Havalar tam da sinema zamanı. Şu sıralar en popüler filmlerin başında Woody Allen'in '' Mavi Yasemin'' i var. Henüz izleyemedim. Ama en kısa zamanda gitmek istediklerimden kendisi.
Hani böyle ünlü insanlar ve yaşamları söz konusu olduğunda sanki en yakınlarıymışız gibi atıp tutmaya bayılırız ya haklarında. Woody Allen örneğindeki sansasyonel olayların neticesinde bir çoğumuzun kadın içgüdüleri ile;
-''Ama Mia Farrow'a da yazık oldu canım''
dediğimiz gibi.
Geçen akşamlardan bir tanesinde eşimin bir iş yemeğine katıldık. Amerikalı misafirleri vardı. Bir karı-koca. Kadın nispeten ünlü. Pazarlama gurusu. Kitapları var. Şirketi var. Danışmanlık yapıyor. Yaşı 60 'larında. Ama enerjisi adeta Ajda.
Yanında kocası. Kendisinden daha büyük. 70 'lerin ortalarında.Yaşına göre karizmatik.
Yemek öncesinde bana telefon ediyor ve diyor ki eşim;
-'' Adam büyücüymüş acaba kızımıza birkaç numara öğretsin istermisin ? ''
Şok olan ben cevap veremiyorum, ne büyücüsü derken sihirbaz !! olduğunu anlatmaya çalıştığını anlıyorum. Dolayısıyla adam hakkında tek bildiğim şey bu.
Neyse önce Boğaz'da bir gezinti sonrasında da yine Boğaz kenarında ki bir mekana geçiyoruz. Klasik bir iş yemeği görüntüsünde, sohbete koyuluyoruz.
Önce NYC' de yaşayan bu çiftin Manhattan'da nerede oturduğunu soruyoruz. Aldığımız cevaba hemen ukalalık yapıyor ve;
- ''Aaa John Lennon 'ın evinin orasına ne kadar da yakınsınız'' diyorum.
Şu kadar yakınız bu kadar yakınız diye devam ediyorlar. Siz de maşallah pek iyi biliyorsunuz bizim oraları tadında ilerliyor sohbetimiz.
Sonra filmlere geliyor konu.Woody Allen 'in filmlerine. İzlediniz mi yeni filmini diyorlar. Henüz değil diyoruz. Sadece o an, nispeten ünlü olan kadın konuğumuz diyor ki;
-'' Woody, eşimin yakın arkadaşıdır. Karısını da çok sever.''
40 senelik dost gibi bu samimiyeti öğrenince aynen şöyle bir cümle sarf ediyorum;
-'' Mia Farrow'a da yazık oldu canım''
Kadın da aynen katılıyor bana;
-''Bence de. Ama kocam hiç de öyle düşünmüyor, aksine Soon-Yi'yi daha çok seviyor...''
Sanırsınız Hollywood 'da bir yerlerde, cemiyet hayatı yaşıyoruz.
O zamana kadar az konuşan adamı başlıyorum sorularımla boğmaya.Madem Woody Allen yakın arkadaşı madem ben de o an O'nun yanındayım. Kaçırmıyorum bu fırsatı. O'da az ve de öz konuşarak başlıyor anlatmaya.
Meğersem kendisi eskinin ( 1968-75 arası) çok ünlü bir talkshow'cusu imiş...Yale üniversitesi drama 'dan mezunmuş. Hem de dönemin terk erkek öğrencisi olarak.
Marlon Brando, Woody Allen, Katherina Hepburn, Alfred Hicthcock, Fred Astaire şovunda ağırladığı bir grup insanmış. İnsan demek haksızlık olur efsane demek daha yerinde olur.
John Lennon 'a sadece ev olarak değil meğersem arkadaş olacak kadar yakınlarmış !!!
O an ben de kendime '' Zavallı İpek '' diyorum...Seninde sorduğun bir şeymiymiş gibilerinden.
Meğersem yanımdaki karısından çok daha ünlü bir adam varmış yanıbaşımızda. Dinleyecek çok şeyimiz olan.
Sohbetin tam ortasında bu sefer eşim dayanamıyor;
-'' Bize ne zaman numaralarınızı göstereceksiniz'' diyor. Sabırsız bir çocuktan farksız.
O da Kapalıçarşı'dan bizim için aldığı kart destelerini çıkartıyor ve başlıyor karıştırmaya. Sadece masaya servis yapılmasın istiyor o an...
Çok dikkatli başlıyor numaralarını sıralamaya. Boğaz kenarında. Bir yemek masasında. Kapanmayan ağızlar, alkışlar ,vay be 'ler eşliğinde bir bir sıralıyor hünerlerini. Bildiğiniz sihir gösterisi. Bayağı ve sıradan hiç değil. Para verip izlemek isteyeceğiniz kadar özel ve sıradışı.
Yine başlıyor sormaya eşim çocuk gibi ;
'' Nasıl yaptınız? Hadi gösterin bize nasıl yaptığınızı?''
Tabiki ser verip sır vermiyor.
İş yemeği hakikaten özel bir şova dönüşüyor. Garsonlar da bu işten sebepleniyor. Yan masalarda cabası.
Yemeğin sonunda ısrarlara dayanamayan ünlü adam eşimi alıp arka tarafta bulunan odalardan birine götürüyor.1-2 basit kart oyunu öğretebilmek için. Çocuklarımıza hava atabilmek için.
Eve dönünce başlıyorum bu ünlü adamı araştırmaya. Sağolsun Youtube. Buldum kıymetli görüntüleri.Tamam eski meski. Ama keyifli.
Dedim ya kendisinin yanında birbirinden değerli efsaneler.
Meğersem o akşam O'da bizim için bir efsane imiş. Sonrasında fark ettiğimiz.
Hem ünlü hem sihirbaz hem de çok iyi yetişmiş bir tiyatrocu. Hatta 2014 Mart 'ın Broadway 'de tekrar sahne alacak olan.
Mucizeleri yaşamak an meselesi. Sadece istemek yeterli. O akşam gibi.
Dick Cavette Show 'dan sizin için seçtiklerime gelince aşağıda sadece birkaçı..Marlon Brando hep karizmatikmiş ama yaş almak O'na kesinlikle çok daha yakışmış, John Lennon ve Yoko 'nun başka önemli sıkıntıları varmış meğersem.Woody Allen ise hep sıradışı imiş.
Marlon Brando'nun gençliğine bakın...
http://www.youtube.com/watch?v=LAPDQ5MlLxE&list=PLABtHxs6gC4dookxE61rCL8ZTN4_aaFCS&index=1
Woody Allen...
http://www.youtube.com/watch?v=NW8Pu9s1QUM
Johnn Lennon ve Yoko Ono...
http://www.youtube.com/watch?v=oxoxMuca-2s
4 Ekim 2013 Cuma
1 Ekim 2013 Salı
Batı yakası hikayesi-3-
Hepimiz yaş alıyoruz malum. Kimimiz farkında olarak, kimimiz hayıflanarak, kimimiz de üzülerek karşılıyoruz bu yaş alma hallerini.
Kendimi bir an röportaj veriyor hissettim. Bundan 10 veya 15 sene sonra. Hani çok ünlü olmuşum..Hani yaşımı hiç göstermiyorum.Canım hayal işte..Bırakınız yapsınlar, bırakınız hayal kursunlar misali.
Soruyorlar bana;
- Nasıl bu kadar yaşsız olabiliyorsunuz diye ?
Cevaplıyorum hemen;
-Yaşsızlığımı uykuma ve sporuma borçluyum
Bu kadar önemli bir yer tutmakta her ikisi de hayatımda.. Hep böyle idiler belki ama artan farkındalıkla özellikle spor konusunda çok daha bilinçli bir spor alışkanlığı girdi hayatıma. Öyle ki gittiğim seyahatlerde bile spor yapmaya çalışıyorum. Uyku konusu ise başka bir yazımın konusu olsun. Sadece bana münhasır olmayan tüm ailemizin ilacı olan.
Bu yaz dedim ya aldık pılımızı pırtımızı uzandık büyük fırsatlar ülkesinin batısına...Çocuklar yaz okuluna biz de karı koca takılmaya...Biraz gezme dolaşmaca, biraz alışveriş, bolca spora. Aklımda Londra 'da iken bir kere deneyimlediğim barre corre dersi. En basit haliyle bale disiplinin pilates ile birleşmesi sonucunda küçük kasları çalıştırtan bir ders. Sürekli esneme de cabası.
Hemen Internette araştırmaya başladım ve en çok vakit geçirdiğimiz bölge olan Santa Monica 'da bir studioda karar kıldım.
http://www.popphysique.com/home.html
Dersin kendisinin neye benzediğini de merak edersiniz ekte. Maalesef henüz İstanbul 'da olup olmadığını bilmiyorum. Sadece bu konuda öncü olduğunu iddia eden üye olduğum spor salonunda böyle bir ders yok.
http://www.youtube.com/watch?v=37xUSawPZ5s
2 hafta içerisinde haftada 3 kez gittiğim bu dersin bana bölgesel olarak faydası inanılmaz oldu.Şaka değil bacaklarımın üst kısmı eridi gitti, hatta basen masen kalmadı. Tabii yürüyüş de cabası. Ama maalesef hemen dönüşte yurdumun batı yakasının güzel mezeleri ve rakısı eklenince bizim geliştirdiğimiz bölgeler de meze oldu:))
Surf murf tamam da hiçbirisinin barre core gibi bir etkisi yok. Hayıflanırken bir gün, kaderim en yakın arkadaşımının Alaçatı'da yeni açılmış bir otele gelen güzel mi güzel yoga hocası ile tanışması ile aniden değişti. Bana da o kadar ısrar etti ki. Yoga yapmam için değil. Hocanın güzelliğini görmem için.
O güne kadar '' hayatta yoga yapmam, ne öyle sürekli aynı hareketleri statik bir şekilde yapıp duruyorsun, rekabet yok, heyecan yok '' diye atıp tutan ben sadece hocanın güzelliğini görmek için 1 derse gitmem ile kaderim değişti. Hatta değişmek ne kelime müridi oldum. O katıldığımız tek dersin sonucu olarak 5 arkadaş İstanbul 'da özel ders almaya başladık haftada 2 kez.
Sonrasında fark ettim ki yoganın kendisinin değil hocanın müridi oldum ben. Kendisi İstanbul 'da yaşayan bir yabancı. Amerikalı. Aslında sadece bize yabancı imiş. Meğersem yoga camiasınca oldukça biliniyormuş. En iyi bilindiği yönü ise eli maşalı olması imiş. Saolsun bize de aynı şekilde davranmaktan çekinmiyor. Ama bu duygu entresan bir şekilde beni kamçılıyor. Bir iki sebebi var kanımca;
-Hepimizi çok iyi bir şekilde gözlemliyor. Yanlışlarımızı hemen oracıkta düzeltiyor. Kabul bazen çok kişisel olabiliyor. Sınıfta azarlanmış çocuk gibi hissediyoruz bazen. Ama bu duygu hem yaptığı işi çok önemsediğini hem de bizi önemsediğini hissettiriyor. Belki de klasik eğitim sistemizin bende ki etkisi. Hem bilgisi ile hem de sert duruşu ile saygı uyandırmaya çalışmak istenmeleri gibi. İtaatkar, kanaatkar olmamızı istemeleri gibi. Belli ki Yoga 'da bir disiplin işi. Kimbilir. Kıyaslayacak bilgeliğim olmadığı kesin bilgi.
-İlk defa bir sporu temelden iyi bir şekilde öğrenebileceğim kadar O'na ve bilgisine güvenebileceğimi hissettiriyor. Bu kadar spor yaptım ama maalesef hepsini el yordamıyla öğrenmek durumunda kaldım. Kısmı imkansızlık kısmi 'ne olacak ben de yaparım 'dürtüsü ile. Sonuç; Temelleri sağlam olmayan ama üstüne katlar çıkılan yapılar gibi. Çarpık çurpuk.Ama yapıyormusun yapıyorum dediğin. Uzaktan wow dedirten yakınlaştıkça arazların, pürüzlerin görülebildiği.Ama ilk defa bu defa Yoga 'ya karşı başka türlü hisler besliyorum.Nitekim hislerin de dikkate alındığı ender sporlardan.
Zamanla öğrendikçe, içine girdikçe, daha fazla parçası oldukça daha çok atıp tutacağım bir konu olmaya devam edecek belli ki bu konu.
Gelelim hocamızı tanıma konusuna.
http://mindbodyfestival.com/alexis-kiresepi/
Gelelim benim meraklarıma.
Acaba 10-15 sene sonra röportaj verecek kadar ünlü olacakmıyım?
Peki ya yaşsızlık halim?
Canım hayal işte...
Bırakınız yapsınlar, bırakınız hayal kursunlar misali.
Kendimi bir an röportaj veriyor hissettim. Bundan 10 veya 15 sene sonra. Hani çok ünlü olmuşum..Hani yaşımı hiç göstermiyorum.Canım hayal işte..Bırakınız yapsınlar, bırakınız hayal kursunlar misali.
Soruyorlar bana;
- Nasıl bu kadar yaşsız olabiliyorsunuz diye ?
Cevaplıyorum hemen;
-Yaşsızlığımı uykuma ve sporuma borçluyum
Bu kadar önemli bir yer tutmakta her ikisi de hayatımda.. Hep böyle idiler belki ama artan farkındalıkla özellikle spor konusunda çok daha bilinçli bir spor alışkanlığı girdi hayatıma. Öyle ki gittiğim seyahatlerde bile spor yapmaya çalışıyorum. Uyku konusu ise başka bir yazımın konusu olsun. Sadece bana münhasır olmayan tüm ailemizin ilacı olan.
Bu yaz dedim ya aldık pılımızı pırtımızı uzandık büyük fırsatlar ülkesinin batısına...Çocuklar yaz okuluna biz de karı koca takılmaya...Biraz gezme dolaşmaca, biraz alışveriş, bolca spora. Aklımda Londra 'da iken bir kere deneyimlediğim barre corre dersi. En basit haliyle bale disiplinin pilates ile birleşmesi sonucunda küçük kasları çalıştırtan bir ders. Sürekli esneme de cabası.
Hemen Internette araştırmaya başladım ve en çok vakit geçirdiğimiz bölge olan Santa Monica 'da bir studioda karar kıldım.
http://www.popphysique.com/home.html
Dersin kendisinin neye benzediğini de merak edersiniz ekte. Maalesef henüz İstanbul 'da olup olmadığını bilmiyorum. Sadece bu konuda öncü olduğunu iddia eden üye olduğum spor salonunda böyle bir ders yok.
http://www.youtube.com/watch?v=37xUSawPZ5s
2 hafta içerisinde haftada 3 kez gittiğim bu dersin bana bölgesel olarak faydası inanılmaz oldu.Şaka değil bacaklarımın üst kısmı eridi gitti, hatta basen masen kalmadı. Tabii yürüyüş de cabası. Ama maalesef hemen dönüşte yurdumun batı yakasının güzel mezeleri ve rakısı eklenince bizim geliştirdiğimiz bölgeler de meze oldu:))
Surf murf tamam da hiçbirisinin barre core gibi bir etkisi yok. Hayıflanırken bir gün, kaderim en yakın arkadaşımının Alaçatı'da yeni açılmış bir otele gelen güzel mi güzel yoga hocası ile tanışması ile aniden değişti. Bana da o kadar ısrar etti ki. Yoga yapmam için değil. Hocanın güzelliğini görmem için.
O güne kadar '' hayatta yoga yapmam, ne öyle sürekli aynı hareketleri statik bir şekilde yapıp duruyorsun, rekabet yok, heyecan yok '' diye atıp tutan ben sadece hocanın güzelliğini görmek için 1 derse gitmem ile kaderim değişti. Hatta değişmek ne kelime müridi oldum. O katıldığımız tek dersin sonucu olarak 5 arkadaş İstanbul 'da özel ders almaya başladık haftada 2 kez.
Sonrasında fark ettim ki yoganın kendisinin değil hocanın müridi oldum ben. Kendisi İstanbul 'da yaşayan bir yabancı. Amerikalı. Aslında sadece bize yabancı imiş. Meğersem yoga camiasınca oldukça biliniyormuş. En iyi bilindiği yönü ise eli maşalı olması imiş. Saolsun bize de aynı şekilde davranmaktan çekinmiyor. Ama bu duygu entresan bir şekilde beni kamçılıyor. Bir iki sebebi var kanımca;
-Hepimizi çok iyi bir şekilde gözlemliyor. Yanlışlarımızı hemen oracıkta düzeltiyor. Kabul bazen çok kişisel olabiliyor. Sınıfta azarlanmış çocuk gibi hissediyoruz bazen. Ama bu duygu hem yaptığı işi çok önemsediğini hem de bizi önemsediğini hissettiriyor. Belki de klasik eğitim sistemizin bende ki etkisi. Hem bilgisi ile hem de sert duruşu ile saygı uyandırmaya çalışmak istenmeleri gibi. İtaatkar, kanaatkar olmamızı istemeleri gibi. Belli ki Yoga 'da bir disiplin işi. Kimbilir. Kıyaslayacak bilgeliğim olmadığı kesin bilgi.
-İlk defa bir sporu temelden iyi bir şekilde öğrenebileceğim kadar O'na ve bilgisine güvenebileceğimi hissettiriyor. Bu kadar spor yaptım ama maalesef hepsini el yordamıyla öğrenmek durumunda kaldım. Kısmı imkansızlık kısmi 'ne olacak ben de yaparım 'dürtüsü ile. Sonuç; Temelleri sağlam olmayan ama üstüne katlar çıkılan yapılar gibi. Çarpık çurpuk.Ama yapıyormusun yapıyorum dediğin. Uzaktan wow dedirten yakınlaştıkça arazların, pürüzlerin görülebildiği.Ama ilk defa bu defa Yoga 'ya karşı başka türlü hisler besliyorum.Nitekim hislerin de dikkate alındığı ender sporlardan.
Zamanla öğrendikçe, içine girdikçe, daha fazla parçası oldukça daha çok atıp tutacağım bir konu olmaya devam edecek belli ki bu konu.
Gelelim hocamızı tanıma konusuna.
http://mindbodyfestival.com/alexis-kiresepi/
Gelelim benim meraklarıma.
Acaba 10-15 sene sonra röportaj verecek kadar ünlü olacakmıyım?
Peki ya yaşsızlık halim?
Canım hayal işte...
Bırakınız yapsınlar, bırakınız hayal kursunlar misali.
30 Eylül 2013 Pazartesi
Batı yakası hikayesi - 2
Pazar gününü hiç sevmedim.
Ne çocukken ne büyüdüğümde ne de anne olduğumda...
Ya kendi ödev telaşımdan ya pazartesi iş sendromundan ya da çocuklarımın ödevleri yüzünden...
Sonra yüzleşmeye başladım pazar günleri ile. Bilinçli bir şekilde üstüne giderek, farklı, renkli programlar, rutini kıracak aktiviteler yaparak...Hiç unutmam AVM 'ye kıyafet alışverişine gittiğim bile olmuştur pazar akşamları rutini kırabileyim diye. Sonunda sevdim kendisini.
Aynı duyguları yaz sonunda da hissederim. Hissederdim. Bir alışkanlık olarak Eylül ile birlikte yazlık yerlerden şehirlere dönülmek durumundadır. Norm bunu gerektirir. Sürü psikolojisi de cabası. Yaz resmi olarak bitmiştir. Okullar açılacaktır. Rehavetten çıkılacak ve işlere asılanacaktır. Cek 'ler ve de cak'lar sarar hayatımızı.
Hem zaten yalnızlık çöker böyle yazlık yerlere. Eylül'den itibaren. Hüzün kaplar her yeri. Cıvıltılar yok olur. Bizim gibilerin de gitmesiyle özlem duyulacak şeyler de azalır.
Diye teselli edermişim meğersem kendimi...Teselli etmem de yetmez savunurmuşum dönmemiz gerektiğini. Daha iyi bir yere...Şehire.
Ama dedim ya bu yaz; bir aydınl''an''ma oldu, Ege'ye döndüm yine yüzümü. Daha fazla bağ kurmak istedim bu topraklarla...Daha fazla vakit geçirmek isteğim gibi.
Yazın 1,5 ay geçirdiğim Alaçatı 'ya bu hislerle veda ettim. Nereden baksanız 1 ay önce Ağustos ayının son gününde. Sürünün bir parçası gibi. Hatta parçası değil sürünün lideri gibi.
Ama giderken de biliyordum ki yakın bir zamanda geri dönecektim.Yüzleşmek için. Geride bırakılan şeyleri anlamak için.
Hüzün mü ? Yalnızlık mı? Yoksa başka bahaneler de mi varmış? diye.
Bir imkan yarattık bir iş gününden kaçtık Eylül ayının son haftasonunda...İstikametimiz Alaçatı'ya.
Haftasonundan gitmeye benzemez bir iş gününde böyle yazlık bölgelerde bulunmak. O zaman daha iyi gözlemlersin ortamdaki duyguları, duyuları, duyumsamaları... Ayırabilirsin o zaman günübirlik gelenler gibi haftasonu fırsatçılarından kendini.
Alaçatı'da Eylül'ün son gününde hiç bir şey beklendiği gibi değildi. Hatta beklenmedik idi. Dümdüz bir deniz.Yaprak kımıldatmayan bir hava. Güzel yemek yemek için halen şart olan rezervasyon. Kısmi sakinlik. Duruluk. Az'ın bulunduğu ama hiç'liğin olmadığı. Hareketin yarattığı bereketin halen gözlemlendiği. Tüketilmemişlik.Tükenmemişlik.
İstisnalarla dolu istinai bir ortam.
Yüzleştim sonunda böyle bir sonbahar gününde geride bırakılmış bir yazlık bir belde ile. Hani pazar günleri ile yüzleştiğim gibi.
Ege'nin güzel bir beldesi olan Alaçatı 'da ne hüznü ne de yalnızlığı hissettim. Tek hissettiğim ayrıcalık oldu. Şans oldu. Şükür oldu. Böyle bir iş gününde, sürünün aksine, norm dışında ayrıcalıklı olduğumu hissettim. Enerji alışverişinde bulundum. İnsanlarla değil bu defa. Doğa ile. Sadece güneşten değil farklı doğa enerjilerinden de beslendiğimi fark ettim.Taş ve toprak gibi.
Yüzleşmek iyi geldi.
Tüm istisnalarla...
Hem kalbime hem de bedenime hem de düşüncelerime iyi geldi.
Darısı diğer yüzleşmelerimin başına..
Ne çocukken ne büyüdüğümde ne de anne olduğumda...
Ya kendi ödev telaşımdan ya pazartesi iş sendromundan ya da çocuklarımın ödevleri yüzünden...
Sonra yüzleşmeye başladım pazar günleri ile. Bilinçli bir şekilde üstüne giderek, farklı, renkli programlar, rutini kıracak aktiviteler yaparak...Hiç unutmam AVM 'ye kıyafet alışverişine gittiğim bile olmuştur pazar akşamları rutini kırabileyim diye. Sonunda sevdim kendisini.
Aynı duyguları yaz sonunda da hissederim. Hissederdim. Bir alışkanlık olarak Eylül ile birlikte yazlık yerlerden şehirlere dönülmek durumundadır. Norm bunu gerektirir. Sürü psikolojisi de cabası. Yaz resmi olarak bitmiştir. Okullar açılacaktır. Rehavetten çıkılacak ve işlere asılanacaktır. Cek 'ler ve de cak'lar sarar hayatımızı.
Hem zaten yalnızlık çöker böyle yazlık yerlere. Eylül'den itibaren. Hüzün kaplar her yeri. Cıvıltılar yok olur. Bizim gibilerin de gitmesiyle özlem duyulacak şeyler de azalır.
Diye teselli edermişim meğersem kendimi...Teselli etmem de yetmez savunurmuşum dönmemiz gerektiğini. Daha iyi bir yere...Şehire.
Ama dedim ya bu yaz; bir aydınl''an''ma oldu, Ege'ye döndüm yine yüzümü. Daha fazla bağ kurmak istedim bu topraklarla...Daha fazla vakit geçirmek isteğim gibi.
Yazın 1,5 ay geçirdiğim Alaçatı 'ya bu hislerle veda ettim. Nereden baksanız 1 ay önce Ağustos ayının son gününde. Sürünün bir parçası gibi. Hatta parçası değil sürünün lideri gibi.
Ama giderken de biliyordum ki yakın bir zamanda geri dönecektim.Yüzleşmek için. Geride bırakılan şeyleri anlamak için.
Hüzün mü ? Yalnızlık mı? Yoksa başka bahaneler de mi varmış? diye.
Bir imkan yarattık bir iş gününden kaçtık Eylül ayının son haftasonunda...İstikametimiz Alaçatı'ya.
Haftasonundan gitmeye benzemez bir iş gününde böyle yazlık bölgelerde bulunmak. O zaman daha iyi gözlemlersin ortamdaki duyguları, duyuları, duyumsamaları... Ayırabilirsin o zaman günübirlik gelenler gibi haftasonu fırsatçılarından kendini.
Alaçatı'da Eylül'ün son gününde hiç bir şey beklendiği gibi değildi. Hatta beklenmedik idi. Dümdüz bir deniz.Yaprak kımıldatmayan bir hava. Güzel yemek yemek için halen şart olan rezervasyon. Kısmi sakinlik. Duruluk. Az'ın bulunduğu ama hiç'liğin olmadığı. Hareketin yarattığı bereketin halen gözlemlendiği. Tüketilmemişlik.Tükenmemişlik.
İstisnalarla dolu istinai bir ortam.
Yüzleştim sonunda böyle bir sonbahar gününde geride bırakılmış bir yazlık bir belde ile. Hani pazar günleri ile yüzleştiğim gibi.
Ege'nin güzel bir beldesi olan Alaçatı 'da ne hüznü ne de yalnızlığı hissettim. Tek hissettiğim ayrıcalık oldu. Şans oldu. Şükür oldu. Böyle bir iş gününde, sürünün aksine, norm dışında ayrıcalıklı olduğumu hissettim. Enerji alışverişinde bulundum. İnsanlarla değil bu defa. Doğa ile. Sadece güneşten değil farklı doğa enerjilerinden de beslendiğimi fark ettim.Taş ve toprak gibi.
Yüzleşmek iyi geldi.
Tüm istisnalarla...
Hem kalbime hem de bedenime hem de düşüncelerime iyi geldi.
Darısı diğer yüzleşmelerimin başına..
22 Eylül 2013 Pazar
Meğerse
Tam 10 sene önce bir Eylül sabahı uyandığımda yeni bir sabaha, yepyeni bir hayata uyandığımın idrakındaydım...Sabah sancılarımının artması ile anlamıştım ki o gün kızımla buluşacaktım...
Hayatımda 3 sabah böyle sakin uyanmıştım her zamankinin aksine...İlki evlendiğim günün sabahı, diğerleri de çocuklarımı kucaklayacağım günlerin sabahları idi. Benden beklenenin aksine en az telaşe olduğum zamanlardı. Herşeyin fazlasıyla farkında olduğum sabahlardan...
Boğaz yolundan hastaneye giderken önce Arnavutköy'de Bahar pastanesinde durduk. Bir tost aldım ama yolda yemek istedim. Sakince yerken gökyüzüne baktım. Acaba gök bana nasıl bir yüzünü gösterecekti gün boyunca diye ?
Parçalı bulutlu tabirinin ne demek olduğunu ben böyle bir Eylül sabahı anladım.Yer yer bulutlar, ışık süzmeleri, arada güneşin parlak ışıkları...O zamana kadar yaz mevsimini yücelten ben zannediyordum ki gökyüzünün parlak ışıkları daha çok kendini yazın gösterir.Yanılmışım.
Meğerse, güneşin gökyüzünün tek hakimiymişcesine parıl parıl parladığı zamandan çok daha farklı parıltıları olurmuş böyle parçalı bulutların arasındaki Eylül günlerinde.
Meğerse gökyüzü çok daha sürprizli, renkli olurmuş. Tam yağdı yağacak dediği bir anda güneş kendini gösterir, tam bulutlar dağıldı denildiğinde bulutlar grinin çeşitli tonlarında semalarda yerini alırmış. Mücadele yaşanırmış gökyüzünde meğerse de anlamazmışım.
Meğerse bir Eylül günü kucaklaştığım kızımda böyle bir Eylül günü gibi olacakmış da kendini bana daha önceden haber vermiş. Hazırlıklı olayım diye.
Meğerse.
29 yaşında olan ben hiçbir Eylül gününü yaşamamışım meğerse. Kafamı kaldırıp gökyüzüne bakmamışım. Farkına varmamışım. Kafamı eğip hep önüme bakmışım.Yitip giden şeylere hayıflanmışım.Yazın bitmesine mızmızlanmışım. Meğerse asıl sürprizleri kaçırmışım.
Meğerse doğum anına kadar sakin giden sürecin tam doğum esnasında kordon dolanması ile şaşırtıcı bir zorluğa bürünmesinden anlamalıymışım kızımın da tıpkı bir Eylül günü gibi olacağını.
Mücadeleci, şaşırtıcı, bir o kadar da renkli, yer yer gökgürültülü, yer yer parçalı bulutlu, kimi zaman göz kamaştırıcı, kimi zaman kısa süreli sağnak yağışlı ama hemen ardından açan gökkuşağının tüm renkleri gibi kendine hayran bıraktıran, sürprizlerle dolu, tahmin edilemeyen. Kızım. Aynısı. Tıpkısı. Benim değil. Bir Eylül gününün. Meğerse.
10 senedir farklı seviyorum Eylül günlerini. Ancak tadını çıkartıyorum sürprizlerinin. Tıpkı kızımın bana yaşattığı nice sürprizler gibi.
Meğerse işin özü sürprizlerindeymiş.Farkları farklı tonda oluşlarındanmış.
Meğerse Eylül günleri pek güzelmiş.
Nice güzel mutlu Eylül günlerine...Sağlıkla, ağız tadıyla, keyifle...
İyi ki doğdun güzel kızım. İyi ki seni doğurdum...Böyle bir Eylül gününde.
21 Eylül 2013 Cumartesi
Batı yakası hikayeleri-1
Hani çok yakın bir arkadaşınız vardır her gün görüşmediğiniz ama birbirinizden yine de haber aldığınız.Bir gün arkadaşınızın başına bir şey gelir ve siz O'nu arayıp hatrını çok sormak isteseniz de eliniz çeşitli sebeplerden dolayı gidemez telefona...
Arayıp soramadığınız günler uzadıkça içinizdeki yara da büyür. Nasıl kapatacağınızı bilemezsiniz arayı, arayıp da sormaktan hergün uzaklaştıkça.Belki günler belki aylar geçer böyle.
Sonra bir an gelir bulursunuz içinizde cüreti, yüreğiniz de hazırdır artık yüzleşmeye, alırsınız elinize telefonu, yetmez dayanırsınız kapısına söylersiniz kalbinizden geçenleri...
Kapatırsınız onca geçen zamanda oluşmuş arayı, eğer samimi iseniz tüm kalbinizle, vicdanızda yanınızda olur aklar sizi, karşınızdaki ise hisseder kalbinizi affeder sizi...
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
22 Haziran 'da bir yolculuğa çıktım.Hep batıya gittim. Önce Amerika Birleşik Devletlerinin batısına, sonra da yurdumun batısına.
Gittim, gördüm, gezdim, havalandım, hayran kaldım, tecrübe ettim, denedim bir çok şeyi,tembellik ettim, düşüncelere daldım, dalmakla yetinmedim, aklıma yazdım herşeyi.
Ama buraya aktaramadıkça büyüdü içimdeki boşluk, yukarıda ki yazdığım durum gibi. Ha bugün ha yarın derken 3 ay geçti. Tak etti canıma. Yaz dedi gönlüm. Af diledi aklım. Akıt dedi yüreğim başladım yine yazmaya.
Bir oh çektim.
İhtiyacım buymuş dedim.
Buna susamışım dedim.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Gittiğim batı yakalarının hepsi de- ister Alaçatı ister Los Angeles ve/veya San Diego - birbirine benzemekteydi. Palmiyesi bol, begonvili çok, ister okyanus ister iç deniz olsun, deniz havasının etkisini herkese hissettirebilmiş, rahat ve güzel insanların, hayatı güzel yaşamak isteyen insanların buluştuğu yerlerdi. Güzel yaşamak oysa ki herkesin hakkı. Düşündürttü beni bu haksızlıklar ayrı.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yurdumun batı yakasında yetişmiş ama uzun süredir ayrı düşmüş bir kişi olarak hasret kaldığımı hissettim kendi toprağıma bu defa, her ne kadar düzenli ziyaret ediyor olsamda.Yaşıma verdim, hayatı güzel yaşamak kadar basit yaşama isteğime verdim.
Ayak basınca kendi toprağıma;
Bir oh çektim.
İhtiyacım buymuş dedim.
Buna susamışım dedim.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Dedim ya güzel şeylere tanık oldum.Tıpkı Alaçatı'da gittiğim bir restorantta karşılaştığım bu yazı gibi. Adeta kendimi buldum. Mutlu oldum.
Yavaş yavaş ölürler,
Seyahat etmeyenler,
Yavaş yavaş ölürler,
Okumayanlar, müzik dinlemeyenler,
Vicdanlarında hoşgörüyü barındıramayanlar.
Yavaş yavaş ölürler,
Alışkanlıklarına esir olanlar,
Her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini bile değiştirme riskine bile girmeyenler,
Bir yabancı ile konuşmayanlar.
Yavaş yavaş ölürler,
Heyacanlardan kaçınanlar,
Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten kaçınanlar.
Yavaş yavaş ölürler,
Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler,
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,
Hayatlarında bir defa bile mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar
Martha Medeiros
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kabaca 3 ayın özetiydi buydu. Detaylarda var elbette zamanla gündeme gelecek.Ara kapandı, yola çıkıldı. Gerisi teferruat.
Arayıp soramadığınız günler uzadıkça içinizdeki yara da büyür. Nasıl kapatacağınızı bilemezsiniz arayı, arayıp da sormaktan hergün uzaklaştıkça.Belki günler belki aylar geçer böyle.
Sonra bir an gelir bulursunuz içinizde cüreti, yüreğiniz de hazırdır artık yüzleşmeye, alırsınız elinize telefonu, yetmez dayanırsınız kapısına söylersiniz kalbinizden geçenleri...
Kapatırsınız onca geçen zamanda oluşmuş arayı, eğer samimi iseniz tüm kalbinizle, vicdanızda yanınızda olur aklar sizi, karşınızdaki ise hisseder kalbinizi affeder sizi...
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
22 Haziran 'da bir yolculuğa çıktım.Hep batıya gittim. Önce Amerika Birleşik Devletlerinin batısına, sonra da yurdumun batısına.
Gittim, gördüm, gezdim, havalandım, hayran kaldım, tecrübe ettim, denedim bir çok şeyi,tembellik ettim, düşüncelere daldım, dalmakla yetinmedim, aklıma yazdım herşeyi.
Ama buraya aktaramadıkça büyüdü içimdeki boşluk, yukarıda ki yazdığım durum gibi. Ha bugün ha yarın derken 3 ay geçti. Tak etti canıma. Yaz dedi gönlüm. Af diledi aklım. Akıt dedi yüreğim başladım yine yazmaya.
Bir oh çektim.
İhtiyacım buymuş dedim.
Buna susamışım dedim.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Gittiğim batı yakalarının hepsi de- ister Alaçatı ister Los Angeles ve/veya San Diego - birbirine benzemekteydi. Palmiyesi bol, begonvili çok, ister okyanus ister iç deniz olsun, deniz havasının etkisini herkese hissettirebilmiş, rahat ve güzel insanların, hayatı güzel yaşamak isteyen insanların buluştuğu yerlerdi. Güzel yaşamak oysa ki herkesin hakkı. Düşündürttü beni bu haksızlıklar ayrı.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yurdumun batı yakasında yetişmiş ama uzun süredir ayrı düşmüş bir kişi olarak hasret kaldığımı hissettim kendi toprağıma bu defa, her ne kadar düzenli ziyaret ediyor olsamda.Yaşıma verdim, hayatı güzel yaşamak kadar basit yaşama isteğime verdim.
Ayak basınca kendi toprağıma;
Bir oh çektim.
İhtiyacım buymuş dedim.
Buna susamışım dedim.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Dedim ya güzel şeylere tanık oldum.Tıpkı Alaçatı'da gittiğim bir restorantta karşılaştığım bu yazı gibi. Adeta kendimi buldum. Mutlu oldum.
Yavaş yavaş ölürler,
Seyahat etmeyenler,
Yavaş yavaş ölürler,
Okumayanlar, müzik dinlemeyenler,
Vicdanlarında hoşgörüyü barındıramayanlar.
Yavaş yavaş ölürler,
Alışkanlıklarına esir olanlar,
Her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini bile değiştirme riskine bile girmeyenler,
Bir yabancı ile konuşmayanlar.
Yavaş yavaş ölürler,
Heyacanlardan kaçınanlar,
Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten kaçınanlar.
Yavaş yavaş ölürler,
Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler,
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,
Hayatlarında bir defa bile mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar
Martha Medeiros
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kabaca 3 ayın özetiydi buydu. Detaylarda var elbette zamanla gündeme gelecek.Ara kapandı, yola çıkıldı. Gerisi teferruat.
20 Haziran 2013 Perşembe
Farklı bir açıdan yaşananlar...
Son Gezi olayları üzerine hepimizin bireysel ve toplumsal duyarlılığının, farkındalığın arttığı bir gerçek...
Hal böyle olunca biraraya geldiğimiz her fırsatta farklı bakış açıları geliştiriyoruz. Bazen komplo teorilerine uzanıyor bazen ise amaçtan sapacak kadar hararetleniyoruz...
Her kafadan bir sesin çıktığı bir dönemde ben de konuya Maya takviminden dem vurarak gireyim istedim..
Aşağıdaki yazı 21 Aralık 2012 tarihinde takip ettiğim AstrolojiveBiz sitesinden alınmıştır..Ben o zaman okuduğumda da çok etkienmiştim..Yaşanan olayları da bu açıdan değerlendirince bir paralellik kurabilmek de şaşırtıcı geldi..Aynı web sitesinde halihazırda yaşanan bu olaylara daha güncel yorumlar da yapılmış durumda.. İlginizi çekebilir.
21 Aralık günü insanlık tarihi boyunca her zaman önemli bir tarih olmuştur. Neolitik dönem ve İlk Çağ'ın başlangıçlarında bile insanlar bu tarihi gözlemlediklerine işaret eden büyük taş anıtlar bırakmışlardır. Bunların içinde İnkalar ve İngiltere’deki Stonehenge en bilinenleridir. Türkiye’de de Göbekli Tepe yakında bu konularda kesinleşen ölçümlerle akademideki yerini alacaktır. İnsanların yapıtlaştırdığı anıtlarla gökyüzü arasındaki bağlantıyı araştıran ve ölçümlendiren bilim dalının adı akademide Arkeoastronomi (Archaeoastronomy) dir. Bu bölümün önemi giderek daha fazla ilgi çekmektedir. Arkeoastronomi Kısaca arkeoloji ve astronominin birlikte işlevselleştiği bir daldır, diyebilirim. Eğer bu konuyla ilgilenirseniz, Sophia Center Press’in wep sayfasını, Dr.Nicholas Campion, Prof. Clive Ruggles veya Prof. J.McKim Malville’in adlarını ve kitaplarını araştırabilirsiniz.
Tarihte 21 Aralık’ın her zaman insanlık tarafından önemli bir gün olarak belirlendiğini gösteren arkeolojik buluntular vardır. Bu tarih hemen her medeniyetin yapıtlarında önemli addedilmiştir. Dolayısıyla Mayalar’ın da bu tarihe işaret etmesi ve incelemesi çok olağan. Kış mevsiminin başlangıcını gösteren bu tarihin en eski tarihi buluntularda bile insanlığın önemsediği bir dönüm noktası olarak kabul edildiği anlaşılmış bulunuyor. Aynı sıklıkta rastlanmamasına rağmen gene de önemli olduğu anlaşılan bir diğer tarih de 21 Haziran günüdür. Tarih öncesi devirlerde yaşayanlar tarafından bile bu iki mevsim başlangıcı tespit edilmiş ve bunların anıtlaşması için büyük çabalar harcanarak dev boyuttaki taşlardan çeşitli yapılar günümüze kadar ulaşmıştır. Bunların gözlem, tören ve takvim oluşturmak amaçlı olarak yapıldığı aynı zamanda ticaret zamanlarını da belirlemek için kullanıldığı varsayılmaktadır.
Gelelim bu tarihin 2012 yılı için astrolojik olarak önemine. Gerçekten 21 Aralık tarihinde gökyüzü astrolojik anlamda önemli bir işaret veriyor mu? Bunun cevabı günümüz astrolojisinde de “evet”. Çünkü eşine her zaman rastlanmayan bir grafik oluşum 21 Aralık’ta kesinleşiyor. Bunun astrologlar tarafından adlandırılması, “büyük açı” oluşumları olarak tanımlanır ve her birinin bir adı vardır. 21 Aralık’takinin adı da YOD – Büyük ve ince bir V harfi olarak 3 gezegenin birbirleriyle uyum ve ayarlama gerektiren iletişimine işaret eden bir açı oluşumudur. Bu seferki YOD’un içinde Jüpiter, Satürn ve Plüton söz sahibi olacak. V harfinin temel tabanını Satürn ve Plüton’un uyumlu açısı belirliyor. Dolayısıyla seçilen öncelikler gücümüzü kullanış biçimini belirleyecek. Jüpiter ise her iki gezegenin birlikte etkilediği tek köşe noktasını işaretliyor. Yani bir anlamda Satürn-Plüton ikilisinden ortak gerilim Jüpiter’e yöneltilmiş oluyor. Bu durum en basit anlamda Jüpiter’in yorumunun önemini arttırır. Dolayısıyla astrolojik yorum öncelikle Jüpiter’in İkizler burcunda olmasıyla önem kazanacaktır. (Giriş sayfasındaki Jüpiter İkizler'de yazısını bir daha okuyabilirsiniz.)
Astrolojik olarak yorum yapıldığında gezegenlerin birbirleriyle olan iletişiminde derecelere bakılır ve bu dereceler birbirine yakın olduğu ölçüde açının olaysallığı vurgulanmış olur. 21 Aralık 2012 bu bakış açısıyla da bir öneme sahip, çünkü tam o gün 3 gezegen tam açı derecesiyle birbirlerini karşılıyorlar. Yani bir anlamda değişimin ortaya çıkabilmesi için kararlılar. Ancak, Jüpiter konumunda kendisini pek de güçlü hissetmiyor. İşte bu şekilde bakıldığında belki hayatımızdaki 3 önemli dinamiğin 21 Aralık itibarıyla kendilerini daha fazla hissettireceğini düşünebiliriz. Bunlar hayatın anlamını sorgulamak ve bu konuda pek de tatmin olamamak, seçim yapıp, öncelik belirlemek ve yapıcı bir değişim için gücü kullanmak olarak yorumlanabilir. Bu anlatım, üçlü dinamiğin olumlu kullanılması halinde geçerli olacaktır. Olumsuz kullanımı ise vicdanı ve anlamı boş vererek kısa yoldan seçimler yapıp, gerekirse bu hedef için herkesi yok sayarak ne pahasına olursa olsun yola devam etmek anlamını taşır. Kişisel boyutta bu anlamların simgelerini çözmek nispeten kolay olsa da dünya astrolojisinde bu derecede kolay bir çözüm olmayabilir.
Dünyada 2008’yılının sonundan beri gelişen stratejileri ve tercihleri gördükçe 21 Aralık’taki seçimin de politik, yönetimsel ve hukuksal anlamda olumlu kullanabileceğini düşünmüyorum. Aksine toplumların kandırılmasının politik boyutta daha da artacağını düşünüyorum. Bu konuda zayıf konumda olan Jüpiter bilginin objektiflik ve doğruluk içinde yayılmasını ve sorgulanmasını geciktirecektir veya zorlaştıracaktır diye düşünüyorum. Hakkaniyet ve adalet adına da çözüm getiren adımların atılacağını düşünmüyorum. Ancak tabiî ki bu bir son değil, Mart 2013’de gerçekler nispeten daha net bir şekilde anlamlandırılabilir. Geçmişin tercihleri daha vicdanlı bir şekilde değerlendirilebilir. Fakat gene de tüm bu durumun bilince çıkması veya gerçek hayata katılması Ağustos 2013’ü bulacaktır.
Eğer kişisel hayatınızda seçimlerinizde her zaman kendi vicdanınızı ve hayatın anlamını sorgulayan bir yapınız varsa o zaman bu dönüm noktasına geldiğinizde yeterince deneyimli olacağınız için içinizin rahat olacağını ve seçimdeki ayrımın sizi fazla rahatsız etmeyeceğini söyleyebilirim. Çünkü belki de yeteneğinizi bu ayrım vasıtasıyla daha fazla anlamlandırabilirsiniz. Ya da yeteneğinizdeki farklılaşmanın getirdiği fırsatlarla seçimlerinizi bir kez daha gözden geçirebilirsiniz. Belki şimdi yeni bir fırsatı değerlendirmek istersiniz, belki bilgilerinizin daha fazla kitle tarafından duyulmasına ihtiyaç vardır ve önünüze bu yönde bir seçenek açılır. O zaman Şubat ayından sonra daha fazla çalışacağınızı ve meşgul olacağınızı söyleyebilirim. 21 Aralık bu anlamda perspektifin köklü bir şekilde değişmesini sağlayan bir dönüm noktası olarak karşınıza önemli bir seçim veya yol ayrımıyla çıkabilir. Seçimlerinize dikkat edin ve mutlaka aktif olun. Tembellik, atıllık, kısa yollar, yüzeysellik, cahillik, yalan, dedikodu ve boş vermişlik bu dönemin en önemli gölgeleri olacaktır. Ne yapın edin, aynı bakış açısında kalmayın! Sorgulayın ve cevabını hesaplamadan sorun. Aslında şimdi sormak ve dinlemek zamanı, acele edip hemen cevap vermek zorunda değilsiniz. Hele-hele bilmeyi unutun, keşfetmek için sorun ve merak edin. Bilmek sonraki aşama olacak. Bildiklerinizi de şimdi sorgulasanız iyi olur. Ancak bu şekilde yeni öğretilere kendinizi hazırlayabilir ve daha sonra komple köklü değişimlerle hayatınızın temel seçimlerini herkese faydalı olacak şekilde değiştirebilirsiniz.
Herkes derken önce kendinizi kastediyorum tabiî ki. Ancak şunu da göz ardı edemeyiz, 21 Aralık tüm bu sürecin önümüze zahmetsizce veya kısa yoldan çıkmayacağına işaret ediyor. Yani eğer bu pozitif fırsatları değerlendirmek ve perspektifi değiştirmek istiyorsak, hayatın daha anlamlı olmasını veya bildiklerimizin daha geniş kitlelere yayılmasını istiyorsak bu konuda özellikle Mart ayına kadar ve hatta sonrasında ki aşamada Ağustos’a kadar kararlı bir çaba içinde olmalıyız. İşte bu noktada dış dünyadan uyarılar alsak da, bunun anlamlandırılmasında sıra dışı bir bilinç uyanışı içinde olmak gerekiyor. Artık sözlerin değil, atılan adımların ve yapılan tercihlerin yansıması önemli. Bu yüzden artık sözleri bırakabilir ve uygulamaya daha fazla önem verebilirsiniz. Ancak bu şekilde Ağustos ayında kendinizi kutlamanız mümkün, ya değilse hep aynı olmaktan ve devamlı şikayet etmekten kendinizi alamayabilirsiniz. Bu şikayetler bilmiş bir ukalanın ağzından çıkarcasına kendi kulaklarınızı bile rahatsız edebilir ve kendinize tahammülünüz giderek azalabilir. Sanırım hayatın hiçleşmesi bu şekilde başlıyor. Sorumluluk almayarak kısa yolu tercih edip yıkıcı bir tutum içinde ısrarla kalabilirsiniz. O zaman içi boş ama kendisi devleşmiş bir hayatı doldurma çabası ölüm korkusunu da aynı oranda arttırır.
Sanırım çevrede görmekte olduğumuz korkunun büyüklüğü bunun bir yansımasıdır. Bu uyarıyı yabana atamayız. Artık nasıl bir dünyada yaşamak istiyorsak bu konuda ciddi seçimler yapmak gerektiğini ve ciddi sorular sormak gerektiğini idrak etmek zamanı. Gerekirse adımlarınızı daha sonra atabilirsiniz, bu konuda acele etmeyin ama yeter ki bakış açısını şimdi değiştirin. O zaman korkuya rağmen yapılacak seçimler önünüzde kendiliğinden belirecektir. Önceliği, yolculuğun temel sorusunun oluşumuna ve dinlemeye verin! Duyduklarınız daha çok merak uyandırabilir.
Sevgiyle kalın, korksanız da keşif yolculuğuna ve sormaya devam edin! aslında belki de şu an için aslında başka bir seçeneğin olmayışı 21 Aralık'ta gökyüzündeki kader işareti olabilir. Belki bu kader'i yok saymak, beyhude bir çaba ve reddedişin getirdiği korku en temel engelleyicidir.
18 Haziran 2013 Salı
Yaşasın baGzı şeyler..
Nice zamandır çok karmaşıktı düşüncelerimiz. Nice zamandır çok karmaşıktı problemlerimiz. Nice zamandır çok bulutluydu başımız.
Kendimizden başkasını hiç görmedi gözlerimiz...Bakışlarımızı hep kaçırdığımız gibi yüreğimiz de nicedir sızlamaz olmuştu bu tekdüzelikten.
Varsa yoksa kendimiz ve kendimize benzer görünüşte ve düşüncede kişilerle sarılıydık. Kendimden örnek vermem gerekirse bir tane türbanlı veya devrimci arkadaşım olmamıştı. Olmasını bırak sohbet bile etmedim belki de.
Tercih etmedim. Açık seçik.
Teğet geçmeyi sadece ekonomik kriz sonrasında öğrenmemiştik aslında biz epeydir teğet geçerek yaşıyorduk birbirimize...
Sonrası malum...
Basit bir konu. Çok basit. Ağaç, park kadar basit. Hiç karmaşık değil.
Beşi benzemez bir sürü insan.Gözleri faltaşı kadar açık. Duyuları da. Gönül gözleri de.
Kesişti bir parkta. Kimi anti-kapitalist müslüman, kimi devrimci kimi türbanlı kimi hiçkimse kimi çok bir şey. Kesiştiler bir yol uğruna..Basit bir yol. Bir ağaç kadar...
Farkına vardılar.Benzemezliklerini yücelttiler. Bakışlarını hiç kaçırmadan. Kenetlendiler. Basit bir şey için. Bir ağaç kadar...
Birlikten orantısız zeka fışkırttılar.Kimi şirketin üretemediği kadar yaratıcılık da cabası..
Bir ağaç derken bir orman oldular.
Meyer kanuna göre ''İşleri komplike hale getirmek kolay, basit hale dönüştürmek zordur '' denilmiş*
Mesele artık o kadar basit ki...
Artık birbirimizi daha iyi anlayamaya hazırız.Başkasının ne düşündüğünü daha fazla merak etmeye de..
Artık her birimiz ne kadar farklı olursak olalım birbirimize gözlerimizi kaçırmadan bakabiliriz.Artık birbirimizin yolunda durmak yerine yol verebilir, teğet geçmeksizin çarpışabiliriz.
Biz orman olduk nasılsa...Bizi istedikleri kadar bölmeye çalışsınlar biz birbirimizi yeni keşfetmişken, birbirimizin beyinlerinden faydalanarak farklı şeyler üretmenin tam da tadını almışken, önyargılarımızı bir kenara bırakmış farklılıklarımızı yüceltmişken eskisi gibi olmayacak hiç bir şey...
Eski bir atasözümüzün dediği gibi ''Kervan yolda düzülecek''...
Yolun karanlık olması önemli değil yeterki kalplerimiz karamsar olmasın.
Gezi parkı eylemcilerinin yazdığı '' kahrolsun baĞzı şeyler '' yerine '' Yaşasın baĞzı şeyler '' diyorum.
Yüreğim acısa da kalbim ümitle dolu olduğu için seviniyorum...Kimbilir yolda daha nice başka dehalar, sanatçılar, yüreklilerle karşılacağız..
*Meyer's Law
Kendimizden başkasını hiç görmedi gözlerimiz...Bakışlarımızı hep kaçırdığımız gibi yüreğimiz de nicedir sızlamaz olmuştu bu tekdüzelikten.
Varsa yoksa kendimiz ve kendimize benzer görünüşte ve düşüncede kişilerle sarılıydık. Kendimden örnek vermem gerekirse bir tane türbanlı veya devrimci arkadaşım olmamıştı. Olmasını bırak sohbet bile etmedim belki de.
Tercih etmedim. Açık seçik.
Teğet geçmeyi sadece ekonomik kriz sonrasında öğrenmemiştik aslında biz epeydir teğet geçerek yaşıyorduk birbirimize...
Sonrası malum...
Basit bir konu. Çok basit. Ağaç, park kadar basit. Hiç karmaşık değil.
Beşi benzemez bir sürü insan.Gözleri faltaşı kadar açık. Duyuları da. Gönül gözleri de.
Kesişti bir parkta. Kimi anti-kapitalist müslüman, kimi devrimci kimi türbanlı kimi hiçkimse kimi çok bir şey. Kesiştiler bir yol uğruna..Basit bir yol. Bir ağaç kadar...
Farkına vardılar.Benzemezliklerini yücelttiler. Bakışlarını hiç kaçırmadan. Kenetlendiler. Basit bir şey için. Bir ağaç kadar...
Birlikten orantısız zeka fışkırttılar.Kimi şirketin üretemediği kadar yaratıcılık da cabası..
Bir ağaç derken bir orman oldular.
Meyer kanuna göre ''İşleri komplike hale getirmek kolay, basit hale dönüştürmek zordur '' denilmiş*
Mesele artık o kadar basit ki...
Artık birbirimizi daha iyi anlayamaya hazırız.Başkasının ne düşündüğünü daha fazla merak etmeye de..
Artık her birimiz ne kadar farklı olursak olalım birbirimize gözlerimizi kaçırmadan bakabiliriz.Artık birbirimizin yolunda durmak yerine yol verebilir, teğet geçmeksizin çarpışabiliriz.
Biz orman olduk nasılsa...Bizi istedikleri kadar bölmeye çalışsınlar biz birbirimizi yeni keşfetmişken, birbirimizin beyinlerinden faydalanarak farklı şeyler üretmenin tam da tadını almışken, önyargılarımızı bir kenara bırakmış farklılıklarımızı yüceltmişken eskisi gibi olmayacak hiç bir şey...
Eski bir atasözümüzün dediği gibi ''Kervan yolda düzülecek''...
Yolun karanlık olması önemli değil yeterki kalplerimiz karamsar olmasın.
Gezi parkı eylemcilerinin yazdığı '' kahrolsun baĞzı şeyler '' yerine '' Yaşasın baĞzı şeyler '' diyorum.
Yüreğim acısa da kalbim ümitle dolu olduğu için seviniyorum...Kimbilir yolda daha nice başka dehalar, sanatçılar, yüreklilerle karşılacağız..
*Meyer's Law
11 Haziran 2013 Salı
Gezi'ye dair aklımda geçenler, gönlüme kazınanlar.
İstanbul 'un en elit semtinde bir kuaför salonunda Halk Tv açık, yüzler asık , sohbet hep Gezi...Çalışanlar çok genç. Aklı başındalar. Ajda 'yı da, Nurgül Yeşilçay'ı da görmenin mümkün olduğu bir salon.
Diyor ki bir tanesi; ''Akşamları hep Gezi' de yatıyoruz, gündüz işe geliyoruz.Anti-kapitalist müslümanlar var parkta. Tanımanızı isterdim. Bizlere öyle yardım ettiler, öyle yardım ettiler ki biz de onlara mescit yaptık orada..Müthişler.En yakın arkadaşlarım oldular. ''
Kimi müşterileri 5 adet çok büyük çadır, kimileri 700 kişilik yemek yapıp yollamışlar Gezi'ye... Daha niceleri de varmış ki gönülden destek veren..
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kızımın Tenis antrenörü.Yaşam koçu da denilebilir. Yıllarca Milli tenis takım antrenörlüğü yapmış.Her fırsatta Gezi 'ye gittiğini ve elinden geleni yaptığını söylüyor.Orada bulunmanın bile O'na çok iyi geldiğini söylüyor.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kızımın okulunda bir veli. Dükan rejimi sayesinde sağlıklı beslenmeyi keşfederek blog yazarlığı, TV programı yapmaya başlamış birisi. Geçen gün karşılaştık. İşlerini sordum. ''Şu an tek yaptığım her gün Gezi'ye gidip oradaki gençlere sağlıklı yemek yapmak '' dedi. ''Bu dava sürdükçe orada olacağım'' dedi.Vücuduna isabet eden gaz bombasının yaptığı tahribatı gösterirken yüzü kızardı.''Binlerce yaralı bereli gencin yanında benimki basit bir şey'' dedi.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Etrafımda sayısız nice duyarlı kahramanlar...Ortak paydaları sadece duyarlılıkları. Kimi doğru bilgiyi iletmeye çalışıyor, kimisi sabahları parka giderek temizliğe yardımcı oluyor. Kimisi Gezi platformuna dair bilgileri ingilizce'ye çeviriyor. Herkes kendince bir şeyler yapıyor. Kendince. Doğrusu yanlışı olmadan.Yargılamadan. Saf ve naif duygularla.Ortak paydalarından bir diğeri de inanmaları. İyi bir şeyler yaptıklarına inanmak...
Cin şişeden çıktı bir kere. Bizler susamış olduğumuz, hasretle beklediğimiz o İNANÇ duygusunu kolay kolay bırakamayacağız.Tadını aldık bir kere.
15 gün önce başka idik şimdi bambaşkalaştık. Ama en önemlisi başkalaşırken yabancılaşmadık, duyarsız kalmadık.Lafta ise hiç kalmadık. Değişimi arzu ettik canı gönülden.15 gün bile nelere kadirmiş meğersem...
Değişimi talep ettiysek eğer değişimi için dönüşmek gerektiğini idrak ettik.Önce bireysel düzeyde sonra da toplum olarak .O yüzden belki de hep sorduğumuz soruların en başında gelen '' Eee ne olacak şimdi? '' yi daha az sormamız gerek bundan sonra.
Sadece İNANMAK bile başarmanın yarısı ise, biz de bilmeliyiz ki istediğimiz sonucu er ya da geç alacağız. Sürenin önemi yok belki ama SÜRECİN çok büyük önemi var.
Bu deneyimin bizi toplum olarak bir yerlere getireceğine inanarak, daha iyi günlere uyanacağız.Belki yarın belki de yarından da yakın...
Yaşayıp göreceğiz.Acele etmeden.Sindirerek. İnanarak. Duyarlı olarak. Ne olursa olsun hep eylemin içinde olarak. Pasifize olmayarak.
Göreceğiz.
Diyor ki bir tanesi; ''Akşamları hep Gezi' de yatıyoruz, gündüz işe geliyoruz.Anti-kapitalist müslümanlar var parkta. Tanımanızı isterdim. Bizlere öyle yardım ettiler, öyle yardım ettiler ki biz de onlara mescit yaptık orada..Müthişler.En yakın arkadaşlarım oldular. ''
Kimi müşterileri 5 adet çok büyük çadır, kimileri 700 kişilik yemek yapıp yollamışlar Gezi'ye... Daha niceleri de varmış ki gönülden destek veren..
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yine İstanbul 'un müstesna semtinde müstesna bir Doktor. Müşterileri arasında yok yok. Medikal estetik Dr.'u.17. yaşında kızı var. Notre Dame De Sion Fransız Lisesi'nde okuyormuş.Gezide gönüllü imiş.Her gün okul sonrası ve haftasonu orada bulunmuş.Yemek dağıtmaktan sorumlu imiş.Müdahalenin beklendiği gün-dün- sadece babası '' Bugün evde olmalısın'' demiş..Parktan geri çağırmış.Kızı ile gurur duyuyor. ''O'ndan çok şey öğreniyorum'' dedi.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kızımın Tenis antrenörü.Yaşam koçu da denilebilir. Yıllarca Milli tenis takım antrenörlüğü yapmış.Her fırsatta Gezi 'ye gittiğini ve elinden geleni yaptığını söylüyor.Orada bulunmanın bile O'na çok iyi geldiğini söylüyor.
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kızımın okulunda bir veli. Dükan rejimi sayesinde sağlıklı beslenmeyi keşfederek blog yazarlığı, TV programı yapmaya başlamış birisi. Geçen gün karşılaştık. İşlerini sordum. ''Şu an tek yaptığım her gün Gezi'ye gidip oradaki gençlere sağlıklı yemek yapmak '' dedi. ''Bu dava sürdükçe orada olacağım'' dedi.Vücuduna isabet eden gaz bombasının yaptığı tahribatı gösterirken yüzü kızardı.''Binlerce yaralı bereli gencin yanında benimki basit bir şey'' dedi.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Etrafımda sayısız nice duyarlı kahramanlar...Ortak paydaları sadece duyarlılıkları. Kimi doğru bilgiyi iletmeye çalışıyor, kimisi sabahları parka giderek temizliğe yardımcı oluyor. Kimisi Gezi platformuna dair bilgileri ingilizce'ye çeviriyor. Herkes kendince bir şeyler yapıyor. Kendince. Doğrusu yanlışı olmadan.Yargılamadan. Saf ve naif duygularla.Ortak paydalarından bir diğeri de inanmaları. İyi bir şeyler yaptıklarına inanmak...
Cin şişeden çıktı bir kere. Bizler susamış olduğumuz, hasretle beklediğimiz o İNANÇ duygusunu kolay kolay bırakamayacağız.Tadını aldık bir kere.
15 gün önce başka idik şimdi bambaşkalaştık. Ama en önemlisi başkalaşırken yabancılaşmadık, duyarsız kalmadık.Lafta ise hiç kalmadık. Değişimi arzu ettik canı gönülden.15 gün bile nelere kadirmiş meğersem...
Değişimi talep ettiysek eğer değişimi için dönüşmek gerektiğini idrak ettik.Önce bireysel düzeyde sonra da toplum olarak .O yüzden belki de hep sorduğumuz soruların en başında gelen '' Eee ne olacak şimdi? '' yi daha az sormamız gerek bundan sonra.
Sadece İNANMAK bile başarmanın yarısı ise, biz de bilmeliyiz ki istediğimiz sonucu er ya da geç alacağız. Sürenin önemi yok belki ama SÜRECİN çok büyük önemi var.
Bu deneyimin bizi toplum olarak bir yerlere getireceğine inanarak, daha iyi günlere uyanacağız.Belki yarın belki de yarından da yakın...
Yaşayıp göreceğiz.Acele etmeden.Sindirerek. İnanarak. Duyarlı olarak. Ne olursa olsun hep eylemin içinde olarak. Pasifize olmayarak.
Göreceğiz.
4 Haziran 2013 Salı
X, Y değil Ümit ve Umut onlar...
Göbeğinde Gezi Parkı olan ama aslında derinlerinde 40 senelik hayatımda görmediğim binbir türlü farklı rengi, farklılığı, değişimi ve dönüşümü hissettiğimiz, tecrübe ettiğimiz bir dönemde bir sürü ilki birlikte tadıyor, soluyoruz!! İster Portakalı ister de Biber Gazını...
Herkes içindeki cevheri çıkartıyor bu direnişte...Sosyal medya aracılılığıyla gördük ki kimimiz yazar oldu, kimi içindeki mizah yeteneğini 140 karaktere sığdırdı ilah oldu, kimi ise yaratıcılığını en üst düzeye çıkartarak bizlere hiç bir zaman unutmayacağımız ve en önemlisi kalplerimize kazınacak bir sürü imge sağladı..
Ama bu direnişte esas cevheri içinden çıkartan; yüreğini, cüretini, sağduyusunu ve aklını ortaya koyan gençler oldu. Bizlere bir çok konuda örnek oldular. Kendimiz ile yüzleşmemize sebep oldular.
Bencilliğimizi, tembelliğimizi, inançsızlığımızı yüzümüze vurdular. Hem de kibarca. Tüketim dünyasında hızla tükettiğimiz, unutulmaya yüz tutmuş değerlerimizi tekrar bize hatırlattılar.
Sadece hatırlatmakla kalmadılar.Kendimizle yüzleştikten sonra rahatsız olmamızı sağladılar.
Onlar orada, gece-gündüz demeden, endişelenmeden, haklı mücadelerinde onurlu direnişlerinde çaba gösterirken bizde kendimizle yüzleştik. Belki de bu yüzden ilk günden olamadık orada. Devam ettik laga-lugamıza, sığınmaya devam ettik bahanelerimize. Ta ki içimizde ki vicdan bizi rahatsız edene kadar.
Sonrası malum...Sokaklara döküldük, gençleri takip ettik, planlarını hayranlıkla izledik, onlara yardımcı olmaya çalıştık.Halen de olmaya çalışıyoruz. Kimi zaman yine rehavate kapılsak da hem onların kararlı tutum ve davranışları hem de kendi vicdanlarımız tekrar bizi dürtüyor, çaba göstermemizi sağlıyor.
Bu halk eyleminin bir liderinin olmadığı çok aşikar. Aşikar olan bir başka şey ise bu dönüşümün birçok lider doğurduğu...O kızlı, erkekli gençler bizim yeni liderlerimiz...Hani X kuşağı, Y kuşağı diye etiketleyip, haklarında ileri geri konuşup, atıp tuttuklarımız...
Sadece 1 hafta gibi çok kısa bir sürede hepsi ama hepsi bu toplumun ümidi, umudu oldular.
Dolayısıyla onlar artık benim için X veya Y değil ''Ümit '' ve '' Umut '' 'lar.
İyi ki de öyle oldular...Hayranlığımızı, saygımızı kazandılar.İlham kaynağımız oldular.
Sizi bilmem ama ben bundan böyle etrafımda daha fazla Ümit ve Umut olmasına özen göstereceğim...
Nitekim onlar benim yeni liderlerim...Hepsinin elini sıkamasam da karşılaştıklarımın elini sıkmak üzere Gezi Parkına gidiyorum...Selamlarınızı söylerim.
Herkes içindeki cevheri çıkartıyor bu direnişte...Sosyal medya aracılılığıyla gördük ki kimimiz yazar oldu, kimi içindeki mizah yeteneğini 140 karaktere sığdırdı ilah oldu, kimi ise yaratıcılığını en üst düzeye çıkartarak bizlere hiç bir zaman unutmayacağımız ve en önemlisi kalplerimize kazınacak bir sürü imge sağladı..
Ama bu direnişte esas cevheri içinden çıkartan; yüreğini, cüretini, sağduyusunu ve aklını ortaya koyan gençler oldu. Bizlere bir çok konuda örnek oldular. Kendimiz ile yüzleşmemize sebep oldular.
Bencilliğimizi, tembelliğimizi, inançsızlığımızı yüzümüze vurdular. Hem de kibarca. Tüketim dünyasında hızla tükettiğimiz, unutulmaya yüz tutmuş değerlerimizi tekrar bize hatırlattılar.
Sadece hatırlatmakla kalmadılar.Kendimizle yüzleştikten sonra rahatsız olmamızı sağladılar.
Onlar orada, gece-gündüz demeden, endişelenmeden, haklı mücadelerinde onurlu direnişlerinde çaba gösterirken bizde kendimizle yüzleştik. Belki de bu yüzden ilk günden olamadık orada. Devam ettik laga-lugamıza, sığınmaya devam ettik bahanelerimize. Ta ki içimizde ki vicdan bizi rahatsız edene kadar.
Sonrası malum...Sokaklara döküldük, gençleri takip ettik, planlarını hayranlıkla izledik, onlara yardımcı olmaya çalıştık.Halen de olmaya çalışıyoruz. Kimi zaman yine rehavate kapılsak da hem onların kararlı tutum ve davranışları hem de kendi vicdanlarımız tekrar bizi dürtüyor, çaba göstermemizi sağlıyor.
Bu halk eyleminin bir liderinin olmadığı çok aşikar. Aşikar olan bir başka şey ise bu dönüşümün birçok lider doğurduğu...O kızlı, erkekli gençler bizim yeni liderlerimiz...Hani X kuşağı, Y kuşağı diye etiketleyip, haklarında ileri geri konuşup, atıp tuttuklarımız...
Sadece 1 hafta gibi çok kısa bir sürede hepsi ama hepsi bu toplumun ümidi, umudu oldular.
Dolayısıyla onlar artık benim için X veya Y değil ''Ümit '' ve '' Umut '' 'lar.
İyi ki de öyle oldular...Hayranlığımızı, saygımızı kazandılar.İlham kaynağımız oldular.
Sizi bilmem ama ben bundan böyle etrafımda daha fazla Ümit ve Umut olmasına özen göstereceğim...
Nitekim onlar benim yeni liderlerim...Hepsinin elini sıkamasam da karşılaştıklarımın elini sıkmak üzere Gezi Parkına gidiyorum...Selamlarınızı söylerim.
12 Mayıs 2013 Pazar
Annem
Bundan 7-8 sene önce geniş katılımlı bir iş toplantısında Acar Baltaş konuşmacı olarak aramızda idi...Bizlere bir takım sorular yönelttikten sonra bizi tanımak için içimizde ki 1-2 arkadaşımızdan kendisini tanıtmasını istemişti..
Bir arkadaşımız da kendisini tanıtırken ;
-2 çocuklu bir anneyim
-Şu departmanda bu işlerden sorumluyum
-Bu şirkette şu kadar zamandır çalışıyorum dedi.
Acar Baltaş o zaman hiç unutamayacağım bir cevap verdi.Dedi ki ''Sen bize kendini tanıtmadın sadece hayattaki rollerini anlattın''
Bugün anneler günü...Her yerde annelere ithaf edilmiş yazılar var.Herkes kendi gözlüğünden annesini anlatıyor..Annelerin ''anneliği'' yüceltiliyor...O'nun gibisini bulamamaktan, O'nun yemeklerini başka kimsenin elinden yiyememekten, O'nun sevgisini başka kimseden görememekten yakınıyor çoğu zaman köşe yazılarındaki muhtelif isimler...
Bütün bu yazıları okurken 22 sene önce kaybettiğim annem geldi aklıma...Annemin anneliği değil ama kendisi geldi aklıma... Hiç aklımdan çıkmayan anneme sormak istediklerim vardı.Duymak ve öğrenmek istediklerim. Anne rolünden sıyrılıp kadın olarak cevaplamasını istediklerim vardı...Hani Acar Baltaş'ın dediği gibi...Kendi olduğu gibi...
-İlk ne zaman ilk aşık olmuştu ?
-Neden babamı seçmişti ? Nasıl tavlamıştı babam O'nu ?
-Hayatındaki en büyük pişmanlığı ne idi acaba?
-Başka bir imkan geçseydi eline nasıl yaşardı acaba hayatının geri kalanını?
-Ajda dışında kıskandığı olmuş muydu acaba ? Neden kıskanmıştı o kişiyi acaba?
-Hayatının en güzel dönemi hangisiydi?
-Peki ya hayalleri ?
-Evlenmemiş olsaydı nasıl bir hayat yaşamak isterdi?
-O zarif stilini nasıl belirlemişti ? Yılların getirdiği miydi hep mi böyleydi?
-Kadın olarak en çok neresini beğenirdi ? ( Gerçi bunun cevabını biliyorum bacakları idi!! Yıllar sonra MS olduğunda demişti ki ''nazar değdi bacaklarıma '')
-Beni nasıl buluyordu acaba ? Kadınlığımı,kişiliğimi,değer yargılarımı,dostlarımı, hayata bakış açımı..?
-Her 10 senelik yaş dönemimde bana ne nasihatlar verirdi? Karnem nasıl olurdu acaba?
17 yaşında bunları düşünmüyor insan.. Sadece ama sadece kendisini düşünüyor..Peri masalının ise sonsuzluğuna inanıyor...Annesine bir şey olmaz, bu masalın sonu da böyle olamaz diye düşünüyor.
Anne olduktan sonra anladım gerçek yokluğunu...Hem anneliğini hem de kadın olarak kendisini...
Düşündüm ki eğer hayatta olsaydı ondan çok şey isterdim ;
-Hayatımızda bizi mutlu eden /üzen konular hakkında birbirimize el yazısı ile mektup yazmayı isterdim..O el yazısı ile dile getirilmişler şeyler var ya..) Fotoğraf kadar kıymetli.Söz uçar yazı kalır misali.
-Her yılbaşı videoya çekip kendimizi o seneki hayallerimizi anlatmasını isterdim...Sene sonu geldiğinde ise o videoyu izlediğimizdeki yüz ifadelerimizi tekrar çekebilmeyi isterdim.
-Kadın olarak bana kendisini anlatmasını isterdim. Duygularını bilmek, isyanlarını öğrenmek isterdim.Yukarıdaki sorularıma her 10 sene başkalarını eklerdim.
-Anne kız olarak herkesi geride bırakıp sehayate gitmeyi isterdim. Elimizde içkilerimiz güneşi batırmayı arzu ederdim...Kendimize odaklanarak, diğer herşeyi unutarak...
-İki zevkli kadın olarak bol bol alışverişe çıkmayı isterdim...Olmayan kilosunu yine de şımarıkça eleştirmeyi isterdim.Kapris misali.
-Kızıma beni anlatmasını isterdim.Çocuk, ergen, yetişkin hallerindeki kendimi. Zorluklarımı, hatalarımı, başarılarımı, benzerliklerimi..Kızıma her ikimizin de ( annemin ve benim ) yapamadığımız şeyleri yapmasına cesaret vermesini isterdim.
-Oğluma ise ikimizinde ( annem ve benim ) hayallerindeki ortak erkek figürünü anlatmasını isterdim.Kadın ruhunu anlamasını için önce kendi ruhunu nasıl beslemesi gerektiğini anlatmasını isterdim.
-Birlikte spor yapmak isterdim.Gururla yanında olmak isterdim.
-Her sene başında özel fotoğraflar çektirirdim..Profesyonel fotoğrafçıya.Yüzümüzün güldüğü.Ümidin, umudun olduğu, şükran duyulduğu...
Ben yapamadım.Sadece istedim.İmkansızı.
İmkanınız varsa, siz o şanslılardansanız halen; durmayın,yapın.Sorun, öğrenin, yüceltin.
İçinizden gelen geçeni paylaşın...
Yaşayın ..Sadece anneliğini değil annenizin kendisini !!
Bir arkadaşımız da kendisini tanıtırken ;
-2 çocuklu bir anneyim
-Şu departmanda bu işlerden sorumluyum
-Bu şirkette şu kadar zamandır çalışıyorum dedi.
Acar Baltaş o zaman hiç unutamayacağım bir cevap verdi.Dedi ki ''Sen bize kendini tanıtmadın sadece hayattaki rollerini anlattın''
Bugün anneler günü...Her yerde annelere ithaf edilmiş yazılar var.Herkes kendi gözlüğünden annesini anlatıyor..Annelerin ''anneliği'' yüceltiliyor...O'nun gibisini bulamamaktan, O'nun yemeklerini başka kimsenin elinden yiyememekten, O'nun sevgisini başka kimseden görememekten yakınıyor çoğu zaman köşe yazılarındaki muhtelif isimler...
Bütün bu yazıları okurken 22 sene önce kaybettiğim annem geldi aklıma...Annemin anneliği değil ama kendisi geldi aklıma... Hiç aklımdan çıkmayan anneme sormak istediklerim vardı.Duymak ve öğrenmek istediklerim. Anne rolünden sıyrılıp kadın olarak cevaplamasını istediklerim vardı...Hani Acar Baltaş'ın dediği gibi...Kendi olduğu gibi...
-İlk ne zaman ilk aşık olmuştu ?
-Neden babamı seçmişti ? Nasıl tavlamıştı babam O'nu ?
-Hayatındaki en büyük pişmanlığı ne idi acaba?
-Başka bir imkan geçseydi eline nasıl yaşardı acaba hayatının geri kalanını?
-Ajda dışında kıskandığı olmuş muydu acaba ? Neden kıskanmıştı o kişiyi acaba?
-Hayatının en güzel dönemi hangisiydi?
-Peki ya hayalleri ?
-Evlenmemiş olsaydı nasıl bir hayat yaşamak isterdi?
-O zarif stilini nasıl belirlemişti ? Yılların getirdiği miydi hep mi böyleydi?
-Kadın olarak en çok neresini beğenirdi ? ( Gerçi bunun cevabını biliyorum bacakları idi!! Yıllar sonra MS olduğunda demişti ki ''nazar değdi bacaklarıma '')
-Beni nasıl buluyordu acaba ? Kadınlığımı,kişiliğimi,değer yargılarımı,dostlarımı, hayata bakış açımı..?
-Her 10 senelik yaş dönemimde bana ne nasihatlar verirdi? Karnem nasıl olurdu acaba?
17 yaşında bunları düşünmüyor insan.. Sadece ama sadece kendisini düşünüyor..Peri masalının ise sonsuzluğuna inanıyor...Annesine bir şey olmaz, bu masalın sonu da böyle olamaz diye düşünüyor.
Anne olduktan sonra anladım gerçek yokluğunu...Hem anneliğini hem de kadın olarak kendisini...
Düşündüm ki eğer hayatta olsaydı ondan çok şey isterdim ;
-Hayatımızda bizi mutlu eden /üzen konular hakkında birbirimize el yazısı ile mektup yazmayı isterdim..O el yazısı ile dile getirilmişler şeyler var ya..) Fotoğraf kadar kıymetli.Söz uçar yazı kalır misali.
-Her yılbaşı videoya çekip kendimizi o seneki hayallerimizi anlatmasını isterdim...Sene sonu geldiğinde ise o videoyu izlediğimizdeki yüz ifadelerimizi tekrar çekebilmeyi isterdim.
-Kadın olarak bana kendisini anlatmasını isterdim. Duygularını bilmek, isyanlarını öğrenmek isterdim.Yukarıdaki sorularıma her 10 sene başkalarını eklerdim.
-Anne kız olarak herkesi geride bırakıp sehayate gitmeyi isterdim. Elimizde içkilerimiz güneşi batırmayı arzu ederdim...Kendimize odaklanarak, diğer herşeyi unutarak...
-İki zevkli kadın olarak bol bol alışverişe çıkmayı isterdim...Olmayan kilosunu yine de şımarıkça eleştirmeyi isterdim.Kapris misali.
-Kızıma beni anlatmasını isterdim.Çocuk, ergen, yetişkin hallerindeki kendimi. Zorluklarımı, hatalarımı, başarılarımı, benzerliklerimi..Kızıma her ikimizin de ( annemin ve benim ) yapamadığımız şeyleri yapmasına cesaret vermesini isterdim.
-Oğluma ise ikimizinde ( annem ve benim ) hayallerindeki ortak erkek figürünü anlatmasını isterdim.Kadın ruhunu anlamasını için önce kendi ruhunu nasıl beslemesi gerektiğini anlatmasını isterdim.
-Birlikte spor yapmak isterdim.Gururla yanında olmak isterdim.
-Her sene başında özel fotoğraflar çektirirdim..Profesyonel fotoğrafçıya.Yüzümüzün güldüğü.Ümidin, umudun olduğu, şükran duyulduğu...
Ben yapamadım.Sadece istedim.İmkansızı.
İmkanınız varsa, siz o şanslılardansanız halen; durmayın,yapın.Sorun, öğrenin, yüceltin.
İçinizden gelen geçeni paylaşın...
Yaşayın ..Sadece anneliğini değil annenizin kendisini !!
10 Mayıs 2013 Cuma
Işık İşçileri
Hani hep aklımızı kurcalayan bir şeyler vardır... Çoğu zaman adlandıramadığımız, kimi zaman dışa vurduğumuz...Nefes alıp verdiğimiz müddetçe hep içimizde barındırdığımız; barındırmak istediğimiz...
Etkileşim içerisinde olduğumuz kişilere çok rahatlıkla hissettirebildiğimiz.Yüreklerimizde taşıyıp arada bir kendimize '' belki de benim misyonum bu! '' dediğimiz.
Yüreklerimizden taştığı zaman ise nereye, nasıl akıtabileceğimizi bilemediğimiz...
Ama sonra bir an gelir, farkına varırız, emin oluruz ve bir yolunu bulup çağlarız gürül gürül. Kimi zaman yazarak, kimi zaman bir objeyi yaratarak, kimi zaman içten gelen herhangi bir arzuyu güçlü ve istikrarlı bir şekilde paylaşarak...
Tüm bu aktivitelerin ortak paydası; paylaşmak, etkileşim içerisinde bulunarak iyi hissettirmektir.Ama kendimizi ama karşımızdakini. Önemli kelime; enerji alışverişidir.
İçimdekini dışıma çıkartabildiğim ve karşılığında da olağanüstü enerji alıp verdiğim bu blogumun bana kattığı gibi..Kendimi akıtabildiğim için çok mutlu olduğum gibi... Aşağıdaki yazıyı okuduğumda ''evreka'' dediğim gibi...
Eskisi gibi tanımlara takılı kalmayı sevmesemde kendime yakın hissettiklerimi özenle seçiyorum.
Sizlerin de kendi yaşam amacınızı yüreklerinizden çıkartıp akıtabilmeniz dileğiyle; sevgiyle paylaşın...
Yaşam Amacı
Yaşam derslerinin dışında, bir de bu yaşama yapmak üzere geldiğimiz bir iş var. Yaşam amacımız, biz bu dünyaya gelirken yüksek benliğimizle; Allah’la, meleklerimizle birlikte belirlediğimiz, yaşam boyu da ana hatlarıyla sabit kalan ‘hayatımızın işi’dir.
Yaşam amacımız bizi en mutlu eden, içimize en fazla coşku veren, o işi yaptığımızda bizi en çok dolduran iştir. Enerjimizi en çok yükselten, ışığımızı en çok arttıran iştir yaşam amacımız.
Yaşam amacıyla ilgili en güzel haber de şu: Hepimiz yaşam amacımızla ilgili yeteneklere doğuştan sahibiz. En kolay yaptığımız iştir yaşam amacımız aslında. Zaten yeteneklerimizin olduğu alandadır yaşam amacımız. Bazen bu yeteneklerimizi açığa çıkarmak veya hatırlamak için bir-iki eğitim almamız gerekebilir ama istisnasız hepimiz, yaşam amacımız her ne ise onu muhteşem bir şekilde yapabilecek hazinelerle donatılarak geldik bu dünyaya.
Ve bu konudaki asıl hazinemiz içimizdedir.
Işık İşçileri
Herkesin bir yaşam amacı vardır. Bazılarımızınki sadece mutlu olmak…
Fakat ışık işçileri dediğimiz bir grup insan var ki, onların yaşam amacı biraz farklı. Yüreğinde kendileri veya yakın çevrelerinin dışında herhangi bir şekilde hizmet etme isteği duyan insanlara ışık işçisi diyoruz. Bu, resim veya müzikle dünyamızı güzelleştirerek insanların enerjisini yükseltmek de olabilir, tıp doktorluğu yaparak hayat kurtarmak da. Veya sadece doğru zamanda doğru yerde bulunup, karşılaştığı insanlara duyması gereken sözleri söyleyerek onları rahatlatmak…
Etkileşim içerisinde olduğumuz kişilere çok rahatlıkla hissettirebildiğimiz.Yüreklerimizde taşıyıp arada bir kendimize '' belki de benim misyonum bu! '' dediğimiz.
Yüreklerimizden taştığı zaman ise nereye, nasıl akıtabileceğimizi bilemediğimiz...
Ama sonra bir an gelir, farkına varırız, emin oluruz ve bir yolunu bulup çağlarız gürül gürül. Kimi zaman yazarak, kimi zaman bir objeyi yaratarak, kimi zaman içten gelen herhangi bir arzuyu güçlü ve istikrarlı bir şekilde paylaşarak...
Tüm bu aktivitelerin ortak paydası; paylaşmak, etkileşim içerisinde bulunarak iyi hissettirmektir.Ama kendimizi ama karşımızdakini. Önemli kelime; enerji alışverişidir.
İçimdekini dışıma çıkartabildiğim ve karşılığında da olağanüstü enerji alıp verdiğim bu blogumun bana kattığı gibi..Kendimi akıtabildiğim için çok mutlu olduğum gibi... Aşağıdaki yazıyı okuduğumda ''evreka'' dediğim gibi...
Eskisi gibi tanımlara takılı kalmayı sevmesemde kendime yakın hissettiklerimi özenle seçiyorum.
Sizlerin de kendi yaşam amacınızı yüreklerinizden çıkartıp akıtabilmeniz dileğiyle; sevgiyle paylaşın...
Yaşam Amacı
Yaşam derslerinin dışında, bir de bu yaşama yapmak üzere geldiğimiz bir iş var. Yaşam amacımız, biz bu dünyaya gelirken yüksek benliğimizle; Allah’la, meleklerimizle birlikte belirlediğimiz, yaşam boyu da ana hatlarıyla sabit kalan ‘hayatımızın işi’dir.
Yaşam amacımız bizi en mutlu eden, içimize en fazla coşku veren, o işi yaptığımızda bizi en çok dolduran iştir. Enerjimizi en çok yükselten, ışığımızı en çok arttıran iştir yaşam amacımız.
Yaşam amacıyla ilgili en güzel haber de şu: Hepimiz yaşam amacımızla ilgili yeteneklere doğuştan sahibiz. En kolay yaptığımız iştir yaşam amacımız aslında. Zaten yeteneklerimizin olduğu alandadır yaşam amacımız. Bazen bu yeteneklerimizi açığa çıkarmak veya hatırlamak için bir-iki eğitim almamız gerekebilir ama istisnasız hepimiz, yaşam amacımız her ne ise onu muhteşem bir şekilde yapabilecek hazinelerle donatılarak geldik bu dünyaya.
Ve bu konudaki asıl hazinemiz içimizdedir.
Işık İşçileri
Herkesin bir yaşam amacı vardır. Bazılarımızınki sadece mutlu olmak…
Fakat ışık işçileri dediğimiz bir grup insan var ki, onların yaşam amacı biraz farklı. Yüreğinde kendileri veya yakın çevrelerinin dışında herhangi bir şekilde hizmet etme isteği duyan insanlara ışık işçisi diyoruz. Bu, resim veya müzikle dünyamızı güzelleştirerek insanların enerjisini yükseltmek de olabilir, tıp doktorluğu yaparak hayat kurtarmak da. Veya sadece doğru zamanda doğru yerde bulunup, karşılaştığı insanlara duyması gereken sözleri söyleyerek onları rahatlatmak…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Hoş geldim!
Yeni yılın ertesi, annemin başka diyarlara intikal edişinin tam göbeği, oğlumun yeni yaşının hemen öncesi bir zamanlardan merhaba! Uzun bir ...
-
Canım oğlum, Tarihler çok önemlidir derler. Hele de doğduğumuz saat ve tarih. 6.yaşını 9 Ocak'ta doldurduğun halde ben sana yeni ...
-
Ben cidden çok şanslı bir insanım. Hayatımda hep çok kıymetli arkadaşlarım oldu, onlar da bana hep en kıymetli hediyelerini verdiler. Kim...
-
Aşağıdaki mektubun biraz daha uzununu neredeyse 3 hafta önce gerçekleşen TEOG sınavları öncesinde kızıma yazıp vermiştim. Kayıtlara geçmes...