7 Mayıs 2014 Çarşamba

Manifesto

Geçen aylarda anlı şanlı 40.yaşımı doldurdum. Ruhen uzunca bir zamandır 40 yaşıma hazırlanmakla birlikte biolojik olarak da sonunda 40 yaşıma bastım.Fiziksel olarak göz çevresi, göz altı ve göz kenarları dışında fena değil durum.

Beyazım yok gibi bir şey. Kayıtlara geçmeli. Genetik mirasımdan hiç mutlu olmayan kızım  40 yaşımda beyazlarımın  olmadığını bilmeli ki ileride eğer bir şey olursa sorumluluk benden gitsin.))

Çok özel bir dönem yaşamaktayım.Yüceltme dönemi. Bugüne kadar beni ben yapanları, hayatımın  dönüm noktalarına  tanık olanları, iyisiyle kötüsüyle benimle büyüyen herkesi yüceltme dönemi.
Çok şanslıyım. Çoğunluğuna fırsat buldum. Yani teşekkürü borç bilme anlamında. Onlara teşekkür edebilme anlamında. Çoğu yanıbaşımda idi ifade edebildim, kimisi uzakta idi mektup yazabildim ama onlarca kişiye dediğim gibi duygularımı ve şükranlarımı sunmak istedim.

Ve sonunda da bir manifesto yayınlamak istedim.

40 senenin manifestosu. Muhasebesi değil. 
Çıktısı.
Yaşanmışlıkların.
Denenmişliklerin.
Sevginin.

Kayıtlara geçsin isterim. Çocuğum çoluğum benim 40 senelik manifestomu bilsin istedim.

MANİFESTO

1.İyi gün dostları olmalı insanın hayatında...Kötü günde herkes kendi vicdanını rahatlamak için koşar başkalarının yardıma. Düşenin dostu olmaz derler halbuki düşünce insan; rahat eder herkes, bir nevi ohh çeker. Kim iyi gününde senin kadar seviniyorsa, seni iyi gününde yüceltmeyi biliyorsa gerçek dostun olmalıdır hayatta.

2.Annenin bacak boyunu, babanın attığı bakışla mum gibi olduğumuzu hatırlayan dostların olmaya devam etmeli hayatında...Ki onlar sana kim olduğunu, nasıl bir ailede nasıl bir sevgi yumağı ile büyüdüğünün aynası olabilmeliler hayatında.

Kökünü unutturmayanlar yüreğinde esas kök salacaklardır hayatında.

Ama haksızlık da yapmak istemem. Bu dönemlerime yetişemeyen dostlarımın da aileme dair bilgisi, merakı ve  hatırşinazlığı benim için çok kıymetlidir. Her gün görüyor olsam bile bana ailemdeki kişilere dair hal hatır sormayan, ilgisi ve merakı olmayan kişilerle de harcadığım zamanı azaltmanın vakti gelmiştir. Derhal yapıla.

3.Anaç dostların olmalı çevrende her daim. Bilmelisin, ayırt edebilmelisin o dostunu. Annen öldüğü an ilk kimi arayacağını tereddütsüz bilmelisin bu dünyada.

4.''Fahişe bile olmaya karar versem vardır bir bildiği dersiniz benim için, etiketlemez, ayıplamaz beni sevmeye devam edersiniz '' dedi  35 senelik bir arkadaşım. Benim için daha güzel bir ifade olamazdı. Zaten etiketleyen, ayıplayan, eleştiren, şekilci kişilerle yollarımı çoktan ayırdım. Şans eseri kalanlar olduysa da bu cümleyi onlarda da test edeceğim ki gerçek dostlarımla yoluma devam edebileyim. Bu konuda ciddiyim...

5.İstismar hep cinsel olarak algılanır ama istismarın en çok karşılaşılanı aslında duygusal istismardır. Hepimiz ya ailelerimizden ya da arkadaşlarımızdan yükler taşımaktayız aslında. Bazen farkında olarak bazen farkında olmayarak...

Bize bilerek yüklenilmek istenen, '' aa senin için en sevdiğin yemeği yaptım gelmezsen çok kırılırım''  '' kaç gündür nerelerdesin hiç sesin soluğun çıkmadı '' '' geçen gün aklımdan geçtin ne yapıyorsun diye ama arayamadım '' gibi eveleyıp geveleyen yetmez senden sonsuz beklentisi olan ve  sen vermedikçe kılını bile  kıpırdatmayan kişilerle olan ilişkilerini- ister ailenden ister de yakın arkadaş çevresinden- kademeli şans vererek, sınırlarını çizerek idare etmelisin. Ama sınır ihlali olduğunda ise vicdanında elveriyorsa eğer hızla uzaklaşmalısın öbür tarafa. Vicdan meselesi mühim ama derin. Bir başka zamana.

Yüreğini hissedenlerle devam etmelisin yola. Senin yüreğini hissedenlerle. Kendi yüreğinin de farkında olanlarla. Şeklen kusur bile etsen, bir kere yüreğinin sıcaklığını hisseden;vazgeçemeyeceğini bilmeli senden. Senin de ondan vazgeçemeyeceğini bildiğin gibi.

6. 40 senelik ömründe; bölsen bile hayatını evrelere, her bir evrene tanıklık edenler olmalı hayatının içinde. Çaba göstermelisin onlar için. İlişkini, iletişimini, sıcaklığını devam ettirmelisin. Sen onlarsın aslında. Koparsan eğer onlardan kendinden kopmuş olursun aslında. ''Koptuk gitti, kimbilir nerede? '' diye sorduğun  kaybetmiş olduğun kendindir aslında.

7. Babanı yüceltmeyi hep bilmelisin bu hayatta. Ne olmuş olursa olsun, 3. sayfa haberlerine bile çıksan halletmelisin O'nunla olan meseleni. O'nun olan iletişim kaliten sana çok iyi erkek arkadaşları ( dostlar anlamında ) boyfriend'ler ve uzun ve sağlıklı bir karı-koca hayatı getirecektir.

Ne olursa olsun, kendi aileni bile kurmuş olsan, hissetmelisin babanın desteğini arkanda...Çocuğu, çoluğu, kocayı  bırakıp NYC'a giderken de, kız kıza tatile giderken de bilmelisin seninle gurur duyduğunu, keyiflendiğini. Hayatını yaşadığın için, bağımlı olmadan ilişkiler yürütebildiğin için.

8.Yemeyenin malını yerler demiş atalarımız. Ben ise başta kendim sonra da çocuklarım için diyorum ki  '' yaşamadığınız, denemekten korktuğunuz hayatınızı sizden alıp yaşarlar ''.

Yaşamalısın bu hayatı ve  önüne getirdiklerini. Yoksa nasıl kendimizi tamamlarız ki bu dünyada? Nasıl gelişiriz? Nasıl daha hoşgörülü, esnek oluruz? Nasıl sevgimizi çoğaltırız? Nasıl tam oluruz? 

Kütük değiliz ki biz. İnsanız. Kimi yerde eğilip bükülmeyi, kimi zaman savrulmayı, kimi zamanda yerle bir olmayı bilmezsek  biz nasıl biz oluruz ki ? 


9. İdare etmeyi bilmelisin bu hayatta. Herkesi. Ananı babanı, kayınvalideni, ablanı, abini, çocuğunu, yeri geldiğinde dostunu, kocanı, ortağını. Değer biçmelisin onlara. Seçtiklerin olduğu için, sırf sana bahşedilmiş  hediyeler oldukları için sevmelisin onları.
Onlardan yana mutsuzluğun varsa eğer kendinden de mutlu değilsin demektir. O zaman işe önce kendinden başlamalısın. Deşmeye de, yermeye de, eleştirmeye de...Kendine yapamıyorsan eğer bunları; başkalarına da haksızlık etmemelisin o zaman.

10.Çocuk ruhunu kaybetmemelisin bu hayatta...Sokakta yorgun argın giderken karşına çöplerden saçılmış bir karton süt kutusu bulursan eğer atlamalısın üstüne; patlatabilmek için. Eski günlerdeki gibi. İçinde süt varmış, üstün başın süt olmuş önemli değil. Zira attığın kahkahayı, yaşadığın ve yaşattığın ''an'' ı anlatmak için varsın bu dünyada belki de.

Bir nevi hikaye yazmak için. Hikayeyi yaşamak için. Kendi hikayeni oluşturmak için. O yüzden kendi hikaye kurgumuzu seçmeliyiz bu hayatta. Nasıl bir hikaye yaşamak istiyoruz? 
Melankolik, maceracı, dingin, fırtınalı, debdebeli, etliye sütlüye karışmayan, her 10 senede bir yeni bir sayfa açan vs vs.. İyi kötü demiyorum. Nasıl'ını bilmeli, seçtiğimiz hayatın farkında olmalıyız diyorum.Başrolünü kimin oynayacağını bilmemiz gerektiği gibi.

Gelelim benim hikayemin başrol oyuncusuna...Zaman O'nu yüceltme zamanı.Zaman O'na teşekkür etme zamanı...

Yüreğine, kalbine ve sonsuz cömertliğine hep hayran oldum. Azmine hep saygı duydum. Çocuk ruhunu hep çok kıskandım. Çocuklarımın babası olduğun için hep çok şanslı hissettim.

Beni koşulsuz sevdiğin ve bana her daim hem destek olup hem de tahammül edebildiğin için çok müteşekkirim.Kalpten teşekkür ederim.
40 yıllık hayatımda annemle geçirebildiğim süre kadardır seninleyim. Benim için kocaman bir adam olduğun kadar kocaman bir dünyasın.

İyi ki varsın. 







24 Nisan 2014 Perşembe

Zaman sizin ne için ne zamanı ?

Uzun süreden sonra ilk defa başıma geliyor...İtiraf ediyorum hoşuma gitti. Ne kadar sosyal olsam da, evde bütün gün kalamayıp her defasında kendimi sokağa atsam da aslında gerçek şudur ki ben yalnızlığı çok severim.

Alıp başımı gidesim olduğu kadar, başımı dinlemeyi ve kendi düzenimde olmayı bir o kadar severim.

Kendi kendime koyduğum teşhis şu oldu yıllar içinde; enerji dağıtmaya devam edebilmek için kendimi şarj etmek. Yani eşime, dostuma, yakın çevreme ilgi ve alaka düzeyimi devam ettirebilmem için bir o kadar da yalnız kalabilmem şart. Yoksa şaka değil hiç hastalanmayan ben; kendi kendime kalamadığım da ya hastalanıyorum ya da sinirli ve gergin oluyorum. 

Yaklaşık son 10 senede ise fark ettim ki, kendi evimde, kendi düzenimde yalnız kaldığım hiç olmamış meğersem. Geçen gün Çağlar, çocukları alıp Ankara'ya gideceğini söylediğinde çocuklar gibi şen oldum. Ev bana kalacaktı. Ben işlerim yüzünden gidemiyordum ama sorun değildi. 

2 günün şimdiye kadar özetini yapacak olursam; kimseye sürekli hadi demiyorum, kendi dışımda kimsenin sorumluluğunu düşünmüyorum. Ödev, yemek, banyo, arkadaş programı vs gibi halletmem gerek şeyler yok. Çocuklarıma örnek olacam diye metazorik dertler hiç yok. Odam darmadağın. Yemek yenilmiş tabaklar lavaboda. Bulaşık makinesine bile yerleştirmeye üşendim. Kıyafetler ortada. Sokak kapısından salona gelene kadar spor ayakkabasından topuklu ayakkabıya kadar 3 farklı çeşit ayakkabı sağa sola dağılmış durumda. Pervasızca kendi evimde dolanıyorum. Evime birisi gelecek diye ödüm kopuyor. Veya beni bir yerlere davet edecekler de gitmem gerekecek diye. 1,5 günüm daha var. Bu 1,5 günü bayağı iyi değerlendirmem gerek. Toplantılarım biter bitmez hemen eve gelmeyi planlıyorum. Müzik her an açık. İzlemediğim TV 'de ise sadece ekranda görüntüler var.

Akşamları salonda loş bir ışık. Ortam hafif karanlık. Ruhum öyle değil ama nedense ortamı kararttım. Az ile yetiniyorum sanki. Ne düşünüyorum, ne muhakeme yapıyorum  ne de düşlüyorum.

Zaman; dingin olma zamanı. Zaman; rutini biraz kırıp gevşeme zamanı. Zaman; zamanı yaşama zamanı. Zaman;zamanı yavaşlatma zamanı. Zaman; ne olursa olsun şükretme zamanı.

Zaman;hayatta biriktirebildiğim onca şey için, başka diyarlarda beni bekleyenler için, hayatımdan çıkmış olsalar bile bende bıraktıkları izler için, seçimlerim için, beni seçenler için, bana bahşedilenler için şükretme zamanı. 

Zaman;sessizlik içinde keşfetme zamanı. 

Zaman; zaman detoksu yapma zamanı.

Zaman;benim için tam zamanı.

Peki ya sizin için ne zamanı ?

11 Mart 2014 Salı

Yüreğimizde deprem

Yıl 1999. Sabahlardan 17 Ağustos sabaha karşı.

İstanbul'un göbeği.

Bildiğiniz üzere Gölcük depremi.

Bildiğiniz tüm şeylerden farklı olan hani.

Dünyanın sonunun geldiğini sanıp yataktan kalktığınız.

Acaip korktuğunuz; an itibariyle sağınıza solunuza bakıp yitirdiklerinize dair  ne  muhasebe ne muhakeme yapabildiğiniz.

Sabahı zor edip işe gittiğiniz.

Hani başka ne yapılacağını da bilmediğiniz.

Belli ki rutinden yaptığınız ama aslında içinizin almadığı bir durum olduğu apaçık hani.

Yüreğiniz burkuluyor, içiniz çığlık çığlığa.

Dışınız rutin ve umarsız.

Ne de olsa doğa olayı. Elimizden ne gelir ki ? zihinlerde.

Vicdanlar henüz rahat.

Sadece hiçbir şeyin bundan böyle  eskisi olmayacağından eminsiniz


20 Ağustos 1999.

İstanbul'un göbeğinde müstesna bir iş yeri.

Depremden 3 gün sonra.

Kimse birbirine bakmamaya çalışıyor.

Ayıp ortaya çıkmasın diye direniliyor.

Sonra bir an geliyor.

Herkes önce kendisi sonrası birbiri ile yüzleşiyor.

Belli ki çığlıklar artık dışarı taşmak istiyor.

Belli ki rutin filan değil ortalık bildiğin yangın yeri.

İnsanlar can pazarında halen çatıların  altında.

Biz klavye başında.

Vicdanlar perişan.

Depremden 3 gün sonra iş bölümü yapıyoruz.

Kimimiz yollara koyuluyor.

Deprem yerinde. Depremzedelerle birlikte oluyor.

İhtiyaç listesi oluşturuluyor.

Yetmez aileler İstanbul'a taşındırılıyor.

Evler dayatılıp döşeniyor.

Öğrenciler okutuluyor.

Hiç bir şey ama hiç bir şey eskisi gibi olmuyor.

Ama 50 kişinin yürekleri  bir olup yaklaşık 12 sene depremzedeler için çırpıyor.

Kimse ne unutuyor, ne de unutturuyor.

Yıllar geçse bile.

14 Haziran  2013

Gezi gösterileri olmakta.

Deprem gibi etkisi.

Doğa için.

İnsanlık için.

Özgürlük için.

Tek farkı  bu sefer olayın kaynağı doğa değil.

Başımızdakiler.

K.çımızda olamayacak kadar adiler  halbuki.

Adil demedim aman dikkat. Adi.

Bildiğin savaş ortamı.

Kasıtlı ve planlı.

Polisin bizi korumaktan vazgeçip karşımıza hatta ırzımıza geçmeye karar verdiği.

2013 senesinin tam ortasında.

Genç bir çocuk evden basit bir sebep yüzünden çıkıyor. Ekmek kadar.

Adı;Berkin.
Soyadı;Elvan.
Yaşı;14

Kayıtlara geçsin.

11 Mart 2014 

Tam 267 gün sonra gittikçe eriyen bedenden geriye ölü bir beden kalıyor.

Ruhu ise hepimizin yüreklerine kazınıyor. Ali İsmail Korkmaz ve nice diğerleri gibi.

Vicdanlarımız ağır darbe alıyor.

Geçen sefer 3 günde harekete geçmemizin yerini 267 gün sonra kocaman bir boşluk kaplıyor.

Bu sefer tek önemli farkımız; muhakeme ve muhasebe yapabilecek durumda olmamız.

Tek önemli aynı noktamız;

Vicdanlarımız da kocaman delik.

Ve hiçbir şeyin veya hiç birimizin bundan böyle eskisi gibi olmayacağının bilinci.

Daha farkındayız artık her şeyin.

Hayatımızda vermediğimiz tepkiyi  veriyoruz.

Hesap soruyoruz.

Protesto ediyoruz.

Her yerde.

Hayatımızdaki rutine devam etmiyoruz.

Aynı depremde olduğu gibi.

Unutmuyoruz.

3 ya da 267 gün de geçse.

Hesap sormaya ve farkında olarak yaşamaya devam edeceğimiz kesin.

İnsanca yaşamak için.

Berkin için.

Ali İsmail için

Er ya da geç.

İlahi adalet yerini bulacak.

Başımızdakiler k.çımızda bile yer bulamayacaklar.

Ancak öyle vicdanlar bir nebze soluk alacak.


Şairin de maalesef  dediği gibi.;

''Biz yitire yitire kazandık kendimizi.''
Nuri Pakdil










10 Mart 2014 Pazartesi

40'ında bir kadın

Şu sıralar inanılmaz farklı çalışmaya başladı zihnim.

Sürekli okumak, yeni bilgi peşinde koşmak, yazmak, yaratmak, daha farklı yerler görmek, yine yazmak, yine okumak, yine üretmek ve de illaki çalışmak istiyorum.

Şaka değil. Çalışasım çok şu sıralar.

Hem de kapanıp bir yerlerde.

Müzik sürekli fonda.

Kesintisiz.

Arada spor.

Sonra tekrar zihnimde dolaşıp duranları dökerek rahatlama isteğim çok.

Zaman baskısı ile birlikte.

Çok çalışasım var.

Hatta arada ihtiraslanıyorum bile. Daha fazla kişiye, kuruma erişme isteği, etkileşim isteği kaplıyor her yerimi.

Çoğunlukla iş açısından. Sanatsal açıdan arada sırada yani.

Orada burada ürettiklerimiz, tasarladıklarımız, deneyimlettiklerimiz hakkında laf kalabalıkları görüyorum.

Yine zihnimde pek tabii.

Ama gel gör ki uyumlu değil zihnim ile bedenim.

Bedenim belli saatten sonra pes ediyor, yatak onu çağırıyor.

Çocuklar desen bahanem.

Zihnim dolu uykuya dalıyorum.

Ama eksik hissediyorum.

Yapmam gerekenleri yapmıyormuşum gibi.

Yaratma sancısı çeken bir sanatçı gibi.

Bir aşamaya gelmişiz de bir sonraki aşamaya geçmemiz gerçeği gibi.

Belki de toplumsal sorunlarla kendi sorunlarımı özdeşleştiriyorum kimi zaman.

Daha içinde olmak istiyorum herşeyin.

Sorumluluk almak, sorumlu olmak istiyorum.

Birçok kişinin yapmaktan kaçtığının aksine.

Belki de yaş.

40 yaşında olmak .

Farkında olarak istemek hayattan isteyeceklerini.

Ama illaki çaba göstererek.

Ve pek tabi üreterek bazen bir işi, bazen bir çiziyi veya bir objeyi.

İstemek yolun yarısı.

Mızmızlanmak ruhuma aykırı.


Not: 8 Mart Dünya Kadınlar Gününde tesadüfen İz TV 'de izlediğim ''40 'ında 40 Kadın'' Projesinden çok etkilendim.

Meğersem 2010 senesinde yapılmış bu projenin resim sergisini gazetenin köşe kenarındaki bir haber bülteninde okuduğumu hayal meyal hatırladım. 


Kadın ve kadın hakları için çalışan  birçok kurum ve/veya organizasyon olduğunu bildiğim halde  bir şey yapmadığıma göre demekki aslında hiçbir şey bilmiyormuşum!!...( Lao TZU 'nun sevdiğimiz bir lafı buraya cuk oturuyor!)


Bilmek ve yapmamak aslında bilmemektir!


Birbirinden çok farklı kesimlere ait ama ortak noktalarının; Kadın ve 40.yaş dönüm noktalarında farklı duygu ve arzularını keşfetmiş, keşfetmekle kalmamış, yüzleşmiş ve bu uğurda emek harcamış kadınlardan çok etkilendim. 


Özellikle de imkansızlıklarla örülü iken yapmak istediklerini hayata geçirebilenlerden.
Tanıtım videosu az biraz fikir verse de belgesel çok daha tamamlayıcı ve fikir verici halde.
Elinize sağlık Tuluhan Tekelioğlu.


http://www.mynet.com/video/insanlar/40-inda-40-kadin-498959/

Ben de hem bilmek hem de yapmak istediğime göre bir şeyler hayırlısı diyelim. Bekleyelim.

19 Şubat 2014 Çarşamba

Hiç tanımadığınız birine en son ne zaman…….?

Bugün samimi bir şekilde cevaplamanızı istediğim kısa bir test ile başlamak istedim...
  1. Hayatınızda en son ne zaman tanımadığınız bir kimseye iltifat ettiniz?Veya hiç tanımadığınız bir kişiden iltifat aldınız?
  2. Hayatınızda ne kadar sık yakınlarınızı veya tanımadığınız kişileri yüceltiyor ve çabalarından ötürü takdir ediyorsunuz?
  3. Hayatınızda en son ne zaman kendinizi şaşırtarak yaşadığınızı gerçekten hissettiniz?
  4. Ne kadar sık komforlu, güvenlik çemberinizden çıkıp kendinizi gerçekleştiriyorsunuz?
  5. Öykündüğünüz kişilerin ortak özelliklerini tasvir edebilirmisiniz?
Geçen pazar günü evde miskin miskin oturup gazete okurken birden heyecanlandım. Kısa gözüken bir yazıya göz atıp keşke daha uzun olsaymış dedim. Belli ki daha ilk baştaki  başlığından etkilenmiştim. 



Okumaya devam ettikçe daha da şaşırmaya devam ettim. Ne de olsa röportajını okumakta olduğum kişi de ODTÜ İşletme mezunu idi. Bölümü tutturamasak da aynı fakülteden mezun olmuştuk;  kariyerinin ilk başlarında  ürün yöneticiliği ve pazarlama geçmişi vardı hem de hızlı tüketim ürünleri sektöründe; aynı benim sahip olduğum gibi ; sonra pazarlama sektöründe hizmet veren kendi işini kurmuştu; ne tesadüftür  ki halihazırda ortağım Bahar ile birlikte benzer bir alanda hizmet veren bir işimiz var.:)

Kişilerle benzerliklerimi değil farklılıklarımı yüceltmeyi seven benim için; işin rengi kariyerini birden bırakıp müzik tutkusunun peşinden Newyork'a gitmesini okuduğum an birdenbire değişti. Hele hele sadece müzik okuması değil; sahneye çıkıp başarılı bir şekilde opera yaptığını okuduğumda kıskançlık, takdir, ilhamlanma, yüceltme ve  kendisini tanıma isteğim kabardı. Bakınız bir önceki tiyatro ile ilgili yazım…

Ne yapıp ne edip kendisi ile tanışmak istedim.Tasarımcılığından ve bilge yönünden etkilendiğim Ümit Ünal geldi birden aklıma. Düşündüm her ikisi de gönüllerinin götürdüğü yere gitmiş, cüretkar ve yaratıcı kişilerdi.

Önce yazıyı Çağlar'a okuttum. Zira kocam diye söylememekle birlikte hem Çağlar'ın da sıradışı kalbi kadar sıradışı ve yaratıcı bir vizyonu olması, hem de başarılı bir girişimcilik hayatı sebebiyle O'ndan hem  çok şey öğrenirim hem de O'nun da başkalarından ilham almasını arzu ederim.

O'na da dedim ki; 

'' Ben kendisi ile tanışmak istiyorum ''.

Akşam saatlerinde LinkedIn 'den kendisini buldum. Ortak iş arkadaşlarımız da varmış meğersem dedim. Sonra davetiye gönderip beklemeye koyuldum.

Ertesi gün beni kendi network'üne kabul etmesiyle ''tamam  artık email gönderebilirim'' dedim.

Ve oturup kısa ama güzel bir email yazdım ve gönderdim.

Kendisinin farklılığından, cüretinden ve vizyonerliğinden çok etkilendiğimi ve kendisi ile bir fırsatta yüzyüze tanışıp sohbet etmek istediğimi söyleyip send tuşuna bastım. Hemen ardından da Çağlar'ı arayıp attığım mail'den bahsettim.

O an ''hayat'' bu işte dedim.Yaşamak da bu.Ve heyecan içinde cevabı beklemeye başladım.

Bugün samimi ve içten bir cevap aldım. Bir kahve teklifi ile birlikte.

Bir insanın yaşı, cinsiyeti, kimliği, geçmişi ne olursa olsun, tanıdık, tanımadık kalbine dokunmanın ne kadar keyifli ve özel bir şey olduğunu bir defa daha hissettim.

En son benim kalbime kim dokundu diye soracak olursanız; dün hiç tanımadığım bir hanımefendi; arkadaşlarımla bir cafede otururken yanımıza kibar bir şekilde gelip üzerimdeki ceket ve gömleği çok beğendiğini söyledi. Beni hem gelinine benzettiği için hem de kendisine de böyle bir hediye almak istediği için  nereden aldığımı sormasının bir mahsuru olup olmadığını sordu.

Hayat bu işte.

Alma verme.

Etme bulma.

Ama illaki sevgiyle yüceltme..

Peki ya siz hiç tanımadığınız birine en son ne zaman …………?




17 Şubat 2014 Pazartesi

İlham kaynağım


Endonezya, Sırbistan, Çin, Ukrayna, Polonya, Almanya, İngiltere, ABD, Fransa, Lüksemburg, İngiltere…

Halihazırda tatil planı yaptığım ülkeler değil yukarıda listelediklerim.

Rahmetli Adile Naşit gibi ''Uykudan önce '' isimlerini anmak istediklerimden de değiller.

Neden bahsettiğime biraz dolambaçlı olarak geleceğim bu defa. Sözü uzatıyorsam affola.

İlkokul sıralarında aldığım tüm başrollerdi sanırım   '' tiyatroda iyi bir oyuncu '' olabileceğimi  zannetmeme sebep olan.

Tabi ezber kuvvetli, kimi zaman ya eşek rolünde iken  üzerimdeki bir örtüden  ya da bir mikrop rolünde iken yüzümde taşıdığım bir maskeden; performansım hiçbir zaman tam  ölçülemedi ama  ben kendimi hep çok büyük bir oyuncu sandım;  taa ki ortaokul seçmelerinde red edilinceye kadar.

Ergenlik ve reddedilme  halleri örtüşmedi ve küstüm bu hayalime taa işe başladığım zamanlar olan 22 yaşıma kadar. Halbuki koskoca bir üniversite dönemi heba edilmiş bu arada ayrı.

Hayalim o yaşlarda tekrar hortladı. O zaman ki çalışma arkadaşlarım- halen yakın arkadaşlarımlardır -hatırlarlar mutlaka '' bir gün sahneye çıkacağım '' dediğimi. Demiştim demesine lafta kalmıştı bu isteğim yine.

Kimbilir belki de  genç bir ürün yöneticisi olarak bazen satış teşkilatına bazen şirket üst yönetimine bazen de halka sunumlar yaparken tiyatro yapar hissetmiştim kendimi belki de. ( şaka değil Türkiye 'de fazlasıyla seminer vs vermişliğimiz vardır ekipçe )

Ne zaman kurumsal çalışma hayatıma veda ettim o zaman dedim ki kendime; artık  ''sahnen de ''    kalmadı  ''çalışıyorum, vaktim  yok '' bahanen de ; o zaman doğru bir tiyatro atölyesine.

İkinci çocuğumu doğurmuşum, evde çocuklar vesaire dinlemedim önce haftada 2 akşam Taksim'deki bir yere sonra ise başka bir oyunculuk kursuna gittim 1 sene kadar. Tiyatro kursu adı altında  dizilere  figuran yetiştiren oyunculuk atölyelerine…

1 senenin sonunda hayal ile gerçek deneyim örtüşmedi; ne evdeki çocukların durumu ne de sarı lapiska saçlı benden 15-20 yaş küçük, tüm hayali ünlü olmak isteyen kızcağızların durumu örtüştü, ne de  kısa sarı saçlı, fazla Avrupai, oynasa oynasa Aşk-ı Memnu'da ki Bihter rolünü görüntüde oynamaya yatkın, içerikte ise çok fırın ekmek yemesi gereken performansımın yanısıra dizi değil tiyatro sahnesi tozu yutma isteğim de örtüşmediği  için bir daha düşünülmemek üzere bu kapı kapandı.

Böylelikle bir çok şeye ama en önemlisi bir türlü sahip olamadığım '' seyircilerime '' veda etmiştim. Erken ve hüzünlü bir veda idi.

Derken malumunuz eski usül bir günlüğü yeni usül bir platforma taşıdım, kendimi, hissettiklerimi yazmaya başladım.

Bir sanal sahne yarattım.

Ama tam da usülüne göre yapmadım. Etiketler koymadım. Kitleleri hedeflemedim.Blog gerçeklerine uygun davranmadım.

Önce kendimi tanımaya, sonra da hissettiklerimi anlamlandırmaya odaklandım. Belki 1 sene sonra belki de 5 sene sonra dönüp okuyunca ''iyiki yapmışım'' demek istedim.

Samimi olarak kendimi akıtmak, çocuklarıma kendimi anlatmak istedim. Şimdiyi yazarken aslında onların yarınlarında olabilmek istedim.

Tam bu arada bir de baktım ki sizler olmuşsunuz. Dünyanın pek çok yerinden. Yazımın ilk girişinde bahsettiğim diyarlardan. Endonezya, Sırbistan, Çin, Ukrayna, Polonya, Almanya, İngiltere, ABD, Fransa, Lüksemburg, İngiltere'den izleyicilerim, seyircilerim olmuşsunuz. Benim için çok özel olmuşsunuz.

İlham almak, ilhamlanmak şu dünyada peşinde olduğum belki de tek şey. Sizler de benim ilham kaynağımsınız.

Varlığınızı hissettikçe duyularımda, duyumsamalarımda bana ilham olmaya da devam edeceğiniz aşikar.

Hayalimi gerçek kıldığınız, yaratmış olduğum bu sahneden beni iyi kötü, az çok, şöyle böyle, arada sırada da olsa takip ediyor olduğunuz için hepinize çok  teşekkür ederim.

Kimbilir; belki bir gün, bu sanal sahneme yorum bile bırakır; duygu ve düşüncelerinizi paylaşırsınız.

Ahh işte o zaman ben var ya ben havalara uçar, mutluluktan ağlarım.

Her akşam hevesle '' İpek '' demesini beklediğim, uykum gelse bile onu izlemeden yatmadığım ama  ''İpek'' dediğini hiç duymadığım için çok üzüldüğüm ''Uykudan Önce'' programı gibi beni üzmeyeceğinizi zannediyorum !!! sevgili izleyecilerim:)

Bu arada çok ama çok sevdiğim bir sanatçı olan Adile Naşit'i de rahmetle anmak istedim.






9 Şubat 2014 Pazar

Top 10

Zihnimde; yapılan dialoglar, okuduğum kitaptan alıntılar, dostlarla yapılan sohbetlerden aklıma çalınanlar dolaşıp dursa da yazıya dönüşmesine var daha. Nedendir bilmiyorum ama akıtmakta, yazıya dönüştürmekte zorlandım bu ara.

Öte yandan bu sıralar  her duyduğumda yüreğimi hoplatan, beni gülümseten, yetmez nerede olursam olayım -ki çoğunlukla arabada- alelacele iphone'u bulup Shazam'ladığım Top 10  müzik listemi  kayıt altına almak istedim.

Eee ne de olsa müzik ruhun gıdasıdır derler. Belki ruhum doyar da akıtmak ister içindekilerini dışına tez zamanda.
Kalalım sağlıcakla.





http://www.youtube.com/watch?annotation_id=annotation_738294045&feature=iv&src_vid=2-UsWFGGNOk&v=x8taBOkFJcE#t=7s

21 Ocak 2014 Salı

Kaybedenler Kulübü

Farkındayım blogum bir süredir Pinterest'e dönüştü ama ne yapayım; gördüğüm, okuduğum, duyduğum veya yediğim içtiğimden ilham aldığım müddetçe bazen bir yazıyı bazen bir çiziyi bazen de bir tarifi buraya koymak isteyeceğim.Aynen bugün okuduğum bir köşe yazısından etkilenip, buraya taşımak istediğim gibi.

Bundan neredeyse 3 sene önce, kocamın bir iş seyahatinde olduğu bir akşam, bir arkadaşımla gittiğim ve bu yazıya da konu olan filmden çok etkilenmiştim. Filmin her anını karnıma yumruk yemiş edasıyla izlemiş, yaşanmış bir hikaye olmasından, filmin ana karakterleri ile İstanbul 'da her an tanışabilme  ihtimallerinden bayağı bir etkilenmiştim. Sert ama hayatla yüzleşmemizi sağladığı içinde bir o kadar gerçek ve samimi idi Kaybedenler kulübü.Belki de hepimizin kendini yer yer bulduğu bir kulüp olduğu için sevmiştik az ama öz sayıda insan olarak bu filmi.

Bildiğiniz gibi bir kaç gündür Nejat İşler 'le yatıp kalkıyoruz. Oyunculuğunu değerlendirecek kadar bilge olamasam da  karakteri ve duruşu hakkında bir fikrim olduğunu düşünüyorum. Belki okuduklarımdan, belki de izlediklerimden etkilenerek veya sadece vücut diline bile bakarak  '' yürekli '' bir adam olduğunu düşünüyorum aslında. Yüreksiz bir dolu adam ile doluyken ortalık. O yüzden de yürekten istiyorum yine asi duruşlu havasıyla ayağa dikilmesini.

Tam da bugün pek de sevmediğim bir köşe yazarı olan Ertuğrul Özkök kaleme almış aşağıdaki yazıyı. Nejat İşler 'e ve Kaybedenler Kulübüne dair.Senaryosundan kesitler aktarmış.Ben de kayıt altına almak istedim.

Filmdençok kısa bir repliği de kendime tekrar hatırlatmak için koyduğum bu filmi ilk fırsatta  kocamla tekrar izlemek istiyorum.



Kim bilir belki de orada burada teğet geçmiş, gitmişizdir.
O insanı, gıyaben tanımış, gıyaben sevmişizdir, varlığında değil, yokluğunda arkadaş olmuşuzdur...
Ne kadar sevdiğimizi de, acı bir haber geldiğinde, yine Allah’ın belası o gıyabi duyguyla hissederiz.
İçimizi ne kadar acıttığını, bizi ne kadar üzdüğünü...
İşte öyle bir anda ta şuramızda hissederiz.
Gıyabında kahroluruz...
Çaresizliğin en acı hallerinden biridir bu... Duygunuzu bir türlü vicahiye çevirememek...
 
* * *
Böyle anların bir iç sesi vardır... Zamanını bekleyen sessiz bir melek gibi gelir ve size seslenir.
Sadece kendimin duyabildiği küçücük ses, “Senaryoya bak” diyordu... “O bölümü bul, her şey orada yazıyor...” 
Tolga Örnek’i aradım.
“Bana, ‘Kaybedenler Kulübü’nün senaryosunu gönderebilir misin” dedim.
Beş dakika sonra, Nejat’ın oynadığı harika filmin senaryosundan o satırları okuyordum.
Şimdi hayat mücadelesi veren Kaan’ın, yani Nejat İşler’in ve kaybeden yoldaşıMete’nin o Şekspiryen tiradını...
Senaryo, Altıkırkbeş Yayınları’nın baş eseri gibi akıp gidiyordu.
 
* * *
-Mete: “Bazen gitmek ister insan...”
Kaan:
 “Bazen gider...”
-Mete: “Bazen gidemez.”
Kaan:
 “Bazen hiç gidememekten korkar...”
Kaan: “Bazıları sonsuz neşeye doğar.”
-Mete: “Bazıları sonsuz geceye.”
Kaan:
 “Bazen ölüyorsun.”
-Mete: “Bazen ölmüyorsun. Bazen bütün koşullar uygunken bile ölmüyorsun.”
Kaan: 
“Bazen kendinden uzaklaşmak istiyorsun.”
-Mete: “Bazen gidiyorsun ama hep dönüyorsun.”
Kaan:
 “Bazen ağlıyorsun bayağı.”
-Mete: “Bazen ağlayamıyorsun bayağı bayağı. Bazen Acıbadem’den bir taksiye biniyorsun. Kadıköy diyorsun. ‘Taksiyi çekip içsem mi’ diyor taksi şoförü sana, engel olamıyorum kendime, o kadar kötü ki. Bazen yüzüne bile bakamıyor. Bazen sen zaten içmeye gidiyorsun. Bazen çok ama çok içmek istiyorsun da içemiyorsun.”
Kaan:
 “Bazen bir kadın geliyor, oturuyor karşına ve ağlıyor.”
-Mete: “Kadınlar hep ağlıyor.”
Kaan:
 “Bazen bir kadın sana en çok korktuğun şey bir kadının gözyaşıdır diyor kendi adına. Sen dönüp bakıyorsun geriye doğru, vay canına diyorsun... Bazen birisi geliyor karşına oturuyor, ‘Eğer çok sevdiysen’ diyor, oysa ki bilmiyor çok sevmek de bir ana ait...”
 
* * *
Bir İkinci Yeni şiiri tadındaki o harika diyalog:
Kaan: “Işığı yanan pencerelere bak. Kime konuşuyoruz ki?”
Mete: “Yanlış pencerelere bakıyorsun. Karanlık olanlara bakman lazım.”
İkinci gece
Arkadaş, Allah hiçbirimizi standarttan ayırmasın
TESADÜFEN açık kalmış bir radyodan, tesadüfen bir şarkı çalıyor.
Cat Stevens “Oh very young”ı söylüyor.
Senaryonun en harika bölümlerinden birini okuyorum.
Bir dinleyici radyoya bağlanmış:
-Dinleyen: “Alo, iyi geceler.”
Mete:
 “İyi geceler sayın dinleyen. Sizinle yatmış mıydık”
-Dinleyen: “Hayır.”
Kaan: 
“Bu gece ne yapıyorsunuz?”
-Dinleyen: “Sizi dinliyorum. Nasılsınız?”
Mete: 
“Standart.”
-Dinleyen: “Ben de standart.”
Kaan: 
“Allah standarttan ayırmasın. Evet bu gece ne yapıyorsunuz?”
 
* * *
Cevabı ben veriyorum.
Ne yapacağız Nejat?Yine uyuyamıyoruz işte, bir gece daha uyuyamıyoruz...
Yine açıp bir Ece Ayhan dizesi, iki Cemal Süreya, üç Küçük İskender derken sabahı ediyoruz.
Yine memleketin hali geliyor aklımıza, bu baskı, bu ceberut hava durumu...
Yine lanet okuyoruz vasatlığa, faşizmin sıradan ahlakına, üzerimize abanan ahlakçılarına..
Bir gece daha ölemiyoruz anlayacağın...
Standart yani...
Sonra “Allah standarttan ayırmasın” deyip üç-beş dakika uyumaya çalışıyoruz,
Bu ülkenin karartılmış, iğfal edilmiş, sıradanlaştırılmış gündemi bize üç-beş santimetrekare standart dışı arazi mi bıraktı ki, uzun eşek ve körebeden başka bir oyun oynayalım.
İki eli her saniye iki yakamızda, iki dudağı her saniye suratımızda, iki ayağı her salise evimizde, iki kulağı, iki gözü her gün yatak odamızda..
Yine de inadına mı yaşayalım...
  

19 Ocak 2014 Pazar

İllaki

Eskiden canım sıkkınken veya kalbim kırılmışken dostlarımla konuşmak iyi gelirdi ya da müzik dinlemek ya da nadir olsada sessizce kalıp düşünmek…

Şimdilerde dostlarımın yanısıra başkalarından-ama illaki gönül adamlarından- başka yaşanmışlıklardan,deneyimlerden ilham almak, illaki okumak, illaki sessizce kalıp düşünmek iyi geliyor…

Ve pek tabii burada da sizlerle paylaşmak…

Bana çok iyi geldiler, ışık tuttular, zaman zaman güldürdüler, düşündürttüler.Ama illaki kayıt altına alınmak istediler.Belli ki gönlümü de aklımı da çeldiler.

Bakalım size nasıl hissettirecekler?

**Aşağıdaki alıntılar twitter'de takip ettiğim gaf ebesine ait.Teşekkürü borç bilirim.


''Geçer elbet efendim. Bazısı teğet geçer, bazısı deler geçer, bazısı parçalar geçer;ama mutlaka geçer''
Oğuz Atay

''Her insan,yapmadığı tüm iyiliklerden suçludur''
Voltaire

''Gideceği yeri bilene dünya kenara çekilip yol verirmiş''
Üstün Dökmen


''Güldün, güller açıldı penceremin demirlerinde. İyi ki geçtin dünyadan. Sahi, ya doğmasaydın?''
Nazım Hikmet

''Önemli olan başınıza ne geldiği değil, bu gelenle ne yaptığınızdır.''
Jim Rohn

''Hiçbir acı baki değildir.Üflersin geçer.Bazılarına daha çok üflemen gerekir, hepsi bu ''"

Sabahattin Ali

''Kendinizi tanımaya başladıkça özgürleşirsiniz ''

Sartre

''İnsanın bir tutkusunun olması dünyanın en büyük mutluluğudur''
Vladimir Nabokov

''Erkekler sadece kendileri için yaşar; oysa kadınlar bütün bir hayattan sorumludur''
Simone de Beauvoir

''İnsanın birini sevebilmesi için onu kendi kafasında biraz büyütmesi gerekir ''
Simone de Beauvoir

''Sessiz kalmak;kırıldığını göstermenin en iyi yoludur''
Tomris Uyar

''İki şey hayatımızı karartır;susacakken konuşmak, konuşacakken susmak''
Sadi Şirazi

''Hayat ileriye bakarak yaşanır, geriye bakarak anlaşılır''
Kierkegaard

''Her şeyin yokluğunu çekmeli insan, yokluk varlıktan daha görkemli ve daha anlamlıdır''
Cemil Meriç

''Kaç kardeşsiniz sorusuna cevap verirken kardeş sayısına dahil edebileceğimiz dostlarımız var mı, bana kalırsa bütün mesele budur''.
İ.Tenekeci


''Eğer yürüdüğünüz yolda hiçbir engel yoksa, o yol sizi hiçbir yere götürmez''
Bernard Shaw

''İnsan kalbinde ne taşıyorsa,dünyaya bakınca da onu görür''
Goethe

'Bu dünyada neyi en çok istersen, o senin imtihanındır.''
Mevlana

''Beklemesini bilenin herşey ayağına gelir''
Balzac


''Her şey geçiyor.Hiçbir şey geçmese de ''
Tezer Özlü

''Dert içinde pişen ruh sakinleşir''
Ali Şeriati

''Şu uyku insanın sevgilisi gibi bir şey, gelmeyince sinirlendiriyor ''
Sait Faik Abasıyanık

''Seni her özlediğimde, kuşlara bakıyorum ''
Behçet Necatigil

''Ve umutlar sonsuzdur''
Edip Cansever

''Ne tuhaf bir dünya''
Kimsenin işine karışmıyorum
Kimseyi incitmiyorum ve
Her an kendimleyim
Böyle olunca herkes beni kurcalıyor''

F.Ferruhzad

9 Ocak 2014 Perşembe

Canım oğluma mektup - 5.yaş

Canım oğlum,

5 yaşına bastığın bugün sana bir mektup hediye etmek istedim. İçinde çokça sen olan, sana dair olan.

Öncelikle bazı şeyleri geç olmadan itiraf etmem gerekirse o zaman şimdi bence...

Ablan Ela' ya 9 haftalık hamileydim ve aynen şöyle diyordum;
'' Ela gözlü, Ela adında bir kızım olacak''

Allah gönlüme göre verdi; kızım oldu, hemen adı Ela konuldu. Cam mavisi gözlerini görünce şaşırmış olsam da biraz sabreden derviş misali 1.yaşının sonunda gözleri de ismi gibi ela oldu, senin anlayacağın gönlüme göre oldu.

Pardon canım oğlum;  sana yazdığım mektupta bile ablan ne kadar büyük bir yer kapladı şimdiden. Hayatımızda hep gürül gürül çağlayacak ablanı kabul etmemiz gerekecek belli ki; olduğu gibi. Sevgiyle.

Seni de çok istedim, çok bekledim. Sadece kız erkek farketmeksizin.

Mevlana'nın dediği gibi '' Gel, gel kim olursan ol yine de gel '' misali istedim seni. Ana rahmine düştüğün andan itibaren ise farkındaydım herşeyin. Herşeyinin. Senin.

Entresandır hep annemi hissettim o süreçte sen içimdeyken; O'nun yumuşacıklığını, sıcaklığını, güleryüzlülüğünü, kolaylığını, sevgisini, ferahlığını, candanlığını. Tüm hamileliğim ferah ve aydınlık geçti. Hele de doğumun. Su gibiydi. Çok kolay ve akışkan. Epidural bile alamadan feryat figan 1,5 saat bağırdıktan sonra 2 dakikada -abartmıyorum-fırladın dışarı. Çeneme vurdu sinir bütün ameliyathanedeki Dr. ve hemşirelere;

 ''Tuttuğunuz altın olsun; Allah ne muradınız varsa versin '' diye durmadan konuştum.

Zira benim kucağımda da altın kadar belki altından da  kıymetli bir murad vardı taşımakta olduğum. Senin olduğun.

İşte itiraf zamanı şimdi canım oğlum; senin ismini sağa sola sorarak koydum. Acaba '' O mu olsa bu olsa ne dersiniz?'' diye akıl fikir sordum. Kim vurduya gittin. Anonim olarak Emir! oldun.

Cancağzım,

Eğer kızılderililer gibi bekleseydim bu yaşına kadar ve kişiliğine ve marifetlerine göre  bir isim vermem mümkün olsaydı eğer sana -hür iradem ve benliğimle- sana CAN ismini verirdim. Marifetlerinden ve karizmandan da dolayı da  ''Şeytan tüylü, becerikli Can'' olurdun olsa olsa. Herkesin de hemfikir olacağı gibi.

Can suyum,

Zira can suyumuz oldun bizim için; hep işimizi kolaylaştıran, neşemizi artıran, bizi coşturan kimi zaman ise  hayret etmemizi sağlayan;Kah 3 yaşında 2 tekerlekli bisiklete binerek; kah 4 yaşında kaykayda atlayıp zıplayarak, kah da  tüm hafıza oyunlarından  namağlup çıkarak. Ne yaparsan yap her daim  mutluluğumuzu artıran cansuyumuz oldun.Yüzümüzü hep güldüren  oldun.

Becerikli canım oğlum;

''Bugün benim 5.yaşgünüm yarın 5.5 yaşında olacağım'' diye mutlu olan oğlum. Bu konuda da sana bir özür borcumuz var. Zira kendinden 1 yaş büyüklerle okuyacağın için; hep en küçük olarak en hızlı büyümeyi isteyen durumunda olacaksın. Ocak doğumlu oldun diye mutlu olurken Milli Eğitime tabii olunca hevesimiz kursağımızda kaldı. Ama senin bunu da kotaracağına inancımız tam olduğu için pek ses etmedik yolladık seni erkenden marş marş okula. Bizi mazur gör hep hayat boyu olur mu?

Sevgili oğlum,

Bu dünyaya kesinlikle sevgi alıp sevgi vermek üzere geldiğin aşikar.

Sen sen ol her konuda tutumlu olsan bile bu konuda cömert ol, bonkör ol, senden sevgi isteyen kişilere karşı eli açık ol, duyarlı ol, tamam mı benim aslan oğlum…

Bir de ne yaparsan yap hayatta; hep çok güzel dansetmeyi bil; eşinle tanışıncaya kadar hep ilk danslarını benimle yap, tamam mı benim yakışıklı oğlum…

Nice mutlu senelere gözü pek oğlum…

Seni çok seven annen,
İpek

3 Ocak 2014 Cuma

Hayat bir kuşku değil bir nimettir.

Aşağıdaki yazıyı derki.com 'da okuyunca yolun başında olduğunu bildiğim yoga yolculuğumla çok örtüştürdüm. Fiziksel zindeliğimi geliştirmek için başladığım bu yolculuğun ruhsal ve spirituel dünyamı nasıl geliştirdiği, arzu ve heveslerimi ne denli değiştirdiği, derin bilgiye olan açlığımı nasıl ortaya çıkarttığı,  batıdan çok doğuyu merak etmemi sağladığı aşikar. 

Kısmetse bu sene doğunun gizemli yerlerinden bir tanesi olan Nepal'e gitmek istiyorum.Henüz planlamadım. Ama en kısa zamanda araştırmalarıma başlayacağım. Yoganın meditasyon aşamasını ise bu sene içerisinde daha fazla deneyimlemek istiyorum.

Röportajda geçen bir cümle ise benim hayatı yaşama isteğime ile birebir örtüştürmekte.


''Hayat bir kuşku değil bir nimettir.''
Sahip çıkalım, yaşayalım o zaman…


Aşağıdaki  röportajı yapan kişi ; Deniz Yalım Kadıoğlu.Ayrıca bir blogger kendisi. Benim de takip etmek isteyeceğim bir blogu var; http://www.denizesifir.net
-----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Önce röportajın öyküsü: Yogaya başlayalı bir yılı geçmişti. Bir yogi nasıl yaşar, hayata nasıl bakar pek bilmeden, yalnızca haftanın birkaç günü hocalarımdan aldığım güzel enerjiyle düşünce şeklimin, algılarımın değiştiğini fark ediyordum. Bu iç değişimin yanında, dışarıdan görünense duruşumdaki değişimdi. Omuzlarım açılıyor, sırtım dikleşiyor, yürüyüşümden bakışıma kadar tüm bedenim gün geçtikçe arınıyor, zindeleşiyordu. Sonra bir gün, tesadüfen karşıma çıkan bir makalede “ahimsa” ile tanıştım. “İncitmeyeceksin,” diyordu, yoganın ana kurallarından biri. Ne fiziksel, ne de sözle, hatta incitmeyi düşünmeyeceksin bile. “Bunu hayata geçirmek mümkün mü?” diye sordum kendime. “Ama bir olsa,” dedim sonra, “ne kadar da hafiflemez mi, özgürleşmez mi insan?”
Ahimsa,  yoganın uçsuz bucaksız sularına ilk adımım oldu. Öğrendikçe bir adım öbürünü izledi, derken Hindistan’da bir aşrama geldim. Orada, bu eşsiz ve engin bilginin ortasında, sevgili Guruji başta olmak üzere çok değerli ustalarla, hocalarla tanıştım. Orada anladım ki yoga yapılmaz, yoga yaşanır. Farkındalıkla silinir tüm korkular; yaşamın her anında kendine tanık olmayı öğrenebilirse kişi, içinde ne geçmişin ağırlığı, ne gelecek günlerin kaygısı kalır. Dingin ve dengede yaşar, sessizliğini kucaklar.

Engin yoga bilgisinin, eşsiz deneyimlerin ışığında iki ay su gibi geçti, gitti. Aşağıdaki satırlar, aşramda bir gün Paramanand Institute of Yoga Sciences and Research Başkanı Dr. Omanandji (Guruji) ile yaptığımız uzun sohbetin küçük bir parçası. “Yoga nedir, ben yapabilir miyim?” diyorsanız, mutlaka okuyun, derim. Bakarsınız otobüs koltuğunda okuduğunuz bu birkaç sayfa, hayatınızda açılmayı bekleyen yeni bir sayfaya, başka bir yolculuğa ilk adım olur…

Yoga deyince pek çok kişinin aklına birtakım fiziksel hareketler geliyor…

Günlük dilde yoga, çeşitli yoga teknikleriyle erişilmesi mümkün olan “Bütünsel Sağlıklılık Hali” anlamına gelir. Tüm dünyada herkes fiziksel olarak zinde, iyi ve mükemmel olmayı arzu eder. Ancak kişinin fiziksel anlamda zinde, iyi ve sağlıklı olabilmesi için öncelikle fiziksel dünyanın ruhsal ya da görünmeyen düzeye bağlı olduğunu anlaması gerekir. Bilim insanlarımız her hareketin ardında sabit olan bir şey ve her görünenin ardında bir görünmeyen olduğunu doğruluyor. Yoga diyor ki, fiziksel beden onu kontrol eden, yöneten, görünmeyen bir şey olmadan herhangi bir faaliyette bulunamaz. Yoga bunu “madde” ve “karşı madde” olarak tanımlar. “Kim, kimi kontrol ediyor?” diye soracak olursak: Duyular vücudumuzu kontrol eder ve aklımız tarafından yönetilirler. Akıl, zekâ tarafından yönetilir ve zekâ, Enerji (Bilinç) tarafından yönlendirilir.

Fiziksel hareketler yoganın aslında çok küçük bir parçası. Yoga duruşları fiziksel zindelik için gereklidir, ancak kişi aklen zinde olmadığı sürece fiziksel zindelik de mümkün olmayacaktır. Asana (beden duruşları), pranayama (nefes teknikleri), mudra (parmak-göz-beden duruşları), bandha (fiziksel kilitler), konsantrasyon, meditasyon gibi bilimsel olarak ispatlanmış yoga teknikleri, akıl ve bedenin tam anlamıyla dengelenmesini sağlar. Bu teknikler sayesinde aklımızın dengesizliklerini ve çelişkilerimizi yenebiliriz. Düşünce kalabalığımız azalır, zamanla içimizde derin bir huzur yerleşir ve dengeli bir yaşama kavuşuruz.

Günlük hayattaki örnekleriyle düşünün, güzel ve yakışıklı biri ruhsal anlamda hasta, dengesiz ya da sağlıksız ise bu kişiye sağlıklı diyemeyiz. Fiziksel anlamda çok güzel olan ama hayatı dert, sorun, stres, depresyon, kaygı ve korkuyla dolu birçok aktrisle karşılaştım. Pek çok başarılı sanayici ve iş adamıyla tanıştım. Dış dünyada kurdukları çok başarılı hayatı kendi içlerinde kuramamışlardı, başarısız hissediyorlardı ve bu büyük bir sorun yaratıyordu.
Bahsettiğiniz gibi bir hayata yoga nasıl bir katkı sağlar?

Yoga, hayata hem dışarıdan hem de içeriden gelen bir denge getirir. Dış ve iç arasında uyumu sağlar. Dışarıda fiziksel beden, içeride akıl bulunur. Akıl ve beden dengelendiğinde, hayat da dengelenmiş olur. “Denge, yogadır,” diyoruz. Kişi dengeli bir hayata kavuştuğunda, derin bir mutluluk deneyimi yaşar. Aklı çelişkilerle, dayanılmaz, sarsıcı düşünce yığınlarıyla doluysa hayatı da gergin ve stresli bir hal alır.

Son dönemde yapılan bir araştırma çocukların %80’den fazlasının stres dolu olduğunu söylüyor. Neden onlara da yoga öğretmeyelim? Yoga, çocuklara stresten arındırılmış bir yaşamın yollarını gösterecektir. Hindistan’da yoga ve öğretilerinin yaygın olduğu dönemlerde insanlar stresli değildi. Hindistan’da 200 yıl öncesine kadar hastane olmadığını biliyor muydunuz? Hastanelere ihtiyaç duyulmuyordu çünkü insanlar sağlıklı bir yaşam sürüyorlardı. Çocukluktan itibaren akıllarını gözlemlemeyi öğreniyor, yogaya uygun bir yaşam tarzını benimsiyorlardı. Yaşadıkları her an farkındalık dolu bir meditasyon ânıydı.

Batı ve Doğu toplumlarının yogaya yaklaşımı oldukça farklı ve çeşitli platformlarda sık sık gündeme geliyor. Uzun yıllar Amerika’da yaşamış ve Avrupa’nın pek çok ülkesinde yoga etkinliklerine katılmış biri olarak, siz bu konuyu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Özellikle Batı dünyasında tüm farkındalık fiziksel zindelikten başlıyor. Tüm dünyadaki spor salonlarında gördüğümüz gibi insanlar vücutlarını şekillendirmekle daha fazla ilgililer. Yoganın hayatlarına girmesi de bu şekilde oluyor. Gazete ve dergilerde yoga yapan güzel vücutlu insanların fotoğraflarını gördüklerinde onlara benzemek istiyorlar. Böylece birçok kişi yogaya fiziksel zindelik için başlıyor, yoga duruşlarının faydalarını ve getirdiği gençlik hissini de kısa zamanda görüyorlar.  Herhangi biri yogaya başladığında kendisini genç ve enerji dolu hissetmesi doğaldır, yoga bu güçlere ve özelliklere sahip. Yoga sizi asla tükenmiş ve yorgun bir halde bırakmaz. Tersine, yoga yaptıkça kendinizi daha enerjik hissedersiniz. Yogada, meditasyon yaptığınızda enerji seviyeniz hızla yükselir.

Doğu, her zaman yoganın zihinsel yönüne ağırlık vermiştir. Hindistan’da yoga yalnızca sağlıklı yaşamanın bir yolu değil aynı zamanda bir yaşam tarzıdır. Bir yaşam biçimi olarak yoga, hareketlerden ilişkilere, davranıştan konuşmaya kadar tüm disipliniyle daha çocuklukta öğrenilir. Bu disiplinler yogada konuştuğumuz yama ve nyama’dan (yoga felsefesine göre kişinin toplum içinde ve özel yaşamında uyması gereken kurallar) başlar.

Batı’da yoganın ortaya çıkışı bir trend şeklinde olsa da son zamanlarda giderek daha fazla kişi derinlemesine ve özgün yoga öğretileriyle ilgileniyor. Önce akıl daha derin bir bilginin arayışına başlıyor ve o düzeye gelindiğinde aklınız sessizlik, sakinlik ve rahatlamaya ulaşıyor. Bu sessizlik Batı’nın da artık kabul etmeye başladığı gibi yoganın gerçek anlamda kavranmasından ve öğrenilmesinden kaynaklanıyor.

Yogada akıl için en güçlü teknikler meditasyonda saklıdır. Meditasyon, Sanskritçede “dhyana” sözcüğüyle ifade edilir. Bu dhyana yıllar önce Çin’e “chan” olarak gitmiştir, Çin’den Kore’ye gittiğinde “dhan” adını almıştır. Kore’den Japonya’ya ulaşmış, burada “zen” olmuştur. Doğu ülkeleri yoga ve meditasyonda kendi anlayışları doğrultusunda çoktan derinleşmişlerdir. Bugünlerde Batı da yoga ve meditasyonu açık bir zihinle değerlendirmeye başlamıştır çünkü yoganın temeli tamamen bilimseldir. Halen Doğu ve Batı’nın anlayış ve kültürleri açısından büyük bir uçurum var. Batı hala yogayı fiziksel boyutuyla öğretmeye çalışıyor, oysa yoganın temeli tüm seviyelerden geçer: fiziksel, ruhsal, duygusal ve spritüel. Bu şekilde öğrenildiğinde ve düzenli olarak yapıldığında yoga tüm dünyada insanları iyileştirebilir ve hayatlarına mutluluk getirebilir.

Yoganın hastalıkları tedavi edici yönü de biliniyor…

Günümüzde birçok üniversite ve hastane yoga ve meditasyonun yararları üzerine araştırmalar yapıyor. Örneğin yakın zaman önce Boston Üniversitesi ve Massachusetts Hastanesi tarafından yoganın hipertansiyona etkisi üzerine bir araştırma yapıldı. Bu çalışmada hipertansiyon hastaları koşu, yüzme, aletli jimnastik ve yoga olmak üzere dört gruba ayrıldı ve tüm hastalara Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından kabul edilen bir ilaç verildi. Araştırmanın sonuçlarına göre, yoga ve meditasyon grubundaki hastaların hipertansiyon sorunu altı hafta içinde kontrol altına alındı ve bu hastalar ilaç kullanmayı bıraktılar. Bu, yoganın etkileri üzerine yapılan araştırmalarda görülen sonuçlardan yalnızca biri.

Yoga bir bilimdir. Edison’un keşfettiği elektrik gibi dil, din, ülke ayrımı gözetmeksizin herkese ait bir bilimdir. Bir ustanın rehberliğinde ve düzenli olarak yapıldığında, yoganın güçlü etkilerini kimse engelleyemez.

Birçok kişi yeterince esnek, zayıf ya da genç olmadığını düşünerek yoga yapmaktan çekiniyor…

Doğduğumuzda sahip olduklarımız kendi seçimimiz değildir. Ailemizi kendimiz seçemeyiz. Dünyaya gelişimiz kadere bağlıdır ve vücut şeklimiz, boyumuz, yapımız, dokumuz, bunların hepsi doğuştan gelir. Modern bilim bunu “DNA” olarak tanımlıyor. Kişinin bedeninde doğuştan gelen bir sertlik söz konusuysa, gövdesi bacaklarına göre daha uzunsa ya da bacakları fazla kısaysa belli yoga duruşlarını yapamayacaktır. Yogada amacımız kişileri bir jimnastikçiye dönüştürmek değildir, bu tür durumlar herhangi bir korku, kaygı yaratmamalıdır. Yogada daha önemli olan konu başlamaktır; yoga duruşlarına, yoga yaşam tarzına, nefes tekniklerine ve meditasyona başlamak. Örneğin herkes pranayama  uygulayabilir. Pranayama nefes bilimidir. Hasta bir insan bile yapabilir, genç ya da yaşlı herkes belirli nefes tekniklerini uygulayabilir. Meditasyon da aynı şekilde, herkese açıktır.

İnsanlar belli bir yoga duruşunu ya da duruşlarını yapamadıklarında kendilerini kötü hissedebilir, yoga için yeterli esnekliğe veya güce sahip olmadıklarını düşünebilirler. Şu an üzerinde konuştuğumuz orijinal yogadır ve bunu herkes yapabilir. Yogada bir yarışma, karşılaştırma yoktur, olamaz. Kişiler buraya içsel uyanma, içsel gelişme, bütünsel sağlık ve bütünsel denge için geliyorlar. Kısacası kimse bir jimnastikçi ya da olimpiyat şampiyonu gibi her duruşu mükemmel yapmak için kaygılanmasın. Yoga aynı zamanda içsel bir pratik, kişinin kendi kendine uygulayacağı bir yöntemdir. Nasıl her bireyin kendine göre beğenileri, sevdikleri, sevmedikleri varsa ve buna saygı duyuluyorsa, kişi kendi bedenine de saygı duymalıdır. Paramanand Yoga’da öğrettiğimiz ilk şey budur: Kişi her şeyden önce kendi bedenine saygı duymalı, “kendine” güvenmelidir. Ancak ondan sonra başkalarına güvenebiliriz, ancak ondan sonra dünyaya güvenebilir ve duyduğumuz bu güvenle dünyadan zevk alabiliriz. Aksi takdirde tüm hayat kuşkular içinde geçer ve bir gün bir de bakmışız, hayatımız sona ermiş. Hayat bir kuşku değildir, hayat bir nimettir. Bu nimeti yaşamak ve hayatına eksiksiz bir mutluluk katmak isteyen kişi, düzenli olarak yoga yapmalıdır.

Paramanand Yoga’nın kuruluş amacı, misyonu nedir?

Misyonumuzu şöyle ifade ediyoruz:  “Asato ma sad gamaya / Tamaso ma jyotr gamaya / Mrtyom ma amrtam gamaya”.  Sanskritçe olan bu satırlar on bin yıldan öncesine dayanıyor. Çevirisi ise şöyledir:  “Cahilliğimizin yerine bilgiyi getir / Işığın karanlığımızı almasını sağla / Ve ölümümüzü ölümsüzlüğe dönüştür”.

Yoga, bunları mümkün kılmaktadır. Enstitümüzde öğrencilerimize Batı ve Doğu için uygun olan bir modern program ve modern eğitim yöntemleri sunuyoruz. Belirli süreler boyunca beden duruşları (asana), nefes teknikleri (pranayama), meditasyon, derin sessizlik, gözlemleme, duyulardan arınma (pratyahara) gibi pratikler uygulayan öğrenciler, böyle bir yapıyla yoganın derin ve uygulamalı boyutlarını öğreniyorlar. Aşramımızda yoganın özünü ve bilimsel temellerini öğretiyoruz. Tüm bunları, hayatındaki saflık ve mükemmellikle milyonlarca insanın hayatını dönüştüren aydınlanmış Ustamız Swami Ji’nin verdiği lütufla gerçekleştiriyoruz.

Burada yetiştirdiğiniz yoga eğitmenlerinin öncelikle hangi değerleri kazanmalarını amaçlıyorsunuz?

Paramanand’ın misyonu çok açıktır. Yoga eğitmenliği için gelen öğrencilerimiz burada yogayı tüm derinliğiyle öğrenirler. Onların amacı yalnızca fiziksel, yani bedensel düzeyde bir eğitmen olmak değildir. Yalnızca yoga duruşlarını gösterecek bir eğitmen olmamaları gerekir. Asana, yoga okyanusunda yalnızca bir damladır. Paramanand’da eğitmenler,  içsel enerjileri aracılığıyla fiziksel, ruhsal ya da duygusal bedenleriyle bağ kurarlar ve bu bağ, yüksek seviyede bir uyanış deneyimiyle sonuçlanır. Yoga yoluyla en yüksek seviyede farkındalığa ulaşılır. Öğretilerimiz, bütünsel sağlık ve iyileştirme için yoganın tüm yönleriyle denge kurmaktadır. Yetiştirdiğimiz eğitmenler, tüm bunları öncelikle kendilerinde deneyimler, daha sonra kolaylıkla öğrencilerine aktarırlar.
Buraya Yoga Eğitmenlik Eğitimi için gelen öğrenciler öncelikle kendi hayatlarında fiziksel, ruhsal, spritüel, kendine güven açılarından büyük meydan okumalarla karşılaşırlar ve tüm bunların ardından önemli bir dönüşüm yaşarlar. Bir eğitmen dinginlik ve neşeyle doluysa, öğrencilerine de aynısını aktaracaktır. Aklı çelişkilerle doluysa, bu çelişkiler öğrencilerine de geçecektir. Paramanand Aşramı’nda, eğitmen adaylarımızın hayatlarındaki gerginlik ve kaygılardan kurtulmaları için tüm çabamızı ortaya koyuyoruz. İçlerinden, kendilerinden kaynaklanan enerjiyi keşfetsinler ve yaşasınlar ki öğrencilerine de bu büyük mutluluğu verebilsinler.

Not:Sevgili hocam Dr.Omanandji’ye paylaştığı değerli bilgiler ve ilham verici sözleri için çok teşekkür ediyorum. Kendisiyle iki saatlik sohbetimizi içeren İngilizce haline The Wise’dan ulaşabileceğiniz röportaj, Kâmil Koç Otobüsleri A.Ş. Yolculuk dergisinde yayımlanmıştı. Paramanand Institute of Yoga Sciences and Research ile ilgili ayrıntılı bilgiye www.paramyoga.org adresinden ulaşabilirsiniz.

Hoş geldim!

Yeni yılın ertesi, annemin başka diyarlara intikal edişinin tam göbeği, oğlumun yeni yaşının hemen öncesi bir zamanlardan merhaba! Uzun bir ...