19 Şubat 2018 Pazartesi

Bir mektup..

Elifcim,

Bu yaşgününde ;  kendimce sana yeterince iyi hissettiremediğimi, , ifade edemediğimi hissetmekteyim. Bunun için yazmak istedim. Yoksa böylesine  biricik bir günde üstünkörü geçip gidildiğini sanma…
Dengelerimi yerine oturttuğum veya senin de aynı ruh halinde olduğunu bildiğim için , dengelerimizi tekrar oturttuğumuz an bunun telafisini yapacağız, yapmalıyız.

Böyle durumlarda hayatın yegane oyun kurucusunu kendim gibi hissedip , oturduğum yerden tahtıverallimi yönetmeye çalışıyorum ama fayda etmiyor, dengesi hiç ortada olmuyor, bir taraf aşağıda bir taraf yukarıda kalıyor. Bunun sebebi şu an yakın tanıdığımız bir kişinin çektiği tarifsiz acılara kayıtsız kalmamak isteği, çabası…

Aslında hayatta oyun kurucu olmak diye bir şey yokmuş. Oyunun içinde kalabilmek varmış. Tıpkı müzik bittiğinde sandalyeyi kapan olmak gibi. Müzik bittiğinde  illaki sandalyeleri birileri kapıyor, birileri oyunun dışında kalıyor. Ama elden ise hiç bir şey gelmiyor.
Öte yandan müzik de muhteşem , oyun oynamakta….
Ama müzik bittiğinde, oyunun dışında kalanın sessizliği, sindirilmesi zor bir durum yaratıyor.
Hele de canı bir şekilde yanmışsa.
Canı yanmak …
Ne kadar da kolay yazılıyor .
Ne kadar da kolay söyleniliyor.
Ama ahhh bir de canı yandı mı sor bakalım Canan ‘ a…
O tarifsiz acıdan kurtulabilmek için neler vermezdi.
Öyle bir acı ki insana çocuklarını aramayı unutturuyor.
Öyle bir acı ki sadece ama sadece acının geçmesi için var olmaya çabalıyor.

Halbuki biz müzik dinleyip oyun oynacaktık… Acı da nereden çıktı ?
Müzik  hep var da,
Duyabilene.
Ama bir de şans diye bir şey var be ya bu hayatta.
Orası kesin.
Bir ara anlatırım sana.
Kimin şanslı olduğunu bilmem ama kimin şanssız olduğunu çok iyi anlatırım bak.

Bir arkadaşımız .
Güzel kadın.
Hem de çok.
Ama çok şanssız.
En azından şu an.
Ve tarifi olmayan acılar içerisinde.
Ancak morfin işe yarıyormuş öyle diyeyim.
Herkes bu durumlarda başka bir şeye duacı olur ama benim duam net.
Acının dindirilmesi.
Sızıyı hiç bir zaman dindiremeyecek olsak da kalplerimizde.

Şu an bir arkadaşım hasta yatağında ve çok acı çekmekte.
Halbuki hayat boyu şifa dedi, şifa olma, şifa verme, şifa peşinde oldu.
Şu an ise şifa en çok O’na gerek.

15 Ocak ‘ta evinde O’nu ziyaret ettiğimde sohbet sohbeti açtı ve bana şifacı bir arkadaşının O ‘na yazmış olduğu bir nottan bir bölüm okudu.

Ben de not almıştım.

‘’ Küçük taşlar koca akarsuda yok olurlar ya da yolun kenarına savrulur, parçalanırlar .Kaygan taşlar yıllarca suyla seyahat ederler , git gel parlarlar. Gidecekleri yeri düşünmezler. Kim götürüyor, nereye götürüyor düşünmezler.Sadece suyla eğlenmenin tadını çıkartırlar ‘’

18 şubat.

Not etmek istediğim tek şey. Şifa isteyen herkes için ...

Parla, çağla , suyla eğlenmenin tadını çıkart.
Gideceğin boyutu hiç düşünme.
Kim götürüyor, nereye götüyor hiç merak etme.
Güven olan bitene.
Müziğin hep var olduğunu da unutma.
Hem de her boyutta.

Yeter ki acı dinebilsin ki müziğin sesini duyabilelim.

Yeter ki bizim güzel arkadaşımız şifa bulabilsin.Acısı dinsin.

Amin.








9 Ekim 2017 Pazartesi

Kendime sorular

Upuzun bir zamandır seslenmiyorum aslında. Kimseye ama başta kendime.
En büyük sıkıntım odaklanamamak.
İşime gücüme.
Halbuki severim işimi de gücümü de. Esaslıca üretmeyi de.
Tam düşünmeyi düşünmeye başlıyorum, bilinçli bir şekilde savuşturuyorum düşünmeyi ve odaklanmayı.
Sebebi çoktur veya yoktur. Bunu  bilebilmek için bile odaklanamadım. Bilsem ne yapardım hoş onu bile bilmiyorum.
Bildiğimde de  ne yapacağını bilememe hali.
Bir çeşit döngü yani.
Bu arada aklıma geldi kısır olmayan döngü var mıdır acaba ?
Odaklanma ile ilgili başladım kısır döngüye takıldım. Birkaç zamandır aynen böyleyim.
Halbuki en güçlü yönüm budur.
Odaklanmak.
Madem zihnen düşüncelerimi kovuşturabiliyorum, yazarak odaklanmayı tekrar denemem gerektiğine karar verdim.
Yazılarımı bile odaklanamadığım için epeydir yazmıyordum aslında. Halbuki yazmak her zaman derdime derman bulmama sebep olmuştur.
Klasik derman aramak yerine bu sefer kendime sorular hazırladım. Rastgele sorular. Bazıları zor bazıları ise düşündürtücü. Amaç şu an için sadece ''seslenmek '' kendi içime.

Kendi kendimin dikkatini çekerek kendimi, kendime odaklamak.

Seslenmek, ses vermek, ses etmek , ses çıkartmak , ses yükseltmek, sesimi kısmamak, ses getirmek için sorular hazırladım. Bu soruların cevaplarının sadece bir amacı olmalı kendimce.
Yola çıkartabilmeye yeter olabilmesi.

Hele bir yola çıkartsın beni, bilmediklerimin peşine düşerim. Diyorum. Diliyorum.
Bir yandan da  zihnimin arka planınında ortağım Bahar'ın sesi '' Soruları soran cevaplardan kaçamaz''.
Kaç bin defa tekrarlamıştır acaba bunu son 7 senede ? Şarkının da dediği gibi '' özledim sesinin kokusunu özledim .... ''

                                                       KENDİME SORULARIM
                        ( Bütün bu soruları üretme /iş yaratma alanına dönük olarak sordum ) 


1. Üretmek benim için ne ifade ediyor?
2. Hayatta neden/hangi alanlarda üretirken keyif alıyorum ?
3. Hayatta süreçler  mi sonuçlar mı beni daha çok etkiliyor ? Neden ?
4. Hayatta neleri daha kolay bırakıyorum ? Neleri daha zor ?
5. Hayatta - kendim için- hangi duyguyu önemsiyorum ?
6. Başkalarında hangi duyguyu yaratmayı önemsiyorum ?
7. Yola çıkmak için neye /nelere ihtiyacım var ?
8. Doğadan nasıl faydalanabilirim ? Ben doğaya ne kadar  uzak /yakınım ? 
9. Ne kadar basit olabiliyorum ? Basit olabilmek ne kadar önemli ?
10.Tasarlamaya , yaratma  ve yaratıcılığa ne kadar anlam yüklüyorum? Benim için önemi nedir ?
11.Hayatta gözlemlemeyi sevdiğim şeyler neler ?
12.Nasıl öğreniyorum ? En etkili şekilde kimlerden öğreniyorum ?
13.Hayatımda ki bağlantıların, metoforların ortak noktası nedir ? Şu an kadar bana  genellikle ne göstermişlerdir?
14. Şu ana kadar üretirken  hiç temas kurmadığım kimler oldu ? Onlara erişsem nasıl   faydalanabilirim ?
15. Yapmayı mı, akıl vermeyi mi, planlayıp yönetmeyi mi daha çok seviyorum ?
16. Para kazanmaya yüklediğim anlam ne ? 
17. Teknolojiye ve sunduğu  yeniliklere yüklediğim anlam ne ?
18. Beni en çok heyecanlandıran şey ne ?
19. Üretirken keşke diyeceğim şey ne olabilir ?
20. İyi ki diyeceğim şey ne olabilir ?





10 Mayıs 2017 Çarşamba

Canım kızıma mektup -TEOG öncesi


Aşağıdaki mektubun biraz daha uzununu neredeyse 3 hafta önce gerçekleşen TEOG sınavları öncesinde kızıma yazıp vermiştim. Kayıtlara geçmesini istedim...



Canım kızım Ela’cım,

Herşey geçen sene Haziran ayında katıldığın YGA kampı ile www.yga.org.tr/ başladı. Küçük bir defter ile döndüğün kamp sonrasında bana çok bir şey anlatmadın. Hatta her zaman yaptığın gibi       ‘’ çok sıkıcı idi ‘’ dedin. Sonra ben tesadüfen masamda küçük bir  defter buldum , meğerse YGA kampının not defteri imiş. 

İçinde yazanları hayranlıkla okudum…Henüz 13 yaşına basmamış olduğun günlerde şunları kayıt altına almışsın ki ben de hem yaşını hem de seni bu yaşında nelerin etkilediğini  mutlaka ama mutlaka kayıt altına almak istedim…





Sonra dinlediğin konuşmacılardan seni etkileyen bölümlere dair aldığın notları okudum;







Canım kızım Ela’m,
El yazısıyla yazdığın bu notları okuduğum an, aklına ve yüreğinin gücüne, yapmak istediklerine şaştım kaldım. Kalbinden geçirdiklerine, kendine rol model aldığın kişilere, hangi yönleri ile rol model aldığına tanık olmak, yaşı 13 bile olmamış bir genç kız olarak hayalleri büyük olan kişilerden etkilenmene hayran oldum.  O gün sana her şeyden ve her zamankinden daha fazla güvenmem gerektiğini anladım.

Öte yandan bunları yazmak demek, bunları bilgece ve ustaca hayata geçirebileceğin anlamına gelmezdi elbette. Zamana, yaşanmışlıklara ve tecrübeye ihtiyacın vardı. Sınav ve sınanmalara ihtiyacın olduğun gibi…İşte tam bu noktada da TEOG denen illetten sen de nasibini aldın. Bu yanlış bir zamanda ( ergenlik )  başına gelebilecek en saçma sınav bile olsa , sınav sınavdır, tecrübenin  de tecrübe olacağı üzere…

İyisi ile kötüsü ile.

İşte tam da bu noktada, sınavın 2. aşamasına 1 gün kala sana gönlümden geçen herşeyi, yaşadıklarını ve yaşayacaklarına dair yazmak istedim.

Bu dönemine dair kayıt altına almak istediğim en önemli şey, defterine yazmış olduğun gerçek hayat hikayelerinden kesitlerini senin de kısmen deneyimlemiş olman.
Hatta aynen Ebru Özdemir ‘i dinledikten sonra yazdığın gibi
 ‘’ Hiçbir zaman pes etmeyen, iç disiplini çok yüksek ve güçlü, her zaman pozitif ‘’ oldun sen de  bu dönemde…

Zaman zaman dağılsanda büyük çoğunluğunda bu ruh ile çalıştın.

Öykündüğün, ilham aldığın değerleri, böylesine zor bir dönemde - kendini tanıma, kişilik oluşturma, deneyimlere açık duruma gelme,  kural ve sınır tanımak istemediğin bir dönemde - ki kısaca biz buna ergenlik diyoruz - hayata geçirmeye çalışmak çok ama çok kıymetli idi. 

Seninle gurur duyuyorum. 

Çoğu zaman sana da söyledim, hissettirdim ama yine de yazmak ve kayıt altına almak istedim.


İhtiraslı kızım Ela’m,

 Geçen akşam babanla kelimelerin gücünden bahsediyorduk konu ‘’ihtiraslı’’ ve ‘’hırslı ‘’ kelimelerinden açıldı. Döndük Türk Dil Kurumu sözlüğüne baktık…İhtiraslı için ; aşırı güçlü istek, tutku yazıyordu. Hırslı içinse ‘’açgözlü, muhteris, kızgın ve öfkeli ‘’ yazıyordu. Baban ve annenden sonra ailedeki ihtiraslı kişiler topluluğuna hoş geldin J yavrucum.

Sevgili kızım , şu yaşımda çok daha iyi anlıyorum ki hayattaki en önemli şey; yaşama dair  istek ve tutkularımızı sürdürülebilir kılmak. Erken tükenmeden, her şeyi doğru zamanda deneyimlerek, ilerlemek,  gelişmek ve geliştirmek…Yani ihtiraslarımıza bir ömür sahip çıkabilmek. Yılmadan, pes etmeden.

Senin de en güçlü yönün ; yaşama dair heveslerin, içine sokmak istediklerin kadar dışarı akıtmak istediklerin. Bunların birçoğuna tanık oluyor olsak da daha fazlası YGA defterine yazdıklarından fışkırmakta zati. Hele Mevlana ‘nın söylediği laftan etkilenerek not etmen ise beni çok etkiledi.

Dolayısıyla bir TEOG sınavının SONUCU senin yaşama dair hevesinin de , başarı ve başarısızlığının da bir yansıması olamaz ancak nasıl hazırlandığın , hangi duygularla nasıl baş ettiğin , hangi sonuçlara rağmen yoluna nasıl devam ettiğin  ÇOK önemli bir gösterge olabilir. 

Bu süreçteki karnene bakacak olursak ihtiraslı kızım ,

Kendine göre hayal kırıklığına uğradığın 1.sınav sonrasında pek çok zorlu şeyle aynı anda yüzleşmek zorunda kaldın.

Halbuki hayal kırıklıkları çok iyi bir şeydir güzel kızım. Öncelikle hayallerinin olmasıdır kıymetli olan. Başarı ise aldığın sonuç değil süreçte tecrübe ettiğin deneyimlerine göre yeniden konumlamaktır kendini.

Birçok 40 yaşını aşmış yaşıtım dahi yaşadıkları ile yüzleşmekten kaçıp, kendini  ve hayallerini yeniden konumlama, yaratma konusunda başarılı olamazken senin 13 yaşında bütün bunları başarmış olman görüyorum ki en büyük hazinen. Bu hazinene çok iyi bakmalısın zira seni sen yapan en büyük gücün , mantığının , sağduyunun yanında bu olacaktır belli ki.


Güzel kızım,

Hayatta farklı alanlarda bir sürü tecrübe ve deneyim elde etmek mümkün. Hatta deneyimlerin hepsini senin tecrübe etmene de gerek yok. Başkalarından alacağın akıl ve tavsiyeler de senin yolculuğuna renk ve öngörü katacak, yolunu kimi zaman zenginleştirmene bazen de değiştirmene, kimi zaman daha iyi bir şeyi tercih etmene sebep olacaktır.

Senin de bu yaşında bile bir sürü deneyimin , zenginliğin var. İş bu zenginlikleri bambaşka bir alanda sentezleyebilmekte.

Mesela yarın gireceğin TEOG sınavını, daha önce çıktığın nice tenis maçlarına benzetebilirsen eğer, kendini ve daha önceki sınavdan almış olduğun notunu da tenis maçındaki 1. sete benzetebilirsin. Daha maç bitmemiştir ama rakibini, sahayı tanımışsındır artık.

Çekinmene gerek yoktur artık. Tenis maçlarında sahayı ve rakibi tanıdığın kadar geçen süre zarfında aslında kendini tanıyorsun. Oynadıkça kendine güvenin geliyor. Kafanda büyüttüğün rakibini, aslında sadece kafanda büyütmüş olduğunu, sahadaki rakibinin bambaşka olabildiğini ( daha az güçlü olabileceğini), hatta kendinin rakibinden daha iyi olabileceğini idrak ediyorsun. 

Doğru kelime de bu aslında. 

İdrak  etmek, farkına varmak. Kendi kapasiteni, hevesini, vermiş olduğun tüm emekleri, pes etmek için hiçbir sebebinin olmadığını fark ediyorsun.

Ne zaman idrak ederek çıkıyorsun maçların 2. setine, çoğunlukla da kendine güvenin gelmiş, hevesini canla başla ortaya koyan bambaşka bir Ela oluyorsun sahada.

Bırakıp kafanın içindekileri, asılıyorsun sahanın içinde olan bitene. O noktada bambaşka bir performansa sahip oluyorsun işte. Kendine ve yapabileceklerine daha fazla güvenen bir ELA çıkıyor içinden. Hem rakibin karşısına hem de kendinin karşısına.

Bambaşka bir Ela çıkmasına neden şaşırıyorsun ki peki ?

Sen değil miydin maç öncesi antremanlarda yüzlerce defa aynı backhand, forehand vuruşu sayısız defa çalışıp emek harcayan…

İşte yarın ki 2. aşama TEOG sınavını senin maçlarındaki 2. Sete benzetiyorum. 

Artık sistemi, başına gelebilecekleri az çok deneyimledin. ( sahayı ve rakibini iyi tanıdın ) 
Ama en önemlisi kendini çok iyi tanıdın, yapabileceklerini biliyorsun.
Zira çok emek verdin, çok çalıştın, çok istekli ve hevesli idin. O zaman geriye tek şey kalıyor , bütün bu deneyimlerini sentezleyerek , kendine güvenerek , içindekileri dışa vurup yansıtman…

Tek yapman gereken elinden geleni yaptığın çalışma dönemini dışa vurabilmektir.

Yani sahaya çıkıp elinden gelenin en iyisini yapmaktır. 


Canım kızım unutmamanı istediğim tek ve en önemli şey,  

İçinde tuttuğun hazineyi yansıtmak için sadece bir sınav yok önünde…

İçindeki ihtiraslarını, sınav olsun olmasın önünde HER DAİM yansıtabilmektir en önemli beceri. Kendine güvenerek içinden geçenleri yansıtmaktır en kıymetlisi.

İşte ancak o zaman, sen de,  gün gelir  bir başka 13 yaşındaki kızın defterine konu olursun, deneyimlerinle. ELA...... ‘ün kendi cümlelerini, hayallerini ve nasıl pes etmediklerini yazarlar defterlerine...

TEOG sınavı sadece bir rakamdır ama bundan sonra ne yaptığın, bu süreçte neler öğrendiğin, nasıl ilerlediğin, nasıl geliştiğin ve yansıttıkların esas  konu olacaktır anlatacaklarına da , ileride yazacağın ve yaratacağın hikayelerine de  başkalarına vereceğin ilham kaynaklarına da…

İçindeki hazineyi hevesle yansıtmak isteyen canım kızım Ela’m,

Hayatta tükenmemek adına senin adına dilediğim en önemli şey başına gelebilecek tüm sınav ve süreçlerden kolaylıkla geçmen, kolaylıklarla  yönetebilmen.

Ben hayatımda hep zorluğu çağırdım. Eyy zorluklar yeneceğim sizi dediğim tüm süreçlerin sonunda yoruldum ve tükendim. Tekrar ayağa enerjik kalkmam kolay olmadı.

Ama 43 yaşında hem kendim hem de sizler için 2 duam var. Birisini çok iyi biliyorsun zaten. Şu an için anlaman mümkün olmasa da ileride,  belki yakın belki uzak geleceğinde beni çok daha iyi anlayacağını biliyorum.

O yüzden bildiğini çok iyi bildiğim duayı senin için yine tekrar edeceğim;

‘’ Hakkında hep en hayırlısı olsun inşallah’’

Ama hemen ardından ise 2. duamı ekleyeceğim;

‘’Olmasını istediğin , gönlünden geçirdiğin her türlü istek ve arzu kolaylıklar ile gelsin. Zorluklara gebe olan şeyleri oldurtmaya çalışmak yerine, seninle akıp gidecek, kendini daha çok gerçekleştirmeni sağlayacak olanaklar çıksın karşına ...

Öyleki bu olanaklar da sana  daha  kolay hatalar yapıp , hatalarından kolaylıkla öğrenebilmeni sağlasın.

Hatalar hep yapılacak ama hataların kolay olanları ayağa daha kolay kalkmanı, içinde taşıdığın hazineyi daha kolay yansıtmanı sağlayacaktır.''

Seni çoook seven ve her daim gurur duyan annen İpek J  



19 Şubat 2017 Pazar

Boyutsuz olan tek şey zaman...

Yıl 1987-1988 Eğitim öğretim Yılı... 13-14 yaş arasındayım. O yaşlara ait günlüğümü aldım geçen akşam elime. Daha çok blue jean dergisi gibi. Oradan kestiğim şarkıcı resimleri, görsellerle dolu.

Şarkı sözleri, kendi yazdığım ve/veya alıntıladığım şiirler. İlk platonik aşk itirafları, karışık duygular, kendini yoğun ifade etme isteği.Ama ortak özellik ortaya karışık olması herşeyin.

Müzik zevki bile karışık...Pet shop boys'lar, Madonna, illaki Sting ve George Michael, Rick Astley, Debbie Gibson,Mel & Kim ( kim olduklarını hiç hatırlamıyorum ), Genesis, Scorpions en sevdiğim grup veya şarkıcılar.

Aynı günlükte 1988-1989 okul yılına dair de yoğun duygular kayıt altına alınmış. Bu devire ait duygular ise çok daha keskin, çok daha yakıcı. Demek ki 14 yaş hazırlık  ise 15 yaş ise her türlü duyguyu dibine kadar yoğun hissetme yaşı.

Sayfaları karıştırdıkça bir mektup çıkıyor karşıma ve donup kalıyorum. Daha dün gibi hatırlıyorum o mektubu yazdığımı ...

Bana ait değil ama o denli beğenmişim ki günlüğüme hislerime tercüman olsun diye kayıt altına almışım. Mektup bana ait değil ama hisler, duygu ve düşünceler bana ait ...

Hayat o kadar tuhaf o kadar tuhaf ki, an itibariyle 13.5 yaşında olan kızım  Ela ile her  gün yeni bir deneyim yaşadığımız bugünlerde tekrar karşıma çıktı bu mektup.
30 sene sonra. Kendi el yazımla, kızım ile tıpatıp aynı yaş dönemlerine denk gelen bir zamandan...

Zaman o kadar tuhaf işleyen bir mekanizma ki, dün izlediğim film Arrival 'daki gibi her zaman ileriye doğru işlemiyor aslında. Geriye doğruda işletebilsek eğer bizler, ileriye dair çok daha fazla ipucu, içgörü bulup daha rahat bir nefes alabileceğiz. Zorlukları aşmaya dair işaretler ve doğru okumalar aslında elimizde ama görmeyi bilmiyoruz işaretleri hep ileriki zamanda aradığımız için..

Tıpkı aşağıdaki mektubu, kendi ellerimle, 30 sene önce kendi duygularımı ifade etmek için yazmış olsam da, aslında anne baba olduğum dönemler için  farklı bir rol ve bakış açısıyla tekrar okumam gerektiği için yazmış olduğuma  inandığım gibi...
Kendime bir işaret yaratabilmek için, işaretler sayesinde doğru tahliller yapabilmek için.

Hayat,
Tuhaf
Ama 
Esas
İşaretler 
Daha da 
Tuhaf
Tabi
Görebilene...


O zaman işaretler benim için kıymetliyse, durmak yok yazmaya ve kayıt altına almaya devam. Kaldığımız yerin zaman boyutuna bakmaksızın...Geçmiş ve gelecek kaygısı olmadan. Bu zaman  için, bu zamana dair. 

Yazılarımın ve duygularımın içindeki  işaretler acaba hangi zaman boyutunda tekrar karşıma kim için çıkacaklar?  

Geri döndüm yazmaya.Sadece işaret oluşturabilmek için.
Siz fark etmemiş olabilirsiniz ama benim için önemli bir adım. İleriye doğru mu geriye mi bilinmez :)




Sevgili Anneciğim ve Babacığım,

Bütün duygu ve düşüncelerimi dile getirebilseydim, size şunları söylemek isterdim;

''Sürekli bir büyüme ve değişim içerisindeyim.Sizin çocuğunuz olsam da sizden ayrı bir kişilik geliştiriyorum. Beni tanımaya ve anlamaya çalışın.

Deneme ile öğrenirim. Bana ayak uydurmakta güçlük çekebilirsiniz. Bana oyunda, arkadaşlıkta ve uğraşlarımda özgürlük tanıyın. Beni her yerde her işimde koruyup kollamaya çalışmayın. Davranışlarımın sonuçlarını kendim görürsem daha iyi öğrenirim. 

Bana yanılma oayı bırakın. Kendi işimi kendim görmeye alıştım. Büyüdüğümü başka nasıl anlarım ?

Büyümeyi çok istiyorsam da ara sıra yaşımdan küçük davranmaktan kendimi alamıyorum. Bunu önemsemeyin. Ama siz beni şımartmayın, hep çocuk kalmak isterim sonra. 

Her istediğimi elde edemeyeceğimi biliyorum. Ancak siz verdikçe almadan edemiyorum. Bana yerli yersiz söz de vermeyin. Sözünüzü tutmadıkça sizlere güvenim azalıyor. Bana kesin ve kararlı davranmaktan çekinmeyin. Sözünüzü tutmadıkça sizlere güvenim azalıyor.
Bana kesin ve kararlı davranmaktan çekinmeyin.Yoldan saptığımı görünce beni sınırlayın. 

Koyduğunuz kurallar ve yasakların hepsini beğendiğimiz söyleyemem. Ancak hiç kısıtlanmayınca ne yapacağımı şaşırıyorum. Tutarsız davrandığımı görünce hem bocalıyor, hem de bundan yararlanmadan edemiyorum.

Beni dinleyin. Öğrenmeye en yakın olduğum anlar soru sorduğum anlardır. Açıklamalarınız kısa ve açık olsun.

Öğütlerinizden çok davranışlarınızdan etkilendiğimi unutmayın. Beni eğitirken ara sıra yanlışlar yapabilirsiniz. Bunları çabuk unuturum. Ancak birbirinize saygı ve sevginizin azaldığını görmek beni yaralar ve tedirgin eder.

Çok konuşup çok bağırmayın. Yüksek sesle söylenenleri pek duymam. Yumuşak ve kesin sözler ben de daha çok iz bırakır.'' Ben sizin yaşında iken ... diye başlayan sözleri hep kulak arkası yaparım...

Küçük yanılgılarımı büyük suçmuş gibi başıma kakmayın. Beni korkutup sindirerek suçluluk duygusu aşılayarak uslandırmaya çalışmayın.Yaramazlıklarım için beni küçük çocukmuşum gibi yargılamayın.Yanlış davranışım üzerinde durup düzeltin. Ceza vermeden önce beni dinleyin.Suçumu aşmadığı sürece cezama da katlanabilirim.

Beni yeteneklerimin üstünde işlere zorlamayın. Ama başarabileceğim işleri yapmamı bekleyin.Başarmam için beni destekleyin. Hiç değilse çabamı övün.Bana güvendiğinizi belli edin.Beni başkalarıyla karşılaştırmayın, umutsuzluğa kapılırım.

Benden yaşımın üstünde olgunluk beklemeyin. Bütün kuralları birden öğretmeye kalkmayın. Bana süre tanıyın, yüzdeyüz dürüst davranmadığımı görünce ürkmeyin. Beni köşeye sıkıştırmayın, yalana sığınmak zorunda kalırım. Sizi çok bunalttığım sırada bile soğukkanlığınızı yitirmeyin. Kızgınlığınızı haklı görebilirim ama beni aşağılamayın.Hele başkalarının yanında onurumu kırmayın. Unutmayın ki ben de sizin gibi yabancıların yanında güç duruma düşebilirim.

Bana haksızlık ettiğinizi anlayınca açıklamadan çekinmeyin. Özür dileyişiniz size olan sevgimi azaltmaz, aksine beni size daha çok yansıtır.

Aslında ben sizleri olduğunuzdan daha iyi görüyorum. Bana kendinizi yanılmaz ve erişilmez göstermeye çabalamayın.Yanıldığınızı görünce üzüntüm büyük olur.
Biliyorum ki ara sıra sizi üzüyor, belki de düş kırıklığına uğratıyorum. Bana verdikleriniz dışında benden istediklerinizin çok olmadığını biliyorum.Yukarıda sıraladığım istekler size çok geldiyse bir çoğundan vazgeçebilirim; yeter ki beni ben olarak seveceğinize olan inancım sarsılmasın.

Benden ''örnek çocuk '' olmamı beklemezseniz ben de sizden kusursuz anababa olmanızı beklemem. Sevecen ve anlayışlı olmanız bana yeter.

Sizin çocuğunuz olarak doğmak elimde değildi. Ama seçme hakkım olsaydı, sizden başka kimsenin çocuğu olmak istemezdim.
Sevgiler çocuğunuz...


7 Kasım 2016 Pazartesi

Nobel ödüllü bilim adamı ile ortak yönüm :)

       Nobel ödülü kazanan bilim adamı Vernon Mountcastle hikayesi

Bu kadar bilim adamının arasında bu ödüle niçin siz layık görüldünüz? Sizi diğer bilim adamlarından ayıran özellik ne?"

"Profesör yüzünde bir gülümsemeyle şu cevabı vermiş: "Hepsini anneme borçluyum. Diğer çocukların anneleri, onlar okuldan dönünce, "Söyle bakalım, öğretmenin sorularına iyi cevap verebildin mi?" derken, annem, "Vernon, bugün öğretmene iyi bir soru sordun mu?" diye araştırırdı. Ben niçin Nobel ödülü aldım? Beni diğerlerinden ayıran özellik ne? Bunu soruyorsunuz, değil mi? Beni diğerlerinden ayıran özellik, benim diğerlerinin sormadığı soruları sormam ve sormaya devam etmemdir!"

Harika bir hikaye, harika bir cevap, harika bir tespit. Bu hikayeyi kızımın katıldığı YGA ( Young Guru Academy ) 'deki bir ödevde okuduğum an aklıma tek bir kişi geldi. 
Gülümsedim. 
Ne kadar çok özlediğimi hatırladım.
Son 6 senemizde iş ortağı olarak irili ufaklı bir sürü çalıştayı birlikte geçirdiğim ortağım Bahar geldi aklıma. 
Kendimizi gerçekleştirme yolunda yaşadıklarımıza, kendimizi şaşırtma kapasitemize ve pek tabii bunları yaparken birbirimizi ölesiye çıldırtma kapasitemize tanık olmaktan gurur duyduğum dostum Bahar geldi aklıma. 
En çok soru sorduğum, en zor soruları bana soran, soruları soranın cevaplardan kaçamadığını tekrar tekrar kafama vuran biricik dostum Bahar. 

Bu soruları başta birbirimize sorduk sonra da iş ortaklarımıza, müşterilerimize uyarladık.
Bütün iş modelimizin  soru sormak üzerine kurulu olduğu bir modelde, aldığımız cevaplardan kimi zaman  ilham aldık, kimi zaman gözlerimiz yaşardı, kimi zamanda kendimizden farklı düşünen kişilerden aldığımız tokat gibi cevaplardan başımızı öne eğdik, mahcup hissettik kendimizi.

Sorular sonrasında hoşgörü kapasitemiz arttı, önyargılarımız ve varsayımlarımız kabak gibi sırıttı, kimi zaman dediklerimiz ve yaptıklarımız arasında boşluklar oldu ama hep öğrendik , hep farkında olarak devindik, hep geliştik. Kesinlikle daha iyiye.

Sorularımız içerisinde kişisel sorularımız da vardı. Çalıştay açılışında bunları sormak bir nevi adetten idi, hem kişilerin birbirine açılmasına, hem de başta kendilerini sonra da başkalarını şaşırtmalarına olanak  sağlamaktaydı.
Ama bir süre sonra adet gitti yerini ciddi merak, heves, şaşırmaya ve de şaşırtmaya olan artan ilgim aldı. 
İş olarak yaptığım ve her çalıştayın girişinde yaptığımız 1 saatlik seanslar benim son 6 senedir büyümeme, aydınlanmama, düşüncelerimin güzelleşmesine, kişilerin benden farklı olan yönlerinden esinlenerek önce düşüncelerimi sonra da davranışlarımı esnetmeme olanak sağladı. 
Daha gidilecek çok yolum olsa da niyet ve farkındalığım ile güzel bir 3 'lüyüz biz. Umut var yani.


Tespitlerimizden bazıları ;
  • İş hayatında insanların, 10 senedir yanyana çalıştıkları halde, birbirlerine dair halen ne kadar az şeyi bildiklerine ,
  • İnsanların genellikle en sevdiği soruların Neden? / Ne için? olmasına, 
  • Müşterilerle ( iç /dış ) birebir çalışan bir departmanda çalışanların genelde en çok Nasılsın ? sorusunu sevdiklerine, ( yaptıkları işlerin kişilerin sorularına bile etki etmesi ) 
  • Kişilerin uzun zamandır kendilerine, iç dünyalarına dair pek soru sormadıklarına,
  • Günlük hayatta soru sorduklarını zannettiklerini o soruların bile aslında ; '' Ne zaman yemek yiyeceğiz ? '' Nerede buluşalım ? '' Ne yapalım ? '' gibi yeniliklere ve yeni bilgiye erişmek için soru sorulmadığına,
  • Kimsenin başta kendisi olmak üzere bir başkasını şaşırtmaya dönük olarak zihinsel egzersiz yapmadığına, 
  • Çocukluk anılarının iş ortamını güzelleştiren en güzel kişisel hazineler olduğuna,
  • Kendinizle ilgili gurur duyduğunuz şey ? sorusunun cevaplarının aslında  hepimizin ne kadar kırılgan olduğunu hatırlattığına,
  • Kendimize ait rollerimizden, birbirimiz hakkında varsayımlardan sıyrılmanın sadece ama sadece 1 farklı soru ile ne kadar mümkün olduğuna,
tanık olduk.

İnsanı hayvanlardan ayıran en önemli özelliğinin, düşünmesi ve muhakeme yeteneği kadar, kendisini bilinçli bir şekilde ŞAŞIRTMA kapasitesi olduğunu bunca çalıştay sonrasında deneyimledim diyebilirim. Benim için o kadar kıymetli bir yetkinliğimiz yani.

Şaşırmak ve şaşırtmak üzerine  çokça düşüncelerim olsa da, şu an sadece şunu söyleyebilirim:
Yeni bilgiyi arayanlar,  yenilenmeyi arzu edenler, dönüşmek isteyenler, yeni ve yaratıcı fikrin peşinde koşanlar şaşırmaktan , şaşırtılmaktan hoşlanmakta...

Siz de onlara el verin. Siz hazır olmasanız bile, onlarla karşılaştığınızda en zor sorularınızı sormaktan çekinmeyin. Onlar bitkiler gibi su vererek büyümüyorlar, soru sorduğunuz zaman büyüyorlar...Tıpkı çocuklarımızın büyürken , gelişirken sordukları binlerce soru  gibi.

Aşağıda hem kendinize hem de varsa çocuğunuza sorduğunuzda alacağınız cevaplardan şaşıracağınız birkaç soru örneği bulunmakta. Hem kendinizin hem de çocuğunuzun sizleri şaşırtmasına olanak sağlamak isterseniz eğer bu soruları sorun derim. Alacağınız cevaplardan şaşıracağınız kesin... 


Öte yandan bilinmesini isterim ki ;

Ortağım Bahar'ı her açıdan çok arıyor ve özlüyorum. 

Cevaplamaktan en çok mutlu olduğum soru : Nasılsın ? 


Kendimiz için 

  • Sormayı en çok sevdiğiniz soru ?
  • Cevaplamaktan en hoşlandığınız soru ?
  • Çocukluğunuza dair en sevdiğiniz anı nedir ?
  • Yetişkin biri olduğunuzu ne zaman anladınız?
  • Kimsenin hiç bilmediği, ama sizin iyi bildiğiniz / yaptığınız ve arkadaşlarınızla paylaştığınız zaman onları şaşırtacak beceriniz nelerdir ?
  • Eğer para kazanmak gibi bir derdiniz olmasaydı ne yapıyor olurdunuz?
  • Bugünkü tecrübelerinize dayanarak bir işi başarmak için sizce ne gerekir ?
  • ......................tanışmak için her şeyi yaparım.
  • Hayatınızın en iyi dönemi ne zamandır?


Çocuklar için 



  • Hayatın bir film olsaydı seni kimin oynamasını isterdin?
  • Bir tek şey icat etseysin ne olurdu ?
  • Görünmez olabilseydin ne yapardın ? Nereye giderdin ?
  • Hayatında gördüğün en güzel şey ne ?
  • Arkadaşlarını seçerken neye önem veriyorsun ?
  • Gelecekle ilgili bir tek şey bilseydin bu ne olurdu ?
  • Bir insanda ilk fark ettiğin şey nedir ?
  • Bir kişiyle hayatını değiştirme imkanın olsaydı kiminle değiştirirdin ? Neden ?

2 Kasım 2016 Çarşamba

Kendi halinde bir devinim hikayesi benimkisi

Ne zaman canım sıkkın olsa -ki şu son zamanlar,  hatta seneler de  canımız çokça sıkkın- ilk iş evden çıkmamak oluyor. Bu hiç benlik bir durum değil aslında. Ama yaş aldıkça, evden de herkes sabahın körü gider olunca, evin keyfini de, içimin hüznünü de, kalbimin ağrımasını da yaşamak bana kalıyor. Evde tek başıma.

Böyle durumlarda aslında bana hep iyi gelen şeyin su kenarına gitmek olduğunu fark etmem çok uzak  değil aslında. Neyse yine böyle günlerden bir gün tam da bugün, suyun ağababası olan Boğaz'a geldim.

Suyun ağababası Boğaz demem boşuna değil.

Her an ve her zaman değişken rengi ile , dibindeki debdebesinin yüzeyinden bile okunduğu, kimi zaman sinsi kimi zaman olduğu gibi, her daim güzel , her daim çekici olan Boğaz'a attım kendimi...



İyi geldi.
Suyun devinimi.
Ne güzel bir kelime.
Devinim.
Tüm dertlerimi tek kelimde  anlatabildiğim, çaresizliğime kocaman çare olan.






Hareket, toplumsal süreç, bir başka ruh halinden bir başkasına geçiş, düşünce sürecinin başlaması, zaman içinde durum değiştirme ...
Bir Boğaz'a geldim neler neler düşündüm.
Boğaz'ın devinimi ülkenin devinime sebep olmuş meğersem.
Eskilerin deyimi ile bugünümüzün tek müsebbibi Boğaz'mış meğersem.
Hayır, şimdikinin meselesi de değil ki bu.
Tee yüzyıllar öncesine uzanan.
Demek ki bizim kaderimizde bu varmış.
Boğaz'ların sahibi bu dertlerin de sahibi olurmuş.
Eğer kaderimiz ise bu ;
Didinmek , didişmek, akıntıya kürek çekmek boşuna.
Biraz tevekkül, biraz döngüye inanmak, devinimin gücüne inanmak...
Boğaz'ın kahpe yüzü kadar güzel yüzünü de görebilmek.
Ohh be dertli geldim Boğaz kenarına.
Dertlerimi döktüm suya.
Şimdi suyun altında akıntılar boğuşuyor onlarla.
Kim galip gelir bilemem.
Ben devindim yeter gari:)


Bu arada bu şarkı ülkeme duyduğum hisleri anlatmak için yazılmış sanırım...






15 Eylül 2016 Perşembe

Berlin duvarı, bisiklet, Jake Gyllenhaal

Uzun yazacak değilim. Ama yazmak istemekteyim. Derli toplu olmasına da pek aldırmadan...
*********************************************************************************
Yeni Berlin 'den döndüm. Berlin duvarını gördüm. Değişmek istiyorsak, bu ülkeyi dönüştürmek istiyorsak bizim de duvarımız yıkılmalı dedim. Ama sonra bu söylediğimin ne kadar zor olduğunu bir defa daha  düşündüm. Nitekim orada fiziksel bir duvarın yıkılması ile başlamıştı herşey ... 

Ama bizde yıkılacak duvar 1 tane değildi ki ? Herbirimizin kafasının içindeki hoşgörüsüzlük duvarlarının yıkılması lazım öncelikle...O da milyonlarca duvar demek. Birisini yıkarken bile diğerinin inşa edilmesi bile-zihinsel ortamda- saniyeler sürebilirken bu nasıl mümkün olacaktı ki  acaba ?

Ama Berlin örneğinden  şuna emin oldum...Yıkmadan, yıkılmadan, acı çekmeden, yüzleşmeden, derinden hissetmeden hiç bir değişim ve dönüşüm başlamıyor ...

Almanya tam da bunu başarmış zaten.

*********************************************************************************
Özgürlük hissi ile ilk ne zaman tanıştınız? diye sorsam 

Ben çocukken derim. Bisiklet sayesinde diye devam ederim. Benim için o kadar önemlidir bisiklet. Keşfetme duygusu ile kendine güven duygusunun kesişim kümesidir. Önce tek el bırakılır, sonra 2 el...
İşte o an çok başka bir deneyimdir. Bir daha ne bisiklete binmeyi unutursunuz ne de 2 el bırakarak bisiklet sürmeyi...
Zira dengeyi keşfetmişsinizdir artık. 
Dengeli duruşu , dengeli düşünceyi daha sonra keşfedeceksiniz belki ama ''denge'' de başka bir buluştur.
Hayatı dengeli yaşama isteğim kadar dengeli insanlara şu sıralar neden takıldım bilmiyorum ama onu da mutlaka yazacağım. Özellikle de dengeli insan konusunu...
Ama şimdi bisiklete geri dönelim.

Kadın halimle de çok severim bisiklete binmeyi. Tabii eşsiz yurdumuz bisikleti ve bisikletliyi bir atari oyunu gibi görse de benim için bir şehrin  medeniyet seviyesinin ilk emaresidir bisikletli insan nüfusu.

Gözlemlerim sonucu eğer bir şehirde ; 
  • Bisiklet, insanların temel ulaşımı haline gelmiş,  otobüsler ve arabaların ilk işi bisikletlilere dikkat etmekse,  
  • Yaşı geçkin insanlar bile bisiklete binerek günlük işlerini yapıyorlarsa, o şehirlerin ultra medeni olduğunu düşünür, bir ahh çekerdim.
Berlin seyahati sonrasında ise yeni bir kriterim daha oldu, şehrin medeniyet seviyesine dair.
  • Eğer kadınlar elbiseleri ve mini etekleri ile uluorta  bisiklete binebiliyorsa ve kimse kafasını bile kaldırıp külodunun gözüküp gözükmediğine aldırış etmiyorsa o şehir benim için standart üstü medenidir diyebilirim...
Kıskançlıkla ifade etmeliyim ki kısa Berlin seyahatinde  de ailecek, şehir içinde bisiklete bindik ve bende de  dar olmayan kısa  bir etek vardı. Şehrin kadınlarından güç alarak ama  utanmadan o halimle bisiklete  bindim. İlk bisiklete bindiğimde nasıl özgürlüğü ve kendime güvenimi keşfettiysem, bu kadın halimle,  kısa bir etekle umarsız bir şekilde bisiklete binebilmek de benim medeniyete ve medeni bir ortama olan açlığımı ortaya çıkardı. Bastırdığım tüm duygular,  özlem ve endişeler daha fazla su yüzüne çıktı.

Ve maalesef bu deneyim, beni mutlu edeceğine aslında çok mutsuz etti. Duvar yıkmaktan mini etekle bisiklete binmeye kadar olan süreci düşününce ...

Daha binlerce sorunumuz varken bunun benim için konu bile olmasına şaşırabilirsiniz. Şaşırmayın siz de hoşgörüsüzlük  duvarlarınızı yıkarak beni anlamaya çalışın...


*********************************************************************************

Berlin duvarı ve simgelediği çok şeyden etkilenerek uçağa bindim. 

Onca film arasından ''demolition '' ı seçtim. Türkçe de yıkım, imha etmek gibi anlama gelen filmin başrol oyuncusu Jake Gyllenhaal idi. Film kötü bile olsa adam yakışıklı diye izlemeye koyuldum.
Film adeta içimizdeki Berlin duvarlarını anlatıyordu.

Yıkmaya olan açlığımızı, tekrar hissetmek için yıkmak gerekliliğini çok etkili bir şekilde anlatan filmi izledikten hemen sonra duyarsızlaşmış, yıkmak istediğimiz bir sürü tabu ve hoşgörüsüzlük duvarları olan şehrimize ayak bastım... 




Yazının başında da yazdığım gibi eğer yıkmadan, yıkılmadan, acı çekmeden, yüzleşmeden, derinden hissetmeden hiç bir değişim ve dönüşüm başlamıyorsa önümüzde zor günlerimiz var maalesef...




21 Temmuz 2016 Perşembe

No filter

Çok çıplak hissediyorum kendimi.

Sanki ana rahminden fırlamışım da dışarı beni koruyacak, kollarına alıp saracak, şefkat gösterecek kimseler yokmuş gibi.

Ama bir defa çıkmışım ya dışarı; içeri de giremem, geriye de saramam zamanı. Aynen o hisler misali.

Ortada kalakalmışım.

Tek başıma.

Beni besleyecek, alıp kollarına avutacak,  yıkayıp aklayıp paklayacak kimseler de yok.

Yeni doğum olunca nasıl plasenta kalıntıları ve kanlar sarar her yerini bebeğin aynen o haldeyim.

15 Temmuz 'dan beri...

No filter.

Ama bu defa ki no filter olayı; Instagram 'daki sanal bir dünyada değil, benim öz dünyamda, anavatanımda gerçekleşmekte.

Bu defa ki no filter, makyajlanmaya ihtiyacı olmayan olağanüstü güzellikte bir fotoğraf veya resim karesi değil.

Bu defa ki no filter, son derece ürkütücü  çıplaklığı ile başımıza gelenler.

Ben de çıplağım.

İkimiz de bir bayram sabahına uyanır gibi uyanmak istiyoruz halbuki.

En güzel kıyafetlerimizi giyip umutla ve sevinçle kalmak istiyoruz yeni bir sabaha...

Ben ve başımıza gelen olaylar.

Her ikimiz de bayram sabahına uyanmak yerine çırılçıplak ortadayız.

Orta malı hissediyoruz.

Sahipsiziz.

İtilip kakılıyoruz.

İncecik bir dal parçası ile bağlıyız toprağa adeta, savruluyoruz.

Tutunmaya, kök salmaya, yerleşmeye,  kendimizi '' ait '' hissetmeye ihtiyacımız var. Hem de çok.

Şefkat arıyoruz kapı kapı.

Tüm kapılar suratımıza kapanıyor.

Ben bebeğim üstelik.

Yeni doğmuş, çırılçıplak.

Korunmak istiyorum.

Güvende hissetmek istiyorum.

Ağlıyorum.

Hıçkırarak.

Yanımda başımıza gelenler.

O biraz doğrultsa belini bana yardımcı olacak ama nafile.

Onun da bana ihtiyacı var belli ki.

Yeni doğmuş bir bebeğin,

Kirlenmemiş,

Berrak zihnine,

Saflığına,

O güzel kokusuna,

Huzuruna,

Hasret.

O hasret , ben bebek hasret.

Hasret ne zaman, nasıl bitecek ?

Ben ve başımıza gelenler, çırılçıplaklıktan kurtularak ne zaman bayramlıklarımızı giyinip, eski günlerdeki gibi güzel bir bayram sabahına uyanabileceğiz ?

Ne zaman şefkatle şımartılabileceğiz ?











Hoş geldim!

Yeni yılın ertesi, annemin başka diyarlara intikal edişinin tam göbeği, oğlumun yeni yaşının hemen öncesi bir zamanlardan merhaba! Uzun bir ...