslübu ve küstahlığı ise kalbime kazınmıştı.

Toplam 1,5 saat süren dersin son 10 dakikası shavasanaya ayrılmıştı.Tam yırttım, artık gevşeme ve rahatlama zamanı dedim ve guru yanımda bitti. Ayaklarımı sarsıyordu, ellerimi kollarımı çekiştiriyordu. Halen kontrollü olduğumu görünce de '' yeterince gevşek değilsin, kendini daha fazla bırakmalısın, adeta bir ölü gibi olmalısın '' demeye devam etti. 

Doğru bir tespit olmasına karşın, yeterince gevşemeyişimin sebebinin kendisinin olduğunu söylememe gerek yoktu.

Ders bitti; arkama bakmadan koşar adım çıktım stüdyodan. Kafamı bile kaldırmak, kimse ile göz göze gelmek istemedim.

Sadece asansör beklerken aşağıdaki resim çarptı gözüme. Oha dedim.

'' Tamam boyumu aştı belki ait olmadığım bir dünyanın kapısını erken aralamışım'' 'dedim. Özeleştiri yaptım.

Ama bir şeyi tekrar çok derinden hissettim. 

Guru dediğin kişi de etten ve kemikten yapılmış, halen fani dünyanın nimetlerinden faydalanan, sizin benim gibi bir fani ise ; bu kadar ciddiye almak neden ? 

Bu denli müridi olmak, reçetelerini 1-1 koşulsuz uygulamak; aklı, sağduyuyu, kalbi dinlemeyi bırakıp , sadece O'nu dinler hale gelmek, O'nu koşulsuz yol gösterici kabul etmek NEDEN ? 

Sentezlemek varken; koşulsuz kabul etmek, koşulsuz itaat NEDEN ?

Hiç egosu olmaması gereken, Guru mertebesine gelmiş bir kişinin salonun ortasından '' ha haa ellerinde ne kadar komik duruyor  ? '' diyerek ego dilinden konuşmasına tanık olduktan sonra ben de kendimi guru ilan ettim. Müsadenizle. Oldum. Bitti.

Guruluk taslayacağım alanımı henüz belirlemedim ama olsun. Birkaç vaade de onu da sizlere bildiririm.

Sevgiler
Guru İpek. 




Bu arada aşağıda Temmuz 2014 'de kendisi ile yapılmış bir röportaj var. Biraz uzun olmakla birlikte izlemenizi isterim.

Merak edenlere bir not; Guru Sanksritçede '' öğretmen '' veya '' usta '' anlamına geliyormuş.Özellikle de Hint dinlerinde kullanılıyormuş.Kaynak: Vikipedi

Gurunun ismi ise ; Dharma Mittra.


http://www.youtube.com/watch?v=-yI0u1sL9sc

9 Kasım 2014 Pazar

Orası ODTÜ


Anlatmayı hep çok sevdim ben. Bildiklerimi, bilmediklerimi, yeni öğrendiklerimi. Kalbimden geçenleri. İkna etmeyi.
İlkokulda bebeklerimi dizer anlatırdım okulda öğrendiklerimi. Ortaokulda ise günlüklerime anlattım hissettiklerimi. Uzunca bir süre ise arkadaşlarım dinledi anlatmak istediklerimi. Ta ki iş hayatına başlayıp kendi sahnemi yaratana kadar. Tam 18 senedir arada ufak tefek kesintiler olsa da anlatmaya devam ediyorum ben. 

Önce kendime ait olmayan, yönetmekte olduğum uluslararası markalar için; son 4 senedir ise kendi geliştirdiğimiz, yarattığımız hizmetlerimiz için. Dinleyicilerimiz, seyircilerimiz, ürün veya hizmetlerimizi deneyimletmek istediklerimiz hep değişti; sahada çalışan marka destek ekiplerinden şirket CEO'larına; yöneticilerimden yönettiğim ekiplere kadar çok farklı dinleyicilerim oldu. Kimi zaman çok heyecanlandım, kimi zaman kendimi tekrar ettim, çoğunlukla karşımdakilerden hep bir şey öğrendim kimi zaman ise keşke daha iyi hazırlansaydım dedim ama neticede bir şeyler anlatmayı, dinlenilmeyi ve karşılıklı etkileşimde bulunmayı hep çok sevdim. İz bırakmayı da. Her zaman iyi olmasa da. 

Ama bu son defa tecrübe ettiğimiz benim için  çok farklı idi. Başka izler bıraktı, başka kapılar açtı yüreğimde. 

Bu seferki sahnemiz;

Yer; ODTÜ
Fakülte; İİBF ( İktisadi ve İdari İlimler  Fakültesi)
Program; Girişimcilik Sertifika Programı
Katılımcılar; Girişimci olmak isteyen ODTÜ'lü lisans, lisansüstü, mezun, halen aktif profesör olan, Teknokent çalışanı vs gibi oldukça karma bir grup.

Sahnedekiler;
ODTÜ İİBF İşletme '95 mezunu ortağım Bahar ve
ODTÜ İİBF Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi '96 mezunu ben...

Konumuz; Girişimcilik için en önemli unsurlardan  yaratıcı ve yenilikçi düşünme için araç ve yöntemler.

Toplam saatimiz : 10 saat

Bu sene 2. defa gidişimiz bu iş için ODTÜ 'ye. Ama ancak dank etti kafamıza yarattığımız etki, yaptığımız iş ve karşımızdaki beyinlerin farklılılığı ve kıymeti. Hele ki hevesleri. Birde sivri dilleri. Ders anlatırken ellerinde telefon olmasını önce yadırgadım; ekrandaki slideların fotoğraflarını çekmelerine şaşırdım ama en çok şaşırdığım ders bitince oldu. Ders esnasında söylediğimiz şeylerin çoğu twit atılmış eş zamanlı. Bizler de hashtagleri olmuşuz dolayısıyla. Eskiden dinleyicilerimizin ne kadar etkilendiğini, iyi bir iş yapıp yapmadığımızı kendileri söylemedikçe anlamakta zorlanırdık. Şimdi daha kolay; duyduklarından etkileniyorlarsa twitter'dayız; eğer yeni bir şey anlatmıyorsak, ilgi çekmiyorsak, ya çat diye söylüyorlar ya da derse gelmiyorlar. Karneniz  bu kadar kolay geliyor artık elinize. 

3 günün sonunda karnemiz ''pek iyi''. 18 yılın bence en güzel karnesi. Bütün emeklerimin en değerlisi. 18 sene önce kapısından çıktığım, şimdi dünyanın en iyi 85. üniversitesinde karşımda en eleştirel, en anarşist, en rocker, en gerçek Türkiye'yi her zaman temsil eden, birbirinden kıymetli pırıl pırıl beyinler bana, bize emeklerimizin boşa gitmediğini hatta daha fazlasını yapmamız gerektiğini yüzümüze öyle bir çarpıyor ki mahcup oluyorum.

Mahcup oluyorum onca yıl ki bencilliğime. ODTÜ'lü öğrenci okutmaktan öteye geçmeyen desteğime. Halbuki onlar danışacak akıllar istiyorlar, tıpkı bizim gibi bu yollardan daha önce geçmiş. Ellerinde geçmişe göre daha fazla imkan var ama  endişeleri de var. Orası Ankara. İstanbul'u halen Wall street gibi erişilmez bir dünya olarak görüyorlar. Erasmus vs gibi programlarla dünyayı tecrübe ediyorlar ama ruhları da cepleri de halen temiz. 

Nasıl da unutuyor insan. Nasıl da düşüyor peşine paranın, bürünüyor insanın ben'cil haline.

Orası ODTÜ. Halen Marksist düşüncenin yaşatılabildiği bir yer.

Orası ODTÜ. Halen Devrim'de sloganlar atılıyor, halen direnişçi ruh kendini her yerde belli ediyor. 

Orası ODTÜ. Halen otostop çekiliyor. Yeşil parka en çok orada görülüyor. 

Orası ODTÜ. En çok aşık orada. Kütüphane köşesinde de , yeşil çimenlerde de, kantinlerde de. (Bizim zamanımızdan  daha çok gibi geldi Bahar ile bana:)

Orası ODTÜ. Herşeyin ilklerini yaşadığım yer. 

Orası ODTÜ. Halen tuvaletler kötü ve pis. 

Orası ODTÜ. Midterm öncesinde kütüphane hınca hınç dolu.

Orası ODTÜ. Sonbaharın en güzel hali.Central Park halt etmiş yanında. 

Orası ODTÜ. Ülkemizin en berrak beyinleri, geleceği, umudu orada. Umutlular da. 
Çıkış yolları beyinlerinde hevesleri yüreklerinde. 
Öğrenciler ama farkındalar.
Alternatif üretmeye çalışıyorlar.
Girişimci olmayı deniyorlar.
Tek bildikleri çok çalışmak. 
Ama yollarını aydınlatacaklara, fikir vereceklere, fikirlerini tartışacaklarına ihtiyaç duyuyorlar.


22 sene önce girdiğim kapıdan başka hislerle çıktım bu defa. Sadece hislerde kalmayacak aksiyona dönüşmesi gereken misyonlarla dolu bu defa.

Eminim daha iyisini yapacağıma. Yapacağımıza.

Değil mi Baharım, ortağım?


Orası ODTÜ. Benim çok şey borçlu olduğum yer.

Kayıt altına alınmalı.Her bir köşesi.

Kütüphaneden ...

İlk rektör adına ...

 Devrim stadyum


Devrim 'de düğün...



ODTÜ'den halen en yaygın araç...



 ODTÜ 'de layık olmayan bir kariyer fuarı.










14 Ekim 2014 Salı

Dilemeye devam...

''İsteyin yeter. ''

''Kalpten dileyin yeter. ''

''Evrene mesajınızı gönderin yeter. Tabii ne dilediğinize de dikkat edin ''

der bilimum kuantum fiziği, kişisel gelişim, olumlu düşüncenin gücü vs gibi konularla ilgili kitaplar.

Eğer ben de bir gün kitap yazarsam dilediğim herşeyin -imkanlı imkansız - başıma nasıl geldiğini, ben de yarattığı tarifsiz izleri kimi zamanda güçlü dileklerimin bendeki tahribatlarını anlatmak isterim. Anlatmaktan öte kitaplarda yazılan şeylerin imkanlı olduğunu  paylaşmak isterim. Kimbilir  belki de ikna etmek istediğimden yazmak isterim.

Ama eğer  burası ''an'' a dair herşeyi akıttığım bir mekansa; şimdilik bırakalım geçmişi, şimdiki zamandaki ''an'' a odaklanalım. Şimdiki zamandaki kalbimden geçirdiğim dileklerime...

Haziran 2013, Batı Yakası ABD

Bir kafede oturmuş elimdeki dergiye bakarken çok beğendiğim Bradley Cooper'in oturduğum kafe bölgesinde tam 5 gün önce görüldüğünü okudum. Normaldir değil mi celebrity dediğimiz kişilerin Amerika'nın özellikle belli bazı bölgelerinde karşımıza çıkması. Bizim olmasa da  o bölgede yaşayan halkın sıkça karşılaşabileceği hatta sırad''an''laşabileceği '' an''lardır böyleleleri. Bunu okuduğum an, çıkarttım telefonumu, çektim haberin resmini, yazdım dostum Elif'e bir mesaj;

'' Ben de göreceğim Bradley Cooper'i. ''

Dedim demesine ama tam 10 gün sonra benzer dergilerin tekinde Wimbledon tenis turnuvasında görüldüğünü okudum. Ben daha Batı yakasında idim. Olmayacak bu iş dedim. Ama sadece O an olmayacağını düşünmüştüm.

Ekim 2014, Doğu Yakası ABD 

4 sene sonra ilk defa tekrar gidiyordum Doğu Yakasına. Benim için hep farklı bir anlamı vardır
NYC' nin ama o  ayrı bir yazı konusu. 1-2 güne. Şimdi gelelim sadete.

2 çiftiz NYC'de. Beyler iş gezisinde eşler tamamen ilham peşinde. İlham bol. Hepsinin de peşindeyiz maşallah. Ama dediğim gibi kalsın az sonraya.

Bir gece yemek sonrası otele dönerken otelin önünde flaşlar patlayınca dedim ki ''hemen gelin, birileri var.''

Otelin lobisine yürüyen merdivelerle çıkıyorsunuz. Tam merdiven başında, önümde önce uzun boylu siyahi, modele benzeyen kıza odaklanmaya çalıştım. Kim olduğunu çıkartmaya çalışırken kafamı kaldırdım başka bir modeli gördüm. Ama O'nu hemen tanıdım. ''Cara Delevigne '' Beyleri çoktan arkada bırakmış arkadaşım Burcu'ya seslendim. O sırada yürüyen merdivende çoktan modelin yanına gelmiş; resim çektirip çektiremeyeceğimizi soruyordum. Nazikçe hayır dedi. Kırılmadım ama merak duygusu oluştu. ( Genelde de hiç meraklı değilimdir !! )

Hoş, çıtı pıtı bir kızdı. Sıradışılığı bir tek bere takmış olmasıydı. Onun dışında sıradandı.




Hoş geldim!

Yeni yılın ertesi, annemin başka diyarlara intikal edişinin tam göbeği, oğlumun yeni yaşının hemen öncesi bir zamanlardan merhaba! Uzun bir ...