''Osman'ın Maya'nın ve Jale'nin duyguları, dokundukları şeylerden geliyor:Bir ayıcık,ahşap,sıcak su, köpük…
Kumda ya da çimende çıplak ayakla yürüdüğümüzde, yumuşacık bir giysiye dokunduğumuzda, çalan bir piyanoyu dinlediğimizde, hepimiz benzer bir keyif duyarız. Bütün bu şeyler bize bazı duygular yaşatır. Oysa,dokunulan nesneler hiçbir şey hissetmez. Duygular,insanlar arasında dolaşır: Murat beni güldürür, neşemi görür, benim neşelenmem onun hoşuna gider;Murat'ın keyiflenmesi beni mutlu eder, benim mutluluğum da onu memnun eder…
İnsanoğlu, gelişimine bu duygu banyosunda başlar ve hepimiz böyle bir duygu alışverişi içinde yaşarız.''
Doğumdan ölüme, gündüzden geceye, geceden gündüze bizi bu koca duygu banyosuna atan nedir?
Neşeyi,üzüntüyü,keyfi,acıyı,mutluluğu,mutsuzluğu,umudu,umutsuzluğu,endişeleri, pişmanlıkları, arzuları,huzuru,öfkeyi,sakinliği,gerginliği,gururu,utancı…aynı anda yaşatan şey ne olabilir?
Aşk, dostluk...
CANIM KIZIM ELA,
Bu seneye dair mektuplarımdan ilkini sana yazmak istedim. Malum sene başı ile sene sonu arasında gözle görülür şekilde büyüyen sendin. Yukarıdaki son paragrafta denilen tüm duyguları aynı anda yaşadığını her halinle hissettiren oldun. Sene başında çok daha saf bir çocuktun sene sonuna geldiğimiz de ise genç kız aday adayı olduğunu bu duygu seli ile en çok hissettiren oldun.
Bu sene bana en çok söylediğin cümle ise '' Bana güven anne. Benim aklıma güven.'' oldu.
Ne zaman okula dair acaba şunu yaptın mı bunu yaptın mı diye sorguladığımda cevabın çok netti.
'' Okula giden benim. Benden daha iyi bilemezsin. Ben ne diyorsam öyledir.''
Her zaman net duruşu olan ve akla saygı duyan bir çocuktun ama bu sene akla her zamankinden çok daha fazla önem verdiğini ve herşeyden önemlisi kendi aklını çok sevdiğini her daim hissettirdin bana. Gurur duydum inan. Sorumluluk sahibi olmana ve kendi ayakları üzerinde durabildiğine özellikle senenin son çeyreğinde çok daha fazla tanık oldum inan.
Bu sene birçok yönüyle ilklerini yaşadın aslında. Kasım ayının ilk günlerinde şehir dışına, yanlız başına Antalya'ya tenis turnuvasına gittiğinde ne kadar çok büyümeye, kendi sorumluluğunu taşımak istediğine emin oldum. Aklınla problem çözme yeteneğini geliştirdiğini deneyimledim.
Hele turnuvanın son maçındaki 2,5 saatlik mücadeledende -kimi zaman ağladığın kimi zaman kendinle gurur duyduğun kimi zaman pes ettiğin kimi zaman arkadaşlarının ''hadi Ela yapabilirsin '' dediklerinde tekrar maça asılıp maçı tie break'ten aldığın zaman -tamam dedim. Deneyimlerin en büyüklerinden bir tanesi tecrübe ettin dedim. Çok gurur duydum inan.
BFF kavramının bu sene dibine vurdun, kendin gibi tenis oynayan, akıllı ve duygularını az belli eden BFF 'lerin oldu. Instagram sayesinde arkadaşlıklarını yücelttin, seni tagleyenleri sen de tagledin, sevdin ve dolayısıyla bir arkadaş grubu içerisinde kendine olan güvenini geliştirdin. Bizim zamanımızın anket defteri sizin zamanınızın Instagram'ı oldu. Daha kısa, öz ve içeriksiz olsa da zamane çocukluğu böyle dedik mecbur kabul ettik. Hatta bak jargona uygun olsun diye kelimeleri türkçeleştirmedim bile.
Sonuçta; 10 yaşını bitirmiş bir genç kız aday adayı olarak olmanı istediğim yerde olduğun için çok mutlu oldum inan.Çok.
Aklına tapan canım kızım,
Hayatta bazı şeylerin hatta çoğu şeylerin akılla çözülemediğini ben de bu yaşlarımda öğrendim. Dolayısıyla hayat boyu en yakın dostum olarak senin ''duygularını '' keşfetmeni ve bazı zamanlarda aklına bile tercih etmen gerektiğini sana öğretmek, bu konuda yol göstermek ve destek olmak benim hem en önemli sorumluluğum hem de en büyük zorluklarımda olacak belli ki. Hele de senin gibi katı, kendi aklını fazlasıyla seven inatçı bir kişilik karşımdayken.
O yüzden sana özel bir kitap almak istedim yeni yıl hediyesi olarak. Sen hevesle bir Iphone 5 beklerken. Aşk ve dostluk isimli. Çıtır çıtır felsefe serisinden.Hani senin okulda hem okuyup hem de tartıştığın kitap serisinden. Hani bu yazımın ilk paragrafı haline getirdiğim alıntının kitabın ilk girişi olan. Hani birlikte okuyup birlikte tartışmak istediğim.
Canım kızım,
Hep sana söylediğim gibi hayatımızda her daim en önemlilerimiz; ailemiz ve dostlarımız…Kah deneyimleyerek, bazen hata yaparak bazen de okuyarak onları hayatımızdaki en önemli yerlere koymayı öğreniyoruz.
Ben de seninle birlikte hem öğrenmek hem de büyümek istiyorum. Belki de bazen senin beni büyütmeni bekliyorum kimbilir.
Tek bildiğim seni çok sevdiğim.
Nice mutlu senelere güzel kızım.
29-12-2013
29 Aralık 2013 Pazar
27 Aralık 2013 Cuma
2013
Hani kış sabahlarında -hatta şu kısa Aralık günlerindeki gibi - daha ezan okunurken kalkarsanız ya yataktan. Kalkmak zorundasınızdır. Ya işe gideceksinizdir ya da çocuklarınızı okula göndereceksinizdir. Ne olursa olsun çok zordur o an. Ne kadar çok sevseniz de çocuklarınızı, işinizi, kocanızı zor gelir o yataktan kalkmak ve yüzleşmek hayatla.
Sabah daha 6.00 sularıdır. Gökyüzü kapkaranlıktır. Perdeyi aralayıp bir ışık hüzmesi arar gözleriniz ama nafile. Gözler umudu ararken vücut ise sürekli yatağa geri dönmeyi ister. O an ertelemek istersiniz günlük acil işlerinizi, tek yapmak istediğiniz zamanı durdurmak iken.
Hava karanlık, ruhunuzda da karanlıktır. Vücut derseniz aydınlanma için çok şiddetli bir dış etkene ihtiyaç duyar. Belki bir müzik, belki bir kahve belki de biraz ayıldıktan sonra spor gibi bir şok etki ile aydınlanmaktan öte ayılmayı bekler ruh ve beden. Belki de sadece biraz zamana ihtiyaç vardır. Sadece zamana...
Hakikaten zaman da çok değil 1 saat sonra fark ettirmeye başlar etkisini. Yavaş yavaş ayılırsınız, ışık hüzmeleri belirdi mi gökyüzünde, yüreğinizde de farklı kıpırtılar olur. Şans vermeye başlarsınız bu sefer geçen zamana. Onu durdurmaya uğraşmak yerine onunla akmaya hazır olduğunuzu hissedersiniz. Düşünceler de yavaş yavaş uyanır, ertelemeyi düşündüğünüz şeyleri tekrar düşünerek ''neden olmasın?'' demeye başlarsınız. Daha uyanık olursunuz, daha hazır olursunuz ister harekete geçmeye ister sadece durmaya. Farkındalığı olan bir ''ayık'' olarak.
2 saat geçtikten sonra artık uyku halinden, uyuşukluktan eser kalmaz. Harekete geçmiş çoktan bir takım eylemler içinde bulursunuz kendinizi. Farklılaşmıştır düşünceler, planlar bile değişmiştir.
Sadece 2 saat bile yetmiştir aslında kendimizi bulmaya. Sabah saat 6.00 'daki halimizden bambaşka bir hale dönüşürüz sabah 8.00 'de. Çoğunlukla da daha iyi bir hale dönüşürüz. Kimi zaman da '' iyi ki ertelememişim şu işimi bu işimi o ruh halimle '' deyip günlük hayatın temposuna bırakırız kendimizi. Aslında kendimizi bıraktığımız tek şey '' zaman'' dır.
Sene sonuna daha bir kaç gün var. Ama 2013 'e dair kabaca hislerimdi bunlar. Zor bir sene idi. Bireysel zorluklar kadar toplumsal zorluklarını da çokça hissettiğimiz. Ne olursa olsun ilerlediğimiz.Yerimizde hiç saymadığımız.
Ben kendi adıma zamanla boğuşmak yerine zamanla akmayı ve zamana teslim olmayı öğrendim bu sene.
Farkında olan ayık halimi daha çok yücelttim.
Daha doğrusu yüceltme duygusunu yüceltmeyi öğrendim.
Yatağa dönmek istediğim her anda hissettiklerime '' bu halimde geçecek nasılsa dur ve bekle biraz daha'' dedim.
Sabrederek ilerleneceğini öğrendim.
Sıkıca tutmak yerine bırakarak değişimi deneyimledim.
Düşüncelerimi ve duygularımı istismar eden herkese; ister çok yakınım ister uzaktan tanıdığım, sınırlarımı daha belirgin hale getirerek hissettirmeye çalıştım.
Vicdanımı çok daha fazla yokladım. Aldığım cevaplarla yoluma devam ettim.
Özen göstermeye özen gösterdim.Aileme, arkadaşlarıma kimi zaman da doğaya.
İlerledim.
Kimi zaman geriledim.
Kimi zaman ise çokça gerildim.
Çok değişik şeyleri denedim, çok farklı kişilerin deneyimlerinden etkilendim, blog yazılarıma devam ederek kendimi deneyimledim.
Değiştim.
Zordu.
Ama 2013 sene başına göre çok daha farklı bir noktaya geldim.
Farklılıkların farkını daha iyi anladım.
İleride ki bir noktaya gitmek yerine farklı bir noktada bulunmanın keyfinin sürülebileceğini keşfettim.
İyi ki kalktıktan sonra yatağa çok az geri dönmüşüm dedim.
Ne olursa olsun '' ağzımızın tadı olmadan '' hiç bir şeyden zevk alınamayacağını hissettim.
Ne olursa olsun hayatı yaşamanın, hayatta sevdiklerimizle olabilmenin çok güzel olduğunu bir daha deneyimledim.
Hepimize ağız tadıyla geçecek nice güzel seneler diliyorum. Sağlık diliyorum. Hem bireysel hem de toplumsal huzur diliyorum.
Gönlünüzden geçenlerin gönlünüzce olmasını yürekten diliyorum.
Sevgilerimle,
İpek
Sabah daha 6.00 sularıdır. Gökyüzü kapkaranlıktır. Perdeyi aralayıp bir ışık hüzmesi arar gözleriniz ama nafile. Gözler umudu ararken vücut ise sürekli yatağa geri dönmeyi ister. O an ertelemek istersiniz günlük acil işlerinizi, tek yapmak istediğiniz zamanı durdurmak iken.
Hava karanlık, ruhunuzda da karanlıktır. Vücut derseniz aydınlanma için çok şiddetli bir dış etkene ihtiyaç duyar. Belki bir müzik, belki bir kahve belki de biraz ayıldıktan sonra spor gibi bir şok etki ile aydınlanmaktan öte ayılmayı bekler ruh ve beden. Belki de sadece biraz zamana ihtiyaç vardır. Sadece zamana...
Hakikaten zaman da çok değil 1 saat sonra fark ettirmeye başlar etkisini. Yavaş yavaş ayılırsınız, ışık hüzmeleri belirdi mi gökyüzünde, yüreğinizde de farklı kıpırtılar olur. Şans vermeye başlarsınız bu sefer geçen zamana. Onu durdurmaya uğraşmak yerine onunla akmaya hazır olduğunuzu hissedersiniz. Düşünceler de yavaş yavaş uyanır, ertelemeyi düşündüğünüz şeyleri tekrar düşünerek ''neden olmasın?'' demeye başlarsınız. Daha uyanık olursunuz, daha hazır olursunuz ister harekete geçmeye ister sadece durmaya. Farkındalığı olan bir ''ayık'' olarak.
2 saat geçtikten sonra artık uyku halinden, uyuşukluktan eser kalmaz. Harekete geçmiş çoktan bir takım eylemler içinde bulursunuz kendinizi. Farklılaşmıştır düşünceler, planlar bile değişmiştir.
Sadece 2 saat bile yetmiştir aslında kendimizi bulmaya. Sabah saat 6.00 'daki halimizden bambaşka bir hale dönüşürüz sabah 8.00 'de. Çoğunlukla da daha iyi bir hale dönüşürüz. Kimi zaman da '' iyi ki ertelememişim şu işimi bu işimi o ruh halimle '' deyip günlük hayatın temposuna bırakırız kendimizi. Aslında kendimizi bıraktığımız tek şey '' zaman'' dır.
Sene sonuna daha bir kaç gün var. Ama 2013 'e dair kabaca hislerimdi bunlar. Zor bir sene idi. Bireysel zorluklar kadar toplumsal zorluklarını da çokça hissettiğimiz. Ne olursa olsun ilerlediğimiz.Yerimizde hiç saymadığımız.
Ben kendi adıma zamanla boğuşmak yerine zamanla akmayı ve zamana teslim olmayı öğrendim bu sene.
Farkında olan ayık halimi daha çok yücelttim.
Daha doğrusu yüceltme duygusunu yüceltmeyi öğrendim.
Yatağa dönmek istediğim her anda hissettiklerime '' bu halimde geçecek nasılsa dur ve bekle biraz daha'' dedim.
Sabrederek ilerleneceğini öğrendim.
Sıkıca tutmak yerine bırakarak değişimi deneyimledim.
Düşüncelerimi ve duygularımı istismar eden herkese; ister çok yakınım ister uzaktan tanıdığım, sınırlarımı daha belirgin hale getirerek hissettirmeye çalıştım.
Vicdanımı çok daha fazla yokladım. Aldığım cevaplarla yoluma devam ettim.
Özen göstermeye özen gösterdim.Aileme, arkadaşlarıma kimi zaman da doğaya.
İlerledim.
Kimi zaman geriledim.
Kimi zaman ise çokça gerildim.
Çok değişik şeyleri denedim, çok farklı kişilerin deneyimlerinden etkilendim, blog yazılarıma devam ederek kendimi deneyimledim.
Değiştim.
Zordu.
Ama 2013 sene başına göre çok daha farklı bir noktaya geldim.
Farklılıkların farkını daha iyi anladım.
İleride ki bir noktaya gitmek yerine farklı bir noktada bulunmanın keyfinin sürülebileceğini keşfettim.
İyi ki kalktıktan sonra yatağa çok az geri dönmüşüm dedim.
Ne olursa olsun '' ağzımızın tadı olmadan '' hiç bir şeyden zevk alınamayacağını hissettim.
Ne olursa olsun hayatı yaşamanın, hayatta sevdiklerimizle olabilmenin çok güzel olduğunu bir daha deneyimledim.
Hepimize ağız tadıyla geçecek nice güzel seneler diliyorum. Sağlık diliyorum. Hem bireysel hem de toplumsal huzur diliyorum.
Gönlünüzden geçenlerin gönlünüzce olmasını yürekten diliyorum.
Sevgilerimle,
İpek
5 Aralık 2013 Perşembe
Mektup dizisi...
2013 'ü geride bırakmaya az bir zaman kaldığı şu günlerde benimde aklıma mektuplar yazmak geldi. Benim için önemli olan kişilere, aileme, kendime, hayata, doğaya, ülkeme mektup yazmak istedim. Yazdıkça daha iyi muhakeme etme imkanı bulacaktım hem. Neler hissettiğimi, sevinçlerimi, kederlerimi, nasıl yaşadığımı upuzun bir seneyi.
Önce düşündüm hep güzellikleri yazarım herhalde dedim. Sonra boğazım düğümlendi…Hep güzelliklerin olmadığını, koskoca bir çatışmanın ortasında nice yitip giden gençler geldi aklıma.
Gezi parkında, Gezi parkı için, ağaç simgesi altında kişisel özgürlükler için. İkna oldum kesinlikle yazmalıyım dedim. Sadece güzellikleri değil, hayal kırıklıklarımı, yer yer tükenmişliklerimi yer yer ümitsizliklerimi de yazmalıyım dedim.Hem belki dedim boşaltırken içimdeki dertleri, dertlerden sıkılmış çözüm üretirken de bulabilirim kendimi.
Önce özel mektuplarımı bitirmeyi hedefledim. Özel yaşamımı toplumsal yaşamımdan daha yeğ tuttuğumdan değil önce ümit ve umut doldursun istediğim için içimi. Belki de kaçtım yüzleşmekten önce ağır ama gerçek sorunlardan.
Madem son bir seneyi tekrar düşünecektim; müzik de bu işin olmazsa olmazı her anımın yoldaşı idi. O zaman şarkılardan da kendim için bir seçki yapayım istedim. İster istemez en günceli geldi hemen aklıma. Şu sıralar hemen her gün dinlemekten çok keyif aldığım.
Orijinali söyleyen Keane'i çok daha beğensem, imkanım olan her an avaz avaz söylesem de bu versiyonu da içimi başka ısıttı. İngilizlerin çok sevdiği çok katlı mağazası olan John Lewis 'in noel için Lily Allen 'e yaptırdığı özel versiyonu ile klibini buyrun hem izleyin hem dinleyin.
Ben de ilk mektubumu kime yazacağımı düşüneyim...
Önce düşündüm hep güzellikleri yazarım herhalde dedim. Sonra boğazım düğümlendi…Hep güzelliklerin olmadığını, koskoca bir çatışmanın ortasında nice yitip giden gençler geldi aklıma.
Gezi parkında, Gezi parkı için, ağaç simgesi altında kişisel özgürlükler için. İkna oldum kesinlikle yazmalıyım dedim. Sadece güzellikleri değil, hayal kırıklıklarımı, yer yer tükenmişliklerimi yer yer ümitsizliklerimi de yazmalıyım dedim.Hem belki dedim boşaltırken içimdeki dertleri, dertlerden sıkılmış çözüm üretirken de bulabilirim kendimi.
Önce özel mektuplarımı bitirmeyi hedefledim. Özel yaşamımı toplumsal yaşamımdan daha yeğ tuttuğumdan değil önce ümit ve umut doldursun istediğim için içimi. Belki de kaçtım yüzleşmekten önce ağır ama gerçek sorunlardan.
Madem son bir seneyi tekrar düşünecektim; müzik de bu işin olmazsa olmazı her anımın yoldaşı idi. O zaman şarkılardan da kendim için bir seçki yapayım istedim. İster istemez en günceli geldi hemen aklıma. Şu sıralar hemen her gün dinlemekten çok keyif aldığım.
Orijinali söyleyen Keane'i çok daha beğensem, imkanım olan her an avaz avaz söylesem de bu versiyonu da içimi başka ısıttı. İngilizlerin çok sevdiği çok katlı mağazası olan John Lewis 'in noel için Lily Allen 'e yaptırdığı özel versiyonu ile klibini buyrun hem izleyin hem dinleyin.
Ben de ilk mektubumu kime yazacağımı düşüneyim...
3 Aralık 2013 Salı
İyi ki...
'' Mesela Tom Cruise' e mektup yazacaksınız. Kendinizi 13 yaşında olarak mı yazarsınız yoksa 18-19 yaşlarında çok güzel, üniversiteye giden bir kız olarak mı yazarsınız?''
''Lider misiniz ? Lider olmayı istermisiniz? Niye?''
''Bir arkadaşınızla kavga ederken inatçı mı olursunuz yoksa iyilik bende kalsın deyip kavgayı bitirmeye mi çalışırsınız?''
''Mesela saçınızı kestirdiniz. Gerçekten çirkin oldu. Bunun farkındasınız. Eğer bir arkadaşınız çıkıp ''Ooo nefis olmuş derse O'nun bu lafını beğenip onunla samimi mi olursunuz yoksa nefret mi edersiniz?''
''Pek hoşlanmadığınız kişilerinde içinde bulunduğu büyük bir grup içerisinde mi arkadaşlık etmeyi istersiniz yoksa bütün zevk ve özelliklerinizin aynısını taşıyan bir kişiyle mi arkadaşlık etmek istersiniz ? Niye?
Yıl 1987. Tam 13 yaşındayım. Anket defterinde sorduğum sorulardan bazıları yukarıdakiler. İzmir'de yaşıyorum o zaman. Hatta yarı zamanlı şehir yarı zamanlı lojman hayatı yaşıyorum. Aliağa'da ki Petkim lojmanlarında. Ama bizim için adeta Alis harikalar diyarında.
Anket defterini A-ha, Rob Lowe, Cyndi Loper, Tina Turner, Samantha Fox, Bruce Springsteen, Madonna, Peter Gabriel süslüyor. Blue Jean'den çıkmış stickerlar dolu heryerinde. Tam 80'ler.
Belli ki tam 80 kuşağı ergenim.
Belli ki kendimi güzel bulmuyorum.
Belli ki bugün nasılsa o gün de Tom Cruise'i beğeniyorum.
Belli ki liderlik kaygım kadar lider olma isteğim var.
Belli ki bugün nasıl arkadaşlarıma güvenmek ve duyacaklarıma üzülsem bile o zamanda da onların gerçek fikir ve duygularını öğrenmek için yüzleşmeye önem veriyorum.
Belli ki şimdi nasılsa o zamanda ateşliyim söz konusu fikirlerim olduğunda. Ama farkındalıkta var bugün nasıl varsa o yaştada . İyilik adına fikirlerimden vazgeçip vazgeçmemeyi tartıyorum kendimce.
Belli ki saçlarım o zamanda bir konu. Nasıl olmasın ki? Yaşadığım 38 sene boyunca hep kesildiler, her kısalıkta ve tarzda. Ancak şu son 2 senedir saldılar kendilerini de diğer herkese benzer oldular. Belli ki yaş 13 kendimi çok beğenmiyorum ama yine de bir tarzım olmasına uğraş veriyorum.
Aşk hep var. Belli bir kişiye. Takma adı Şirine'ye. Pek tabii platonik. 1992 Kasım ayında olmayacak bir şekilde tanıştığım, duygularımı aktardığım, dostuğunu kazandığım, 1993 Eylül ayında da olmayacak bir kaza sonrasında toprağa verdiğim. Olmayacak ne denilirse olabildiğine art arda tanık olduğum ilk zamanlar...
2013 aylardan Ekim. Tam 26 sene sonra. İstanbul'da evimdeyiz. Bir grup dostum masanın etrafında. Hepsi 6 yaşından beri tanıdığım. Sadece tanımak değil birlikte hayatımızı paylaştığımız. Benim için hayat paylaşmak demek anne ve babalarımızı da yaşamış olmak demek. Uzaktan değil dibinden, taa içinden. Lojman hayatı sayesinde.
Anket defteri önümüzde, ellerimiz karnımızda gülmekten oturamıyoruz. 26 sene önce o defterdeki sorulara cevap yazanların çoğu yanıbaşımda.
Şans, şükür, iyi ki'ler havada uçuşmakta...İyi ki kayıt altına almışım, iyi ki saklamışım o defteri ve nicelerini.
Sonra bir arkadaşım çıkartıyor I-phone'unu. ''Bak ne göstereceğim'' diyor. Ekranda annemin el yazısı. Şok oluyorum ama hemen tanıyorum. Annemden el yazısı ile yazılmış Pan Cake tarifi ekranında. Kendi annesi göndermiş O'na da. Anlıyorum ki annem bana selamını gönderdi o sırada, öptü beni yanaklarımdan.
Tam 1 sene önce tekrar kayıt altına başladım dokunduklarımı, bana dokunanları, hissettiklerimi, hissettirdiklerimi bu blog sayesinde…Kayıtsız kalmamak adına…Kendim için...İyi ki...
Annemin Pan Cake tarifini sizinle de paylaşmak istedim. Şimdiden afiyet olsun..
''Lider misiniz ? Lider olmayı istermisiniz? Niye?''
''Bir arkadaşınızla kavga ederken inatçı mı olursunuz yoksa iyilik bende kalsın deyip kavgayı bitirmeye mi çalışırsınız?''
''Mesela saçınızı kestirdiniz. Gerçekten çirkin oldu. Bunun farkındasınız. Eğer bir arkadaşınız çıkıp ''Ooo nefis olmuş derse O'nun bu lafını beğenip onunla samimi mi olursunuz yoksa nefret mi edersiniz?''
''Pek hoşlanmadığınız kişilerinde içinde bulunduğu büyük bir grup içerisinde mi arkadaşlık etmeyi istersiniz yoksa bütün zevk ve özelliklerinizin aynısını taşıyan bir kişiyle mi arkadaşlık etmek istersiniz ? Niye?
Yıl 1987. Tam 13 yaşındayım. Anket defterinde sorduğum sorulardan bazıları yukarıdakiler. İzmir'de yaşıyorum o zaman. Hatta yarı zamanlı şehir yarı zamanlı lojman hayatı yaşıyorum. Aliağa'da ki Petkim lojmanlarında. Ama bizim için adeta Alis harikalar diyarında.
Anket defterini A-ha, Rob Lowe, Cyndi Loper, Tina Turner, Samantha Fox, Bruce Springsteen, Madonna, Peter Gabriel süslüyor. Blue Jean'den çıkmış stickerlar dolu heryerinde. Tam 80'ler.
Belli ki tam 80 kuşağı ergenim.
Belli ki kendimi güzel bulmuyorum.
Belli ki bugün nasılsa o gün de Tom Cruise'i beğeniyorum.
Belli ki liderlik kaygım kadar lider olma isteğim var.
Belli ki bugün nasıl arkadaşlarıma güvenmek ve duyacaklarıma üzülsem bile o zamanda da onların gerçek fikir ve duygularını öğrenmek için yüzleşmeye önem veriyorum.
Belli ki şimdi nasılsa o zamanda ateşliyim söz konusu fikirlerim olduğunda. Ama farkındalıkta var bugün nasıl varsa o yaştada . İyilik adına fikirlerimden vazgeçip vazgeçmemeyi tartıyorum kendimce.
Belli ki saçlarım o zamanda bir konu. Nasıl olmasın ki? Yaşadığım 38 sene boyunca hep kesildiler, her kısalıkta ve tarzda. Ancak şu son 2 senedir saldılar kendilerini de diğer herkese benzer oldular. Belli ki yaş 13 kendimi çok beğenmiyorum ama yine de bir tarzım olmasına uğraş veriyorum.
Aşk hep var. Belli bir kişiye. Takma adı Şirine'ye. Pek tabii platonik. 1992 Kasım ayında olmayacak bir şekilde tanıştığım, duygularımı aktardığım, dostuğunu kazandığım, 1993 Eylül ayında da olmayacak bir kaza sonrasında toprağa verdiğim. Olmayacak ne denilirse olabildiğine art arda tanık olduğum ilk zamanlar...
2013 aylardan Ekim. Tam 26 sene sonra. İstanbul'da evimdeyiz. Bir grup dostum masanın etrafında. Hepsi 6 yaşından beri tanıdığım. Sadece tanımak değil birlikte hayatımızı paylaştığımız. Benim için hayat paylaşmak demek anne ve babalarımızı da yaşamış olmak demek. Uzaktan değil dibinden, taa içinden. Lojman hayatı sayesinde.
Anket defteri önümüzde, ellerimiz karnımızda gülmekten oturamıyoruz. 26 sene önce o defterdeki sorulara cevap yazanların çoğu yanıbaşımda.
Şans, şükür, iyi ki'ler havada uçuşmakta...İyi ki kayıt altına almışım, iyi ki saklamışım o defteri ve nicelerini.
Sonra bir arkadaşım çıkartıyor I-phone'unu. ''Bak ne göstereceğim'' diyor. Ekranda annemin el yazısı. Şok oluyorum ama hemen tanıyorum. Annemden el yazısı ile yazılmış Pan Cake tarifi ekranında. Kendi annesi göndermiş O'na da. Anlıyorum ki annem bana selamını gönderdi o sırada, öptü beni yanaklarımdan.
Tam 1 sene önce tekrar kayıt altına başladım dokunduklarımı, bana dokunanları, hissettiklerimi, hissettirdiklerimi bu blog sayesinde…Kayıtsız kalmamak adına…Kendim için...İyi ki...
Annemin Pan Cake tarifini sizinle de paylaşmak istedim. Şimdiden afiyet olsun..
18 Kasım 2013 Pazartesi
Yürek ve sevgi üzerine...
Herşey tam 1 sene önce başladı. Rastgele değildi belki ama şundan dolayı diyecebileceğim belirli sebepten ötürü de pek değildi.
İçimdeki yönetim kurulunda bir devrim yaşanıyordu. Uzun yıllar yöneticilik koltuğuna sımsıkı sarılı ''aklım ve mantığım '' yardımcısı ''yüreğim ve iç sesim'' tarafından ciddi bir şekilde tehdit ediliyordu. Sonucunda devrim oldu. Beni yöneten yönetim kurulunun başına; yıllarca ikinci plana atılan, ''sen sus bilmezsin bu işleri '' diye bastırılan iç sesim- yüreğim geçti. Ben sadece izledim. Sınırlarımı kaldırdım. Neden olmasın dedim. Zamanı gelmişti belki de dedim. İzin verdim. Kendimi sınırsızlığa bıraktım. Merakla yaşayacaklarımı izlemeye koyuldum…
Önce -Aralık ayında- karlı bir kış gününde taa Brezilya 'dan gelmiş bir astroloğa gittim. Hiç aklımda yokken. Bir arkadaşım vesile oldu. Aylar öncesinden dolan randevuları kar yüzünden boşalınca bana yer açıldı. Koştura koştura gittim. Sadece babamı aradım tam doğum tarihimi hatırlamasını istedim. Mütaala etmesi için zaman verdim şunla bunla. Sonra çıktım yakışıklı olan astroloğun karşısına…
Bir çok şeyin arasında tek bir şey söyledi;
'' Bugüne kadar aklınla buralara gelmişsin ama sendeki yetiler başka. Bundan sonra iç sesini dinlersen senin için çok daha hayırlı şeyler olacak.''
Tam da içimde devrim yaşanırken bunu duymak beni daha da yüreklendirdi. Yüreğim doldu taştı. Ne yapacağımı bilemedim. Sadece izin verdim. Beklemeye koyuldum.
Üzerinden 6 ay geçti. Yaz geldi. En yakın arkadaşımın ısrarı ile çok güzel olan bir yoga hocası ile sadece tanışmak için bir yoga dersine başladım. 1-2 ders derken önce bu konudaki önyargılarımla yüzleştim sonrada sadece ''zihinsel'' değil ''bedenimin'' de sınırlarını ortadan kaldırabilmek ve ''yapabildiklerimi '' görebilmek için düzenli yoga yapmaya başladım. Bu kadar zamandır meğersem ne kadar da susuz ve açmışım fark ettim. Her şeyin bir sebebi ve zamanı varmış, yürekten inandım.
Sonra hayatıma çok farklı kişiler ve sohbetler girmeye başladı. Belki hep varlardı. Ama bu farkındalıkla çok daha özel ve kıymetli olduklarını anladım.
Bu kişilerden bir tanesi ile sizi tanıştırmak istedim.
Afet Erengezgin.http://www.erengezgin.net/aforum.htm
Geçen aylarda Bursa'nın Ürünlü köyüne Afet hanım ve kocası ile tanışmak üzere gitmiştik. Bir nevi iş seyahati idi. Hatta konu Afet hn bile değildi.Ama dedim ya herşeyin bir sebebi var.)) Bulunca birbirimizi konu konuyu açtı. Enerjisel bir çekim oldu. Veya kimyamız tuttu. Neticede kendisine hayran bıraktı.
30 sene önce İstanbul 'da genç bir seramik sanatçısı iken; AFS ile Amerika 'ya 1960 'larda gitmiş şanslı kişilerden biri iken; hayatta önünde pek çok seçenek varken; tam 30 sene önce ''doğada olmam lazım '' diyerek Bursa'nın Ürünlü köyüne kocası ile yerleşmiş; yerleşmekle kalmayıp 2 biolojik çocuğunun yanısıra kapılarını 3 evlatlığa açarak kocaman bir aile olabilmeyi başarmış. Çocuklarını köy ilkokuluna göndermiş. Köylüye yardım etmiş, kendi ekmiş, biçmiş, üretmiş. Daha sonra ''kendisini'' ve içindeki ''sevgiyi '' bulmuş. Bulmakla kalmayıp bu yetiyi başkalarıyla meditasyon yoluyla paylaşmaya da kendisini adamış…
Çok kısa sürdü alışverişimiz…Ama biliyorum ki çıktığım yolda kendisi ile daha sık karşılaşacağım. Daha nice basiti yaşayan özel insanlar gibi.
Kendi özgeçmişinden bir alıntı çok hoşuma gitti.
Özgeçmisimi takdim ettim ve “özgelecegimi” olusturacak eylemlerde yeniden bulusmak üzere köyüme döndüm !.
Her birimizin özgeleceğini oluşturacağı eylemlerde buluşması dileğiyle…
Aşağıdaki yazısı sadece bir örnek. İnternet sitesinden daha fazla bilgiyi bulabilirsiniz.
Sevgi ÜRETMEK !..
Insanoglu belki de varolusundan beri kendini evrenin efendisi, dünyayi da tek gerçeklik diye belledi.. Oysa bu yerküre dedigimiz gezegendeki üçüncü boyutun geregi, görme dedigi eylemin GÖZ denen mercegine tutsaktir insan..
Üçüncü boyut, bu merceklerden süzülen görüntülerle dualiteyi, yani ikilemi yasiyor..
Farkliliklarla dolu sonsuz sayida parçalarla tanimliyoruz yasami.
Baligin su ortamindan baska bir dünya tanimadigi gibi, iki boyutlu kagit düzleminde yasayan canlinin üçüncü boyutu algilayamadigi gibi, insanogluna da bu merceklerden bakis, tek gerçeklik gibi görünüyor..
Oysa bir de, sözgelimi elektron mikroskobunun mercekleri ile izleyelim dünyayi: Orada artik sen, ben, masa, tabure vesaire yok !.. Her sey birbirinin uzantisi, bir titresimler denizi..
Bu anlayisla baktigimda GERÇEK NE ? diyorum !..
Ben bir sanatçiyim. Bugüne dek sanati sadece yapitlarimda uygulamadim. Hayati bütünü ile sanat olarak yasamaya özen gösterdim.
VE SONRA uzun yillar Mevlana’yi arastirdim. Tasavvufun derinliklerine indikçe, uzakdogu felsefesinde buldum kendimi. Ve sonunda tüm bilginin özününün BIR oldugunu gördüm. “Ilim bir nokta idi, cahil onu çogaltti” deyisinin gerçekligini yasadim bir anlamda..
Ve bu “benim” anlayisim oldu !.. Bütünün hayrini düsünmek ve yasamimda bu ilkeye öncelik vermek, yasam tarzim oldu..
Bütününün hayrini düsünmek demenin, KOSULSUZ SEVGIYI hayatin içine çekmekle ayni oldugunu gördüm. Ve de evrende sevginin tek gerçeklik oldugunu !..
Bunun yolunun da içe dönmekten geçtigini anladim. Zihni durultmak ve sessizlige, dinginlige dogru yol almak... NASIL ?
Iste burada meditasyona, tefekküre gereksinim duyuyoruz. Bizim yaptigimiz bu... Dinginlige, öze ulasma çabalari.. Bu teknigi denerken yan ürünler çikiyor ortaya.. Sifa gibi, içe dogus gibi, duru görü gibi !.. Aslinda, yine üçüncü boyut anlayisi ile parçalara bölüverdik. Oysa bu saydiklarimin hepsi bir bütün !..
Dinginlik dedigimiz, ALFA dalgalarina ulasma teknigidir meditasyon.
O ulastigimiz yer, bizim daha yüksek frekansla titresen bir veçhemizdir. Orada biz, mükemmeliz. Daha düsük frekans olan fizik bedenimize, ALFA dalgalarindan sifa getirebiliriz.
Bu, ulastigimizi kabul ettigimiz yer, ki “O DA BIZIZ !” ve her meditasyonda, “O” ince titresimli yere, zihinsel olarak gide gele, “SIFA” yi da olusturabiliriz.
Hem kendimizde, hem de baskalarinda..
Birlikte yapilan meditasyonlarda, bu titresimsel güç artar. ALFA dalgalarina yükselen her kisi, bu dalgayi çevresine yaymaya baslar. Dolayisi ile, bulundugu mekan, ve etrafindaki kisileri pozitif yönde etkiler..
Bu bir anlamda saf, kosulsuz sevginin paylasimidir. Hatta, SEVGI ÜRETMENIN bir yoludur.
Biz, ÇARSAMBA GÜNLERI burada bunu yapiyoruz. SEVGI üretiyoruz.
SEVGI, “KOSULSUZ SEVGI” ; SIFADIR !..
Bu, anlatilabilecek bir sey degildir. Ancak deneyimlenir. Meditasyon da öyle !.. Bu bir gönül birligidir. Inanan kisilerin gönül birligi..
Hiçbir menfaat gütmeden, kosulsuz, salt deneyim..
Bu bir kurs veya tarikat veya din degildir. GÖNÜL GÖZÜNÜ açma deneyimidir.
Huzur bulma, sevgi üretme, dolayisi ile sifalanmadir.
Deneyimler, bir ders anlayisi ile yapilmaz. Yani bir mürit-mürsit iliskisi yoktur. Ilk katilan da, defalarca katilan da hem ögrenir hem de ögrenirken ögretir.
Paylasilan bilgilerin tek ve mutlak dogrular olmadiginin açiklanmasi esastir benim için. Her sey konusulur, paylasilir ama sonuçlar kisinin kendi zihinsel süzgecinden geçerek o kisinin arti hanesine kaydolur veya olmaz !..
Çok önemli bir zaman diliminde bulunuyoruz. Herkesin kendi açilimini dogrudan yasayabilecegi bir zaman dilimi !.. Herkesin bu konuda birbirine saygi ile izin vermesi gerekir.
Paylasilan bilgiyi veya deneyimi kabul etmeyen kisi, bir daha toplantiya gelmeyebilir. Bu onun tercihidir. Yine de o, kalbimizde sevgi ile yerini alir.
Iste sevgi böyle üretilir...
Benim gibi düsünmeyeni de severek, zor olani, aykiri olani da severek.. En kabul edilemeyeni bile severek. En azindan, gönülden sevgi göndererek...
Iste sevgi böyle üretilir...
Belki önceleri “MIS” gibi yaparak !.. Bu, “MIS” gibiler, yakin bir gelecekte gerçek olur.
Çünkü, insan beyni böyle isler. Beyin hücreleri DOGRU-YANLIS bilmez. Onlarin hedefi, düsündügümüz veya söyledigimiz gibi olmaktir.
Iste bunun için “POZITIF” düsünce bu kadar önemlidir. Olmakta ve yapmakta zorlaniyorsaniz “MIS” gibi yapin. Bir müddet sonra “MIS” lar “GERÇEK” olur !. “MIS” gibi yapamiyorsaniz ve bununla “DALGA !” geçiyorsaniz, biz bu yola inananlar, sizleri çok seviyoruz ve sevgimizi size de yürekten, bol bol gönderiyoruz.
Evren bir bumerang gibidir. Ne gönderirsen “O” sana geri döner. Hatta misli ile döner..
Bunu herkes hayatinda bir çok kez denemistir. Ama, görebilmis midir onu bilemem !.. Önemli olan, görmektir, görüp, bilis hanesine geçirebilmektir...
Iste, “ÇARSAMBA GÜNLERI” bu anlayisa gönül vermis kisilerin, diledikleri Çarsamba geldikleri bir “KOSULSUZ SEVGI” deneyim günüdür.
Sizde de böyle bir paylasim arzusu varsa, kapimiz ve gönlümüz sonuna kadar açiktir.
Her “ÇARSAMBA” 13.00 dan itibaren toplanmaya basliyoruz Ürünlü Köyünde..
Bizi bulmak için köye geldiginizde, Âfet ya da Mimar Çelik’in evini sormaniz yeterli..
Meditasyon öncesi kisa nefes ve beden çalismalari yapiyoruz. Saat 14.00 de meditasyona basliyoruz.
Meditasyonu bu seanslara özel müzikler ve tema esliginde yapiyoruz. Isteyenler, müzige sesleri ile eslik edebiliyorlar. Kullanilan isitsel düzenlemeler, bedendeki çakra denen enerji sistemlerine göre özel ve bilinçli olarak hazirlanmis çalismalar oldugundan, bedende ve sinir sisteminde rahatlama sagliyor..
Her seyden önemlisi;
sevgiyi yakalamak, üretmek ve de paylasmak.. Sonra da hep birlikte evrenin sonsuzlugunda, ihtiyaci olan her varliga zihinsel olarak göndermek !.. ULASIR MI ? INANIYORSANIZ ULASIR !..
Âfet ERENGEZGiN
4 Ekim 2013 Cuma
Dick Cavett
Havalar tam da sinema zamanı. Şu sıralar en popüler filmlerin başında Woody Allen'in '' Mavi Yasemin'' i var. Henüz izleyemedim. Ama en kısa zamanda gitmek istediklerimden kendisi.
Hani böyle ünlü insanlar ve yaşamları söz konusu olduğunda sanki en yakınlarıymışız gibi atıp tutmaya bayılırız ya haklarında. Woody Allen örneğindeki sansasyonel olayların neticesinde bir çoğumuzun kadın içgüdüleri ile;
-''Ama Mia Farrow'a da yazık oldu canım''
dediğimiz gibi.
Geçen akşamlardan bir tanesinde eşimin bir iş yemeğine katıldık. Amerikalı misafirleri vardı. Bir karı-koca. Kadın nispeten ünlü. Pazarlama gurusu. Kitapları var. Şirketi var. Danışmanlık yapıyor. Yaşı 60 'larında. Ama enerjisi adeta Ajda.
Yanında kocası. Kendisinden daha büyük. 70 'lerin ortalarında.Yaşına göre karizmatik.
Yemek öncesinde bana telefon ediyor ve diyor ki eşim;
-'' Adam büyücüymüş acaba kızımıza birkaç numara öğretsin istermisin ? ''
Şok olan ben cevap veremiyorum, ne büyücüsü derken sihirbaz !! olduğunu anlatmaya çalıştığını anlıyorum. Dolayısıyla adam hakkında tek bildiğim şey bu.
Neyse önce Boğaz'da bir gezinti sonrasında da yine Boğaz kenarında ki bir mekana geçiyoruz. Klasik bir iş yemeği görüntüsünde, sohbete koyuluyoruz.
Önce NYC' de yaşayan bu çiftin Manhattan'da nerede oturduğunu soruyoruz. Aldığımız cevaba hemen ukalalık yapıyor ve;
- ''Aaa John Lennon 'ın evinin orasına ne kadar da yakınsınız'' diyorum.
Şu kadar yakınız bu kadar yakınız diye devam ediyorlar. Siz de maşallah pek iyi biliyorsunuz bizim oraları tadında ilerliyor sohbetimiz.
Sonra filmlere geliyor konu.Woody Allen 'in filmlerine. İzlediniz mi yeni filmini diyorlar. Henüz değil diyoruz. Sadece o an, nispeten ünlü olan kadın konuğumuz diyor ki;
-'' Woody, eşimin yakın arkadaşıdır. Karısını da çok sever.''
40 senelik dost gibi bu samimiyeti öğrenince aynen şöyle bir cümle sarf ediyorum;
-'' Mia Farrow'a da yazık oldu canım''
Kadın da aynen katılıyor bana;
-''Bence de. Ama kocam hiç de öyle düşünmüyor, aksine Soon-Yi'yi daha çok seviyor...''
Sanırsınız Hollywood 'da bir yerlerde, cemiyet hayatı yaşıyoruz.
O zamana kadar az konuşan adamı başlıyorum sorularımla boğmaya.Madem Woody Allen yakın arkadaşı madem ben de o an O'nun yanındayım. Kaçırmıyorum bu fırsatı. O'da az ve de öz konuşarak başlıyor anlatmaya.
Meğersem kendisi eskinin ( 1968-75 arası) çok ünlü bir talkshow'cusu imiş...Yale üniversitesi drama 'dan mezunmuş. Hem de dönemin terk erkek öğrencisi olarak.
Marlon Brando, Woody Allen, Katherina Hepburn, Alfred Hicthcock, Fred Astaire şovunda ağırladığı bir grup insanmış. İnsan demek haksızlık olur efsane demek daha yerinde olur.
John Lennon 'a sadece ev olarak değil meğersem arkadaş olacak kadar yakınlarmış !!!
O an ben de kendime '' Zavallı İpek '' diyorum...Seninde sorduğun bir şeymiymiş gibilerinden.
Meğersem yanımdaki karısından çok daha ünlü bir adam varmış yanıbaşımızda. Dinleyecek çok şeyimiz olan.
Sohbetin tam ortasında bu sefer eşim dayanamıyor;
-'' Bize ne zaman numaralarınızı göstereceksiniz'' diyor. Sabırsız bir çocuktan farksız.
O da Kapalıçarşı'dan bizim için aldığı kart destelerini çıkartıyor ve başlıyor karıştırmaya. Sadece masaya servis yapılmasın istiyor o an...
Çok dikkatli başlıyor numaralarını sıralamaya. Boğaz kenarında. Bir yemek masasında. Kapanmayan ağızlar, alkışlar ,vay be 'ler eşliğinde bir bir sıralıyor hünerlerini. Bildiğiniz sihir gösterisi. Bayağı ve sıradan hiç değil. Para verip izlemek isteyeceğiniz kadar özel ve sıradışı.
Yine başlıyor sormaya eşim çocuk gibi ;
'' Nasıl yaptınız? Hadi gösterin bize nasıl yaptığınızı?''
Tabiki ser verip sır vermiyor.
İş yemeği hakikaten özel bir şova dönüşüyor. Garsonlar da bu işten sebepleniyor. Yan masalarda cabası.
Yemeğin sonunda ısrarlara dayanamayan ünlü adam eşimi alıp arka tarafta bulunan odalardan birine götürüyor.1-2 basit kart oyunu öğretebilmek için. Çocuklarımıza hava atabilmek için.
Eve dönünce başlıyorum bu ünlü adamı araştırmaya. Sağolsun Youtube. Buldum kıymetli görüntüleri.Tamam eski meski. Ama keyifli.
Dedim ya kendisinin yanında birbirinden değerli efsaneler.
Meğersem o akşam O'da bizim için bir efsane imiş. Sonrasında fark ettiğimiz.
Hem ünlü hem sihirbaz hem de çok iyi yetişmiş bir tiyatrocu. Hatta 2014 Mart 'ın Broadway 'de tekrar sahne alacak olan.
Mucizeleri yaşamak an meselesi. Sadece istemek yeterli. O akşam gibi.
Dick Cavette Show 'dan sizin için seçtiklerime gelince aşağıda sadece birkaçı..Marlon Brando hep karizmatikmiş ama yaş almak O'na kesinlikle çok daha yakışmış, John Lennon ve Yoko 'nun başka önemli sıkıntıları varmış meğersem.Woody Allen ise hep sıradışı imiş.
Marlon Brando'nun gençliğine bakın...
http://www.youtube.com/watch?v=LAPDQ5MlLxE&list=PLABtHxs6gC4dookxE61rCL8ZTN4_aaFCS&index=1
Woody Allen...
http://www.youtube.com/watch?v=NW8Pu9s1QUM
Johnn Lennon ve Yoko Ono...
http://www.youtube.com/watch?v=oxoxMuca-2s
Hani böyle ünlü insanlar ve yaşamları söz konusu olduğunda sanki en yakınlarıymışız gibi atıp tutmaya bayılırız ya haklarında. Woody Allen örneğindeki sansasyonel olayların neticesinde bir çoğumuzun kadın içgüdüleri ile;
-''Ama Mia Farrow'a da yazık oldu canım''
dediğimiz gibi.
Geçen akşamlardan bir tanesinde eşimin bir iş yemeğine katıldık. Amerikalı misafirleri vardı. Bir karı-koca. Kadın nispeten ünlü. Pazarlama gurusu. Kitapları var. Şirketi var. Danışmanlık yapıyor. Yaşı 60 'larında. Ama enerjisi adeta Ajda.
Yanında kocası. Kendisinden daha büyük. 70 'lerin ortalarında.Yaşına göre karizmatik.
Yemek öncesinde bana telefon ediyor ve diyor ki eşim;
-'' Adam büyücüymüş acaba kızımıza birkaç numara öğretsin istermisin ? ''
Şok olan ben cevap veremiyorum, ne büyücüsü derken sihirbaz !! olduğunu anlatmaya çalıştığını anlıyorum. Dolayısıyla adam hakkında tek bildiğim şey bu.
Neyse önce Boğaz'da bir gezinti sonrasında da yine Boğaz kenarında ki bir mekana geçiyoruz. Klasik bir iş yemeği görüntüsünde, sohbete koyuluyoruz.
Önce NYC' de yaşayan bu çiftin Manhattan'da nerede oturduğunu soruyoruz. Aldığımız cevaba hemen ukalalık yapıyor ve;
- ''Aaa John Lennon 'ın evinin orasına ne kadar da yakınsınız'' diyorum.
Şu kadar yakınız bu kadar yakınız diye devam ediyorlar. Siz de maşallah pek iyi biliyorsunuz bizim oraları tadında ilerliyor sohbetimiz.
Sonra filmlere geliyor konu.Woody Allen 'in filmlerine. İzlediniz mi yeni filmini diyorlar. Henüz değil diyoruz. Sadece o an, nispeten ünlü olan kadın konuğumuz diyor ki;
-'' Woody, eşimin yakın arkadaşıdır. Karısını da çok sever.''
40 senelik dost gibi bu samimiyeti öğrenince aynen şöyle bir cümle sarf ediyorum;
-'' Mia Farrow'a da yazık oldu canım''
Kadın da aynen katılıyor bana;
-''Bence de. Ama kocam hiç de öyle düşünmüyor, aksine Soon-Yi'yi daha çok seviyor...''
Sanırsınız Hollywood 'da bir yerlerde, cemiyet hayatı yaşıyoruz.
O zamana kadar az konuşan adamı başlıyorum sorularımla boğmaya.Madem Woody Allen yakın arkadaşı madem ben de o an O'nun yanındayım. Kaçırmıyorum bu fırsatı. O'da az ve de öz konuşarak başlıyor anlatmaya.
Meğersem kendisi eskinin ( 1968-75 arası) çok ünlü bir talkshow'cusu imiş...Yale üniversitesi drama 'dan mezunmuş. Hem de dönemin terk erkek öğrencisi olarak.
Marlon Brando, Woody Allen, Katherina Hepburn, Alfred Hicthcock, Fred Astaire şovunda ağırladığı bir grup insanmış. İnsan demek haksızlık olur efsane demek daha yerinde olur.
John Lennon 'a sadece ev olarak değil meğersem arkadaş olacak kadar yakınlarmış !!!
O an ben de kendime '' Zavallı İpek '' diyorum...Seninde sorduğun bir şeymiymiş gibilerinden.
Meğersem yanımdaki karısından çok daha ünlü bir adam varmış yanıbaşımızda. Dinleyecek çok şeyimiz olan.
Sohbetin tam ortasında bu sefer eşim dayanamıyor;
-'' Bize ne zaman numaralarınızı göstereceksiniz'' diyor. Sabırsız bir çocuktan farksız.
O da Kapalıçarşı'dan bizim için aldığı kart destelerini çıkartıyor ve başlıyor karıştırmaya. Sadece masaya servis yapılmasın istiyor o an...
Çok dikkatli başlıyor numaralarını sıralamaya. Boğaz kenarında. Bir yemek masasında. Kapanmayan ağızlar, alkışlar ,vay be 'ler eşliğinde bir bir sıralıyor hünerlerini. Bildiğiniz sihir gösterisi. Bayağı ve sıradan hiç değil. Para verip izlemek isteyeceğiniz kadar özel ve sıradışı.
Yine başlıyor sormaya eşim çocuk gibi ;
'' Nasıl yaptınız? Hadi gösterin bize nasıl yaptığınızı?''
Tabiki ser verip sır vermiyor.
İş yemeği hakikaten özel bir şova dönüşüyor. Garsonlar da bu işten sebepleniyor. Yan masalarda cabası.
Yemeğin sonunda ısrarlara dayanamayan ünlü adam eşimi alıp arka tarafta bulunan odalardan birine götürüyor.1-2 basit kart oyunu öğretebilmek için. Çocuklarımıza hava atabilmek için.
Eve dönünce başlıyorum bu ünlü adamı araştırmaya. Sağolsun Youtube. Buldum kıymetli görüntüleri.Tamam eski meski. Ama keyifli.
Dedim ya kendisinin yanında birbirinden değerli efsaneler.
Meğersem o akşam O'da bizim için bir efsane imiş. Sonrasında fark ettiğimiz.
Hem ünlü hem sihirbaz hem de çok iyi yetişmiş bir tiyatrocu. Hatta 2014 Mart 'ın Broadway 'de tekrar sahne alacak olan.
Mucizeleri yaşamak an meselesi. Sadece istemek yeterli. O akşam gibi.
Dick Cavette Show 'dan sizin için seçtiklerime gelince aşağıda sadece birkaçı..Marlon Brando hep karizmatikmiş ama yaş almak O'na kesinlikle çok daha yakışmış, John Lennon ve Yoko 'nun başka önemli sıkıntıları varmış meğersem.Woody Allen ise hep sıradışı imiş.
Marlon Brando'nun gençliğine bakın...
http://www.youtube.com/watch?v=LAPDQ5MlLxE&list=PLABtHxs6gC4dookxE61rCL8ZTN4_aaFCS&index=1
Woody Allen...
http://www.youtube.com/watch?v=NW8Pu9s1QUM
Johnn Lennon ve Yoko Ono...
http://www.youtube.com/watch?v=oxoxMuca-2s
1 Ekim 2013 Salı
Batı yakası hikayesi-3-
Hepimiz yaş alıyoruz malum. Kimimiz farkında olarak, kimimiz hayıflanarak, kimimiz de üzülerek karşılıyoruz bu yaş alma hallerini.
Kendimi bir an röportaj veriyor hissettim. Bundan 10 veya 15 sene sonra. Hani çok ünlü olmuşum..Hani yaşımı hiç göstermiyorum.Canım hayal işte..Bırakınız yapsınlar, bırakınız hayal kursunlar misali.
Soruyorlar bana;
- Nasıl bu kadar yaşsız olabiliyorsunuz diye ?
Cevaplıyorum hemen;
-Yaşsızlığımı uykuma ve sporuma borçluyum
Bu kadar önemli bir yer tutmakta her ikisi de hayatımda.. Hep böyle idiler belki ama artan farkındalıkla özellikle spor konusunda çok daha bilinçli bir spor alışkanlığı girdi hayatıma. Öyle ki gittiğim seyahatlerde bile spor yapmaya çalışıyorum. Uyku konusu ise başka bir yazımın konusu olsun. Sadece bana münhasır olmayan tüm ailemizin ilacı olan.
Bu yaz dedim ya aldık pılımızı pırtımızı uzandık büyük fırsatlar ülkesinin batısına...Çocuklar yaz okuluna biz de karı koca takılmaya...Biraz gezme dolaşmaca, biraz alışveriş, bolca spora. Aklımda Londra 'da iken bir kere deneyimlediğim barre corre dersi. En basit haliyle bale disiplinin pilates ile birleşmesi sonucunda küçük kasları çalıştırtan bir ders. Sürekli esneme de cabası.
Hemen Internette araştırmaya başladım ve en çok vakit geçirdiğimiz bölge olan Santa Monica 'da bir studioda karar kıldım.
http://www.popphysique.com/home.html
Dersin kendisinin neye benzediğini de merak edersiniz ekte. Maalesef henüz İstanbul 'da olup olmadığını bilmiyorum. Sadece bu konuda öncü olduğunu iddia eden üye olduğum spor salonunda böyle bir ders yok.
http://www.youtube.com/watch?v=37xUSawPZ5s
2 hafta içerisinde haftada 3 kez gittiğim bu dersin bana bölgesel olarak faydası inanılmaz oldu.Şaka değil bacaklarımın üst kısmı eridi gitti, hatta basen masen kalmadı. Tabii yürüyüş de cabası. Ama maalesef hemen dönüşte yurdumun batı yakasının güzel mezeleri ve rakısı eklenince bizim geliştirdiğimiz bölgeler de meze oldu:))
Surf murf tamam da hiçbirisinin barre core gibi bir etkisi yok. Hayıflanırken bir gün, kaderim en yakın arkadaşımının Alaçatı'da yeni açılmış bir otele gelen güzel mi güzel yoga hocası ile tanışması ile aniden değişti. Bana da o kadar ısrar etti ki. Yoga yapmam için değil. Hocanın güzelliğini görmem için.
O güne kadar '' hayatta yoga yapmam, ne öyle sürekli aynı hareketleri statik bir şekilde yapıp duruyorsun, rekabet yok, heyecan yok '' diye atıp tutan ben sadece hocanın güzelliğini görmek için 1 derse gitmem ile kaderim değişti. Hatta değişmek ne kelime müridi oldum. O katıldığımız tek dersin sonucu olarak 5 arkadaş İstanbul 'da özel ders almaya başladık haftada 2 kez.
Sonrasında fark ettim ki yoganın kendisinin değil hocanın müridi oldum ben. Kendisi İstanbul 'da yaşayan bir yabancı. Amerikalı. Aslında sadece bize yabancı imiş. Meğersem yoga camiasınca oldukça biliniyormuş. En iyi bilindiği yönü ise eli maşalı olması imiş. Saolsun bize de aynı şekilde davranmaktan çekinmiyor. Ama bu duygu entresan bir şekilde beni kamçılıyor. Bir iki sebebi var kanımca;
-Hepimizi çok iyi bir şekilde gözlemliyor. Yanlışlarımızı hemen oracıkta düzeltiyor. Kabul bazen çok kişisel olabiliyor. Sınıfta azarlanmış çocuk gibi hissediyoruz bazen. Ama bu duygu hem yaptığı işi çok önemsediğini hem de bizi önemsediğini hissettiriyor. Belki de klasik eğitim sistemizin bende ki etkisi. Hem bilgisi ile hem de sert duruşu ile saygı uyandırmaya çalışmak istenmeleri gibi. İtaatkar, kanaatkar olmamızı istemeleri gibi. Belli ki Yoga 'da bir disiplin işi. Kimbilir. Kıyaslayacak bilgeliğim olmadığı kesin bilgi.
-İlk defa bir sporu temelden iyi bir şekilde öğrenebileceğim kadar O'na ve bilgisine güvenebileceğimi hissettiriyor. Bu kadar spor yaptım ama maalesef hepsini el yordamıyla öğrenmek durumunda kaldım. Kısmı imkansızlık kısmi 'ne olacak ben de yaparım 'dürtüsü ile. Sonuç; Temelleri sağlam olmayan ama üstüne katlar çıkılan yapılar gibi. Çarpık çurpuk.Ama yapıyormusun yapıyorum dediğin. Uzaktan wow dedirten yakınlaştıkça arazların, pürüzlerin görülebildiği.Ama ilk defa bu defa Yoga 'ya karşı başka türlü hisler besliyorum.Nitekim hislerin de dikkate alındığı ender sporlardan.
Zamanla öğrendikçe, içine girdikçe, daha fazla parçası oldukça daha çok atıp tutacağım bir konu olmaya devam edecek belli ki bu konu.
Gelelim hocamızı tanıma konusuna.
http://mindbodyfestival.com/alexis-kiresepi/
Gelelim benim meraklarıma.
Acaba 10-15 sene sonra röportaj verecek kadar ünlü olacakmıyım?
Peki ya yaşsızlık halim?
Canım hayal işte...
Bırakınız yapsınlar, bırakınız hayal kursunlar misali.
Kendimi bir an röportaj veriyor hissettim. Bundan 10 veya 15 sene sonra. Hani çok ünlü olmuşum..Hani yaşımı hiç göstermiyorum.Canım hayal işte..Bırakınız yapsınlar, bırakınız hayal kursunlar misali.
Soruyorlar bana;
- Nasıl bu kadar yaşsız olabiliyorsunuz diye ?
Cevaplıyorum hemen;
-Yaşsızlığımı uykuma ve sporuma borçluyum
Bu kadar önemli bir yer tutmakta her ikisi de hayatımda.. Hep böyle idiler belki ama artan farkındalıkla özellikle spor konusunda çok daha bilinçli bir spor alışkanlığı girdi hayatıma. Öyle ki gittiğim seyahatlerde bile spor yapmaya çalışıyorum. Uyku konusu ise başka bir yazımın konusu olsun. Sadece bana münhasır olmayan tüm ailemizin ilacı olan.
Bu yaz dedim ya aldık pılımızı pırtımızı uzandık büyük fırsatlar ülkesinin batısına...Çocuklar yaz okuluna biz de karı koca takılmaya...Biraz gezme dolaşmaca, biraz alışveriş, bolca spora. Aklımda Londra 'da iken bir kere deneyimlediğim barre corre dersi. En basit haliyle bale disiplinin pilates ile birleşmesi sonucunda küçük kasları çalıştırtan bir ders. Sürekli esneme de cabası.
Hemen Internette araştırmaya başladım ve en çok vakit geçirdiğimiz bölge olan Santa Monica 'da bir studioda karar kıldım.
http://www.popphysique.com/home.html
Dersin kendisinin neye benzediğini de merak edersiniz ekte. Maalesef henüz İstanbul 'da olup olmadığını bilmiyorum. Sadece bu konuda öncü olduğunu iddia eden üye olduğum spor salonunda böyle bir ders yok.
http://www.youtube.com/watch?v=37xUSawPZ5s
2 hafta içerisinde haftada 3 kez gittiğim bu dersin bana bölgesel olarak faydası inanılmaz oldu.Şaka değil bacaklarımın üst kısmı eridi gitti, hatta basen masen kalmadı. Tabii yürüyüş de cabası. Ama maalesef hemen dönüşte yurdumun batı yakasının güzel mezeleri ve rakısı eklenince bizim geliştirdiğimiz bölgeler de meze oldu:))
Surf murf tamam da hiçbirisinin barre core gibi bir etkisi yok. Hayıflanırken bir gün, kaderim en yakın arkadaşımının Alaçatı'da yeni açılmış bir otele gelen güzel mi güzel yoga hocası ile tanışması ile aniden değişti. Bana da o kadar ısrar etti ki. Yoga yapmam için değil. Hocanın güzelliğini görmem için.
O güne kadar '' hayatta yoga yapmam, ne öyle sürekli aynı hareketleri statik bir şekilde yapıp duruyorsun, rekabet yok, heyecan yok '' diye atıp tutan ben sadece hocanın güzelliğini görmek için 1 derse gitmem ile kaderim değişti. Hatta değişmek ne kelime müridi oldum. O katıldığımız tek dersin sonucu olarak 5 arkadaş İstanbul 'da özel ders almaya başladık haftada 2 kez.
Sonrasında fark ettim ki yoganın kendisinin değil hocanın müridi oldum ben. Kendisi İstanbul 'da yaşayan bir yabancı. Amerikalı. Aslında sadece bize yabancı imiş. Meğersem yoga camiasınca oldukça biliniyormuş. En iyi bilindiği yönü ise eli maşalı olması imiş. Saolsun bize de aynı şekilde davranmaktan çekinmiyor. Ama bu duygu entresan bir şekilde beni kamçılıyor. Bir iki sebebi var kanımca;
-Hepimizi çok iyi bir şekilde gözlemliyor. Yanlışlarımızı hemen oracıkta düzeltiyor. Kabul bazen çok kişisel olabiliyor. Sınıfta azarlanmış çocuk gibi hissediyoruz bazen. Ama bu duygu hem yaptığı işi çok önemsediğini hem de bizi önemsediğini hissettiriyor. Belki de klasik eğitim sistemizin bende ki etkisi. Hem bilgisi ile hem de sert duruşu ile saygı uyandırmaya çalışmak istenmeleri gibi. İtaatkar, kanaatkar olmamızı istemeleri gibi. Belli ki Yoga 'da bir disiplin işi. Kimbilir. Kıyaslayacak bilgeliğim olmadığı kesin bilgi.
-İlk defa bir sporu temelden iyi bir şekilde öğrenebileceğim kadar O'na ve bilgisine güvenebileceğimi hissettiriyor. Bu kadar spor yaptım ama maalesef hepsini el yordamıyla öğrenmek durumunda kaldım. Kısmı imkansızlık kısmi 'ne olacak ben de yaparım 'dürtüsü ile. Sonuç; Temelleri sağlam olmayan ama üstüne katlar çıkılan yapılar gibi. Çarpık çurpuk.Ama yapıyormusun yapıyorum dediğin. Uzaktan wow dedirten yakınlaştıkça arazların, pürüzlerin görülebildiği.Ama ilk defa bu defa Yoga 'ya karşı başka türlü hisler besliyorum.Nitekim hislerin de dikkate alındığı ender sporlardan.
Zamanla öğrendikçe, içine girdikçe, daha fazla parçası oldukça daha çok atıp tutacağım bir konu olmaya devam edecek belli ki bu konu.
Gelelim hocamızı tanıma konusuna.
http://mindbodyfestival.com/alexis-kiresepi/
Gelelim benim meraklarıma.
Acaba 10-15 sene sonra röportaj verecek kadar ünlü olacakmıyım?
Peki ya yaşsızlık halim?
Canım hayal işte...
Bırakınız yapsınlar, bırakınız hayal kursunlar misali.
30 Eylül 2013 Pazartesi
Batı yakası hikayesi - 2
Pazar gününü hiç sevmedim.
Ne çocukken ne büyüdüğümde ne de anne olduğumda...
Ya kendi ödev telaşımdan ya pazartesi iş sendromundan ya da çocuklarımın ödevleri yüzünden...
Sonra yüzleşmeye başladım pazar günleri ile. Bilinçli bir şekilde üstüne giderek, farklı, renkli programlar, rutini kıracak aktiviteler yaparak...Hiç unutmam AVM 'ye kıyafet alışverişine gittiğim bile olmuştur pazar akşamları rutini kırabileyim diye. Sonunda sevdim kendisini.
Aynı duyguları yaz sonunda da hissederim. Hissederdim. Bir alışkanlık olarak Eylül ile birlikte yazlık yerlerden şehirlere dönülmek durumundadır. Norm bunu gerektirir. Sürü psikolojisi de cabası. Yaz resmi olarak bitmiştir. Okullar açılacaktır. Rehavetten çıkılacak ve işlere asılanacaktır. Cek 'ler ve de cak'lar sarar hayatımızı.
Hem zaten yalnızlık çöker böyle yazlık yerlere. Eylül'den itibaren. Hüzün kaplar her yeri. Cıvıltılar yok olur. Bizim gibilerin de gitmesiyle özlem duyulacak şeyler de azalır.
Diye teselli edermişim meğersem kendimi...Teselli etmem de yetmez savunurmuşum dönmemiz gerektiğini. Daha iyi bir yere...Şehire.
Ama dedim ya bu yaz; bir aydınl''an''ma oldu, Ege'ye döndüm yine yüzümü. Daha fazla bağ kurmak istedim bu topraklarla...Daha fazla vakit geçirmek isteğim gibi.
Yazın 1,5 ay geçirdiğim Alaçatı 'ya bu hislerle veda ettim. Nereden baksanız 1 ay önce Ağustos ayının son gününde. Sürünün bir parçası gibi. Hatta parçası değil sürünün lideri gibi.
Ama giderken de biliyordum ki yakın bir zamanda geri dönecektim.Yüzleşmek için. Geride bırakılan şeyleri anlamak için.
Hüzün mü ? Yalnızlık mı? Yoksa başka bahaneler de mi varmış? diye.
Bir imkan yarattık bir iş gününden kaçtık Eylül ayının son haftasonunda...İstikametimiz Alaçatı'ya.
Haftasonundan gitmeye benzemez bir iş gününde böyle yazlık bölgelerde bulunmak. O zaman daha iyi gözlemlersin ortamdaki duyguları, duyuları, duyumsamaları... Ayırabilirsin o zaman günübirlik gelenler gibi haftasonu fırsatçılarından kendini.
Alaçatı'da Eylül'ün son gününde hiç bir şey beklendiği gibi değildi. Hatta beklenmedik idi. Dümdüz bir deniz.Yaprak kımıldatmayan bir hava. Güzel yemek yemek için halen şart olan rezervasyon. Kısmi sakinlik. Duruluk. Az'ın bulunduğu ama hiç'liğin olmadığı. Hareketin yarattığı bereketin halen gözlemlendiği. Tüketilmemişlik.Tükenmemişlik.
İstisnalarla dolu istinai bir ortam.
Yüzleştim sonunda böyle bir sonbahar gününde geride bırakılmış bir yazlık bir belde ile. Hani pazar günleri ile yüzleştiğim gibi.
Ege'nin güzel bir beldesi olan Alaçatı 'da ne hüznü ne de yalnızlığı hissettim. Tek hissettiğim ayrıcalık oldu. Şans oldu. Şükür oldu. Böyle bir iş gününde, sürünün aksine, norm dışında ayrıcalıklı olduğumu hissettim. Enerji alışverişinde bulundum. İnsanlarla değil bu defa. Doğa ile. Sadece güneşten değil farklı doğa enerjilerinden de beslendiğimi fark ettim.Taş ve toprak gibi.
Yüzleşmek iyi geldi.
Tüm istisnalarla...
Hem kalbime hem de bedenime hem de düşüncelerime iyi geldi.
Darısı diğer yüzleşmelerimin başına..
Ne çocukken ne büyüdüğümde ne de anne olduğumda...
Ya kendi ödev telaşımdan ya pazartesi iş sendromundan ya da çocuklarımın ödevleri yüzünden...
Sonra yüzleşmeye başladım pazar günleri ile. Bilinçli bir şekilde üstüne giderek, farklı, renkli programlar, rutini kıracak aktiviteler yaparak...Hiç unutmam AVM 'ye kıyafet alışverişine gittiğim bile olmuştur pazar akşamları rutini kırabileyim diye. Sonunda sevdim kendisini.
Aynı duyguları yaz sonunda da hissederim. Hissederdim. Bir alışkanlık olarak Eylül ile birlikte yazlık yerlerden şehirlere dönülmek durumundadır. Norm bunu gerektirir. Sürü psikolojisi de cabası. Yaz resmi olarak bitmiştir. Okullar açılacaktır. Rehavetten çıkılacak ve işlere asılanacaktır. Cek 'ler ve de cak'lar sarar hayatımızı.
Hem zaten yalnızlık çöker böyle yazlık yerlere. Eylül'den itibaren. Hüzün kaplar her yeri. Cıvıltılar yok olur. Bizim gibilerin de gitmesiyle özlem duyulacak şeyler de azalır.
Diye teselli edermişim meğersem kendimi...Teselli etmem de yetmez savunurmuşum dönmemiz gerektiğini. Daha iyi bir yere...Şehire.
Ama dedim ya bu yaz; bir aydınl''an''ma oldu, Ege'ye döndüm yine yüzümü. Daha fazla bağ kurmak istedim bu topraklarla...Daha fazla vakit geçirmek isteğim gibi.
Yazın 1,5 ay geçirdiğim Alaçatı 'ya bu hislerle veda ettim. Nereden baksanız 1 ay önce Ağustos ayının son gününde. Sürünün bir parçası gibi. Hatta parçası değil sürünün lideri gibi.
Ama giderken de biliyordum ki yakın bir zamanda geri dönecektim.Yüzleşmek için. Geride bırakılan şeyleri anlamak için.
Hüzün mü ? Yalnızlık mı? Yoksa başka bahaneler de mi varmış? diye.
Bir imkan yarattık bir iş gününden kaçtık Eylül ayının son haftasonunda...İstikametimiz Alaçatı'ya.
Haftasonundan gitmeye benzemez bir iş gününde böyle yazlık bölgelerde bulunmak. O zaman daha iyi gözlemlersin ortamdaki duyguları, duyuları, duyumsamaları... Ayırabilirsin o zaman günübirlik gelenler gibi haftasonu fırsatçılarından kendini.
Alaçatı'da Eylül'ün son gününde hiç bir şey beklendiği gibi değildi. Hatta beklenmedik idi. Dümdüz bir deniz.Yaprak kımıldatmayan bir hava. Güzel yemek yemek için halen şart olan rezervasyon. Kısmi sakinlik. Duruluk. Az'ın bulunduğu ama hiç'liğin olmadığı. Hareketin yarattığı bereketin halen gözlemlendiği. Tüketilmemişlik.Tükenmemişlik.
İstisnalarla dolu istinai bir ortam.
Yüzleştim sonunda böyle bir sonbahar gününde geride bırakılmış bir yazlık bir belde ile. Hani pazar günleri ile yüzleştiğim gibi.
Ege'nin güzel bir beldesi olan Alaçatı 'da ne hüznü ne de yalnızlığı hissettim. Tek hissettiğim ayrıcalık oldu. Şans oldu. Şükür oldu. Böyle bir iş gününde, sürünün aksine, norm dışında ayrıcalıklı olduğumu hissettim. Enerji alışverişinde bulundum. İnsanlarla değil bu defa. Doğa ile. Sadece güneşten değil farklı doğa enerjilerinden de beslendiğimi fark ettim.Taş ve toprak gibi.
Yüzleşmek iyi geldi.
Tüm istisnalarla...
Hem kalbime hem de bedenime hem de düşüncelerime iyi geldi.
Darısı diğer yüzleşmelerimin başına..
22 Eylül 2013 Pazar
Meğerse
Tam 10 sene önce bir Eylül sabahı uyandığımda yeni bir sabaha, yepyeni bir hayata uyandığımın idrakındaydım...Sabah sancılarımının artması ile anlamıştım ki o gün kızımla buluşacaktım...
Hayatımda 3 sabah böyle sakin uyanmıştım her zamankinin aksine...İlki evlendiğim günün sabahı, diğerleri de çocuklarımı kucaklayacağım günlerin sabahları idi. Benden beklenenin aksine en az telaşe olduğum zamanlardı. Herşeyin fazlasıyla farkında olduğum sabahlardan...
Boğaz yolundan hastaneye giderken önce Arnavutköy'de Bahar pastanesinde durduk. Bir tost aldım ama yolda yemek istedim. Sakince yerken gökyüzüne baktım. Acaba gök bana nasıl bir yüzünü gösterecekti gün boyunca diye ?
Parçalı bulutlu tabirinin ne demek olduğunu ben böyle bir Eylül sabahı anladım.Yer yer bulutlar, ışık süzmeleri, arada güneşin parlak ışıkları...O zamana kadar yaz mevsimini yücelten ben zannediyordum ki gökyüzünün parlak ışıkları daha çok kendini yazın gösterir.Yanılmışım.
Meğerse, güneşin gökyüzünün tek hakimiymişcesine parıl parıl parladığı zamandan çok daha farklı parıltıları olurmuş böyle parçalı bulutların arasındaki Eylül günlerinde.
Meğerse gökyüzü çok daha sürprizli, renkli olurmuş. Tam yağdı yağacak dediği bir anda güneş kendini gösterir, tam bulutlar dağıldı denildiğinde bulutlar grinin çeşitli tonlarında semalarda yerini alırmış. Mücadele yaşanırmış gökyüzünde meğerse de anlamazmışım.
Meğerse bir Eylül günü kucaklaştığım kızımda böyle bir Eylül günü gibi olacakmış da kendini bana daha önceden haber vermiş. Hazırlıklı olayım diye.
Meğerse.
29 yaşında olan ben hiçbir Eylül gününü yaşamamışım meğerse. Kafamı kaldırıp gökyüzüne bakmamışım. Farkına varmamışım. Kafamı eğip hep önüme bakmışım.Yitip giden şeylere hayıflanmışım.Yazın bitmesine mızmızlanmışım. Meğerse asıl sürprizleri kaçırmışım.
Meğerse doğum anına kadar sakin giden sürecin tam doğum esnasında kordon dolanması ile şaşırtıcı bir zorluğa bürünmesinden anlamalıymışım kızımın da tıpkı bir Eylül günü gibi olacağını.
Mücadeleci, şaşırtıcı, bir o kadar da renkli, yer yer gökgürültülü, yer yer parçalı bulutlu, kimi zaman göz kamaştırıcı, kimi zaman kısa süreli sağnak yağışlı ama hemen ardından açan gökkuşağının tüm renkleri gibi kendine hayran bıraktıran, sürprizlerle dolu, tahmin edilemeyen. Kızım. Aynısı. Tıpkısı. Benim değil. Bir Eylül gününün. Meğerse.
10 senedir farklı seviyorum Eylül günlerini. Ancak tadını çıkartıyorum sürprizlerinin. Tıpkı kızımın bana yaşattığı nice sürprizler gibi.
Meğerse işin özü sürprizlerindeymiş.Farkları farklı tonda oluşlarındanmış.
Meğerse Eylül günleri pek güzelmiş.
Nice güzel mutlu Eylül günlerine...Sağlıkla, ağız tadıyla, keyifle...
İyi ki doğdun güzel kızım. İyi ki seni doğurdum...Böyle bir Eylül gününde.
21 Eylül 2013 Cumartesi
Batı yakası hikayeleri-1
Hani çok yakın bir arkadaşınız vardır her gün görüşmediğiniz ama birbirinizden yine de haber aldığınız.Bir gün arkadaşınızın başına bir şey gelir ve siz O'nu arayıp hatrını çok sormak isteseniz de eliniz çeşitli sebeplerden dolayı gidemez telefona...
Arayıp soramadığınız günler uzadıkça içinizdeki yara da büyür. Nasıl kapatacağınızı bilemezsiniz arayı, arayıp da sormaktan hergün uzaklaştıkça.Belki günler belki aylar geçer böyle.
Sonra bir an gelir bulursunuz içinizde cüreti, yüreğiniz de hazırdır artık yüzleşmeye, alırsınız elinize telefonu, yetmez dayanırsınız kapısına söylersiniz kalbinizden geçenleri...
Kapatırsınız onca geçen zamanda oluşmuş arayı, eğer samimi iseniz tüm kalbinizle, vicdanızda yanınızda olur aklar sizi, karşınızdaki ise hisseder kalbinizi affeder sizi...
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
22 Haziran 'da bir yolculuğa çıktım.Hep batıya gittim. Önce Amerika Birleşik Devletlerinin batısına, sonra da yurdumun batısına.
Gittim, gördüm, gezdim, havalandım, hayran kaldım, tecrübe ettim, denedim bir çok şeyi,tembellik ettim, düşüncelere daldım, dalmakla yetinmedim, aklıma yazdım herşeyi.
Ama buraya aktaramadıkça büyüdü içimdeki boşluk, yukarıda ki yazdığım durum gibi. Ha bugün ha yarın derken 3 ay geçti. Tak etti canıma. Yaz dedi gönlüm. Af diledi aklım. Akıt dedi yüreğim başladım yine yazmaya.
Bir oh çektim.
İhtiyacım buymuş dedim.
Buna susamışım dedim.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Gittiğim batı yakalarının hepsi de- ister Alaçatı ister Los Angeles ve/veya San Diego - birbirine benzemekteydi. Palmiyesi bol, begonvili çok, ister okyanus ister iç deniz olsun, deniz havasının etkisini herkese hissettirebilmiş, rahat ve güzel insanların, hayatı güzel yaşamak isteyen insanların buluştuğu yerlerdi. Güzel yaşamak oysa ki herkesin hakkı. Düşündürttü beni bu haksızlıklar ayrı.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yurdumun batı yakasında yetişmiş ama uzun süredir ayrı düşmüş bir kişi olarak hasret kaldığımı hissettim kendi toprağıma bu defa, her ne kadar düzenli ziyaret ediyor olsamda.Yaşıma verdim, hayatı güzel yaşamak kadar basit yaşama isteğime verdim.
Ayak basınca kendi toprağıma;
Bir oh çektim.
İhtiyacım buymuş dedim.
Buna susamışım dedim.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Dedim ya güzel şeylere tanık oldum.Tıpkı Alaçatı'da gittiğim bir restorantta karşılaştığım bu yazı gibi. Adeta kendimi buldum. Mutlu oldum.
Yavaş yavaş ölürler,
Seyahat etmeyenler,
Yavaş yavaş ölürler,
Okumayanlar, müzik dinlemeyenler,
Vicdanlarında hoşgörüyü barındıramayanlar.
Yavaş yavaş ölürler,
Alışkanlıklarına esir olanlar,
Her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini bile değiştirme riskine bile girmeyenler,
Bir yabancı ile konuşmayanlar.
Yavaş yavaş ölürler,
Heyacanlardan kaçınanlar,
Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten kaçınanlar.
Yavaş yavaş ölürler,
Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler,
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,
Hayatlarında bir defa bile mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar
Martha Medeiros
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kabaca 3 ayın özetiydi buydu. Detaylarda var elbette zamanla gündeme gelecek.Ara kapandı, yola çıkıldı. Gerisi teferruat.
Arayıp soramadığınız günler uzadıkça içinizdeki yara da büyür. Nasıl kapatacağınızı bilemezsiniz arayı, arayıp da sormaktan hergün uzaklaştıkça.Belki günler belki aylar geçer böyle.
Sonra bir an gelir bulursunuz içinizde cüreti, yüreğiniz de hazırdır artık yüzleşmeye, alırsınız elinize telefonu, yetmez dayanırsınız kapısına söylersiniz kalbinizden geçenleri...
Kapatırsınız onca geçen zamanda oluşmuş arayı, eğer samimi iseniz tüm kalbinizle, vicdanızda yanınızda olur aklar sizi, karşınızdaki ise hisseder kalbinizi affeder sizi...
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
22 Haziran 'da bir yolculuğa çıktım.Hep batıya gittim. Önce Amerika Birleşik Devletlerinin batısına, sonra da yurdumun batısına.
Gittim, gördüm, gezdim, havalandım, hayran kaldım, tecrübe ettim, denedim bir çok şeyi,tembellik ettim, düşüncelere daldım, dalmakla yetinmedim, aklıma yazdım herşeyi.
Ama buraya aktaramadıkça büyüdü içimdeki boşluk, yukarıda ki yazdığım durum gibi. Ha bugün ha yarın derken 3 ay geçti. Tak etti canıma. Yaz dedi gönlüm. Af diledi aklım. Akıt dedi yüreğim başladım yine yazmaya.
Bir oh çektim.
İhtiyacım buymuş dedim.
Buna susamışım dedim.
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Gittiğim batı yakalarının hepsi de- ister Alaçatı ister Los Angeles ve/veya San Diego - birbirine benzemekteydi. Palmiyesi bol, begonvili çok, ister okyanus ister iç deniz olsun, deniz havasının etkisini herkese hissettirebilmiş, rahat ve güzel insanların, hayatı güzel yaşamak isteyen insanların buluştuğu yerlerdi. Güzel yaşamak oysa ki herkesin hakkı. Düşündürttü beni bu haksızlıklar ayrı.
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Yurdumun batı yakasında yetişmiş ama uzun süredir ayrı düşmüş bir kişi olarak hasret kaldığımı hissettim kendi toprağıma bu defa, her ne kadar düzenli ziyaret ediyor olsamda.Yaşıma verdim, hayatı güzel yaşamak kadar basit yaşama isteğime verdim.
Ayak basınca kendi toprağıma;
Bir oh çektim.
İhtiyacım buymuş dedim.
Buna susamışım dedim.
-------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Dedim ya güzel şeylere tanık oldum.Tıpkı Alaçatı'da gittiğim bir restorantta karşılaştığım bu yazı gibi. Adeta kendimi buldum. Mutlu oldum.
Yavaş yavaş ölürler,
Seyahat etmeyenler,
Yavaş yavaş ölürler,
Okumayanlar, müzik dinlemeyenler,
Vicdanlarında hoşgörüyü barındıramayanlar.
Yavaş yavaş ölürler,
Alışkanlıklarına esir olanlar,
Her gün aynı yolları yürüyenler,
Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,
Elbiselerinin rengini bile değiştirme riskine bile girmeyenler,
Bir yabancı ile konuşmayanlar.
Yavaş yavaş ölürler,
Heyacanlardan kaçınanlar,
Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten kaçınanlar.
Yavaş yavaş ölürler,
Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler,
Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,
Hayatlarında bir defa bile mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar
Martha Medeiros
----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Kabaca 3 ayın özetiydi buydu. Detaylarda var elbette zamanla gündeme gelecek.Ara kapandı, yola çıkıldı. Gerisi teferruat.
20 Haziran 2013 Perşembe
Farklı bir açıdan yaşananlar...
Son Gezi olayları üzerine hepimizin bireysel ve toplumsal duyarlılığının, farkındalığın arttığı bir gerçek...
Hal böyle olunca biraraya geldiğimiz her fırsatta farklı bakış açıları geliştiriyoruz. Bazen komplo teorilerine uzanıyor bazen ise amaçtan sapacak kadar hararetleniyoruz...
Her kafadan bir sesin çıktığı bir dönemde ben de konuya Maya takviminden dem vurarak gireyim istedim..
Aşağıdaki yazı 21 Aralık 2012 tarihinde takip ettiğim AstrolojiveBiz sitesinden alınmıştır..Ben o zaman okuduğumda da çok etkienmiştim..Yaşanan olayları da bu açıdan değerlendirince bir paralellik kurabilmek de şaşırtıcı geldi..Aynı web sitesinde halihazırda yaşanan bu olaylara daha güncel yorumlar da yapılmış durumda.. İlginizi çekebilir.
21 Aralık günü insanlık tarihi boyunca her zaman önemli bir tarih olmuştur. Neolitik dönem ve İlk Çağ'ın başlangıçlarında bile insanlar bu tarihi gözlemlediklerine işaret eden büyük taş anıtlar bırakmışlardır. Bunların içinde İnkalar ve İngiltere’deki Stonehenge en bilinenleridir. Türkiye’de de Göbekli Tepe yakında bu konularda kesinleşen ölçümlerle akademideki yerini alacaktır. İnsanların yapıtlaştırdığı anıtlarla gökyüzü arasındaki bağlantıyı araştıran ve ölçümlendiren bilim dalının adı akademide Arkeoastronomi (Archaeoastronomy) dir. Bu bölümün önemi giderek daha fazla ilgi çekmektedir. Arkeoastronomi Kısaca arkeoloji ve astronominin birlikte işlevselleştiği bir daldır, diyebilirim. Eğer bu konuyla ilgilenirseniz, Sophia Center Press’in wep sayfasını, Dr.Nicholas Campion, Prof. Clive Ruggles veya Prof. J.McKim Malville’in adlarını ve kitaplarını araştırabilirsiniz.
Tarihte 21 Aralık’ın her zaman insanlık tarafından önemli bir gün olarak belirlendiğini gösteren arkeolojik buluntular vardır. Bu tarih hemen her medeniyetin yapıtlarında önemli addedilmiştir. Dolayısıyla Mayalar’ın da bu tarihe işaret etmesi ve incelemesi çok olağan. Kış mevsiminin başlangıcını gösteren bu tarihin en eski tarihi buluntularda bile insanlığın önemsediği bir dönüm noktası olarak kabul edildiği anlaşılmış bulunuyor. Aynı sıklıkta rastlanmamasına rağmen gene de önemli olduğu anlaşılan bir diğer tarih de 21 Haziran günüdür. Tarih öncesi devirlerde yaşayanlar tarafından bile bu iki mevsim başlangıcı tespit edilmiş ve bunların anıtlaşması için büyük çabalar harcanarak dev boyuttaki taşlardan çeşitli yapılar günümüze kadar ulaşmıştır. Bunların gözlem, tören ve takvim oluşturmak amaçlı olarak yapıldığı aynı zamanda ticaret zamanlarını da belirlemek için kullanıldığı varsayılmaktadır.
Gelelim bu tarihin 2012 yılı için astrolojik olarak önemine. Gerçekten 21 Aralık tarihinde gökyüzü astrolojik anlamda önemli bir işaret veriyor mu? Bunun cevabı günümüz astrolojisinde de “evet”. Çünkü eşine her zaman rastlanmayan bir grafik oluşum 21 Aralık’ta kesinleşiyor. Bunun astrologlar tarafından adlandırılması, “büyük açı” oluşumları olarak tanımlanır ve her birinin bir adı vardır. 21 Aralık’takinin adı da YOD – Büyük ve ince bir V harfi olarak 3 gezegenin birbirleriyle uyum ve ayarlama gerektiren iletişimine işaret eden bir açı oluşumudur. Bu seferki YOD’un içinde Jüpiter, Satürn ve Plüton söz sahibi olacak. V harfinin temel tabanını Satürn ve Plüton’un uyumlu açısı belirliyor. Dolayısıyla seçilen öncelikler gücümüzü kullanış biçimini belirleyecek. Jüpiter ise her iki gezegenin birlikte etkilediği tek köşe noktasını işaretliyor. Yani bir anlamda Satürn-Plüton ikilisinden ortak gerilim Jüpiter’e yöneltilmiş oluyor. Bu durum en basit anlamda Jüpiter’in yorumunun önemini arttırır. Dolayısıyla astrolojik yorum öncelikle Jüpiter’in İkizler burcunda olmasıyla önem kazanacaktır. (Giriş sayfasındaki Jüpiter İkizler'de yazısını bir daha okuyabilirsiniz.)
Astrolojik olarak yorum yapıldığında gezegenlerin birbirleriyle olan iletişiminde derecelere bakılır ve bu dereceler birbirine yakın olduğu ölçüde açının olaysallığı vurgulanmış olur. 21 Aralık 2012 bu bakış açısıyla da bir öneme sahip, çünkü tam o gün 3 gezegen tam açı derecesiyle birbirlerini karşılıyorlar. Yani bir anlamda değişimin ortaya çıkabilmesi için kararlılar. Ancak, Jüpiter konumunda kendisini pek de güçlü hissetmiyor. İşte bu şekilde bakıldığında belki hayatımızdaki 3 önemli dinamiğin 21 Aralık itibarıyla kendilerini daha fazla hissettireceğini düşünebiliriz. Bunlar hayatın anlamını sorgulamak ve bu konuda pek de tatmin olamamak, seçim yapıp, öncelik belirlemek ve yapıcı bir değişim için gücü kullanmak olarak yorumlanabilir. Bu anlatım, üçlü dinamiğin olumlu kullanılması halinde geçerli olacaktır. Olumsuz kullanımı ise vicdanı ve anlamı boş vererek kısa yoldan seçimler yapıp, gerekirse bu hedef için herkesi yok sayarak ne pahasına olursa olsun yola devam etmek anlamını taşır. Kişisel boyutta bu anlamların simgelerini çözmek nispeten kolay olsa da dünya astrolojisinde bu derecede kolay bir çözüm olmayabilir.
Dünyada 2008’yılının sonundan beri gelişen stratejileri ve tercihleri gördükçe 21 Aralık’taki seçimin de politik, yönetimsel ve hukuksal anlamda olumlu kullanabileceğini düşünmüyorum. Aksine toplumların kandırılmasının politik boyutta daha da artacağını düşünüyorum. Bu konuda zayıf konumda olan Jüpiter bilginin objektiflik ve doğruluk içinde yayılmasını ve sorgulanmasını geciktirecektir veya zorlaştıracaktır diye düşünüyorum. Hakkaniyet ve adalet adına da çözüm getiren adımların atılacağını düşünmüyorum. Ancak tabiî ki bu bir son değil, Mart 2013’de gerçekler nispeten daha net bir şekilde anlamlandırılabilir. Geçmişin tercihleri daha vicdanlı bir şekilde değerlendirilebilir. Fakat gene de tüm bu durumun bilince çıkması veya gerçek hayata katılması Ağustos 2013’ü bulacaktır.
Eğer kişisel hayatınızda seçimlerinizde her zaman kendi vicdanınızı ve hayatın anlamını sorgulayan bir yapınız varsa o zaman bu dönüm noktasına geldiğinizde yeterince deneyimli olacağınız için içinizin rahat olacağını ve seçimdeki ayrımın sizi fazla rahatsız etmeyeceğini söyleyebilirim. Çünkü belki de yeteneğinizi bu ayrım vasıtasıyla daha fazla anlamlandırabilirsiniz. Ya da yeteneğinizdeki farklılaşmanın getirdiği fırsatlarla seçimlerinizi bir kez daha gözden geçirebilirsiniz. Belki şimdi yeni bir fırsatı değerlendirmek istersiniz, belki bilgilerinizin daha fazla kitle tarafından duyulmasına ihtiyaç vardır ve önünüze bu yönde bir seçenek açılır. O zaman Şubat ayından sonra daha fazla çalışacağınızı ve meşgul olacağınızı söyleyebilirim. 21 Aralık bu anlamda perspektifin köklü bir şekilde değişmesini sağlayan bir dönüm noktası olarak karşınıza önemli bir seçim veya yol ayrımıyla çıkabilir. Seçimlerinize dikkat edin ve mutlaka aktif olun. Tembellik, atıllık, kısa yollar, yüzeysellik, cahillik, yalan, dedikodu ve boş vermişlik bu dönemin en önemli gölgeleri olacaktır. Ne yapın edin, aynı bakış açısında kalmayın! Sorgulayın ve cevabını hesaplamadan sorun. Aslında şimdi sormak ve dinlemek zamanı, acele edip hemen cevap vermek zorunda değilsiniz. Hele-hele bilmeyi unutun, keşfetmek için sorun ve merak edin. Bilmek sonraki aşama olacak. Bildiklerinizi de şimdi sorgulasanız iyi olur. Ancak bu şekilde yeni öğretilere kendinizi hazırlayabilir ve daha sonra komple köklü değişimlerle hayatınızın temel seçimlerini herkese faydalı olacak şekilde değiştirebilirsiniz.
Herkes derken önce kendinizi kastediyorum tabiî ki. Ancak şunu da göz ardı edemeyiz, 21 Aralık tüm bu sürecin önümüze zahmetsizce veya kısa yoldan çıkmayacağına işaret ediyor. Yani eğer bu pozitif fırsatları değerlendirmek ve perspektifi değiştirmek istiyorsak, hayatın daha anlamlı olmasını veya bildiklerimizin daha geniş kitlelere yayılmasını istiyorsak bu konuda özellikle Mart ayına kadar ve hatta sonrasında ki aşamada Ağustos’a kadar kararlı bir çaba içinde olmalıyız. İşte bu noktada dış dünyadan uyarılar alsak da, bunun anlamlandırılmasında sıra dışı bir bilinç uyanışı içinde olmak gerekiyor. Artık sözlerin değil, atılan adımların ve yapılan tercihlerin yansıması önemli. Bu yüzden artık sözleri bırakabilir ve uygulamaya daha fazla önem verebilirsiniz. Ancak bu şekilde Ağustos ayında kendinizi kutlamanız mümkün, ya değilse hep aynı olmaktan ve devamlı şikayet etmekten kendinizi alamayabilirsiniz. Bu şikayetler bilmiş bir ukalanın ağzından çıkarcasına kendi kulaklarınızı bile rahatsız edebilir ve kendinize tahammülünüz giderek azalabilir. Sanırım hayatın hiçleşmesi bu şekilde başlıyor. Sorumluluk almayarak kısa yolu tercih edip yıkıcı bir tutum içinde ısrarla kalabilirsiniz. O zaman içi boş ama kendisi devleşmiş bir hayatı doldurma çabası ölüm korkusunu da aynı oranda arttırır.
Sanırım çevrede görmekte olduğumuz korkunun büyüklüğü bunun bir yansımasıdır. Bu uyarıyı yabana atamayız. Artık nasıl bir dünyada yaşamak istiyorsak bu konuda ciddi seçimler yapmak gerektiğini ve ciddi sorular sormak gerektiğini idrak etmek zamanı. Gerekirse adımlarınızı daha sonra atabilirsiniz, bu konuda acele etmeyin ama yeter ki bakış açısını şimdi değiştirin. O zaman korkuya rağmen yapılacak seçimler önünüzde kendiliğinden belirecektir. Önceliği, yolculuğun temel sorusunun oluşumuna ve dinlemeye verin! Duyduklarınız daha çok merak uyandırabilir.
Sevgiyle kalın, korksanız da keşif yolculuğuna ve sormaya devam edin! aslında belki de şu an için aslında başka bir seçeneğin olmayışı 21 Aralık'ta gökyüzündeki kader işareti olabilir. Belki bu kader'i yok saymak, beyhude bir çaba ve reddedişin getirdiği korku en temel engelleyicidir.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)
Hoş geldim!
Yeni yılın ertesi, annemin başka diyarlara intikal edişinin tam göbeği, oğlumun yeni yaşının hemen öncesi bir zamanlardan merhaba! Uzun bir ...
-
Canım oğlum, Tarihler çok önemlidir derler. Hele de doğduğumuz saat ve tarih. 6.yaşını 9 Ocak'ta doldurduğun halde ben sana yeni ...
-
Ben cidden çok şanslı bir insanım. Hayatımda hep çok kıymetli arkadaşlarım oldu, onlar da bana hep en kıymetli hediyelerini verdiler. Kim...
-
Aşağıdaki mektubun biraz daha uzununu neredeyse 3 hafta önce gerçekleşen TEOG sınavları öncesinde kızıma yazıp vermiştim. Kayıtlara geçmes...